Sa‘dî-yi Şîrâzî’nin “Rahata Kavuşan Âbit” Hikâyesi ile Mustafa Kutlu’nun “Sır” Hikâyesini Birlikte Okumak

20
To cite this article:
Balcı, M. (2017). Sa‘dî-yi Şîrâzî’nin “Rahata Kavuşan Âbit” hikâyesi ile Mustafa Kutlu’nun “Sır” hikâyesini birlikte okumak. Curr Res
Soc Sci, 3(1), 20-27.
* Sorumlu Yazar:
Kırıkkale Üniversitesi,
Fen-Edebiyat Fakültesi,
Kırıkkale, Türkiye
musabalci@hotmail.com
Makale Bilgileri:
Gönderim / Received:
18.08.2016
Kabul / Accepted:
26.10.2016
Curr Res Soc Sci (2017), 3(1) • 20-27
Sa‘dî-yi Şîrâzî’nin
“Rahata Kavuşan Âbit” Hikâyesi
ile Mustafa Kutlu’nun
“Sır” Hikâyesini Birlikte Okumak
Musa Balcı*
Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü,
Kırıkkale, Türkiye
Öz
Sa‘dî ve Kutlu’nun hikâyelerindeki ortak özellik Şark-İslâm edebiyatı anlayışına sahip
olmalarıyla yakından ilgilidir. Fars edebiyatının XIII. yüzyıldaki en önemli simalarından olan
Sa‘dî-yi Şîrâzî’nin Gülistân kitabında yer alan “Rahata Kavuşan Âbit” hikâyesi ile çağdaş Türk
edebiyatının önemli temsilcilerinden Mustafa Kutlu’nun “Sır” hikâyesi, konu seçimi ve anlatım
biçimi bakımından büyük benzerlikler taşır. Şark-İslâm edebiyatında tasavvufi konular daha çok
sembolik tarzda anlatılırken, Sa‘dî ve Kutlu’nun hikâyelerinde aynı temanın anlatımı için halk
sanatına yakın bir dil benimsenir. Her iki eserde de, hemen her dönemde dindar insanların
zihnini meşgul eden zenginlik-fakirlik, cemaat/tarikat-siyaset ilişkileri gibi konular tasavvuf
erbabı üzerinden tartışılır. Sa‘dî ile Kutlu’nun ortak bir temayı, benzer bir anlatımla ortaya
koymuş olmaları, bugünkü edebiyatımızın gelenekle bağının korunması ve zenginleşmesi
açısından iyi bir örnek olarak görülebilir.
Anahtar Kelimeler: Sa‘dî-yi Şîrâzî, Mustafa Kutlu, Zahit, Âbit, Karşılaştırmalı Edebiyat.
Reading Sadi Shirazi’s Story of “Rahata Kavuşan Abit” and Mustafa Kutlu’s
Story of “Sır” Together
Abstract
The common trait of storys Sadi and Kutlu’s is closely related to having the understanding of
the East-Islam literature. The story of “Rahata Kavuşan Abit” in the book of the Gulistan/Rose
Garden by Sadi-i Shirazi who is one of the most important figure in 13th century literature and
the story of “Sır” by Mustafa Kutlu who is one of representatives of the major modern Turkish
literature carry a lot of similarities in respect to the choice of subject and phraseology. While
topics of mysticism mostly reveal the the sybolic form in the East-Islam literature, a language
close to the folk art is adopted fort he description of the same theme in the stories of Sadi and
Kutlu.In both the boks, topics as poverty, relationship of commonity/dervish order and politics
that made ascetic people’s minds busy almost all of the period are argued via Sufi entities. The
fact that Sadi and Kutlu present a common theme in similar way could be regarded as a
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2017), 3(1) 21
good example in terms of preserving the relation
of literature of today with tradition and also in
terms of the prosperity of our literature.
Keywords: Sadi-i Shirazi, Mustafa Kutlu,
Ascetic, Devout, Comparative Literature.
Giriş
Osmanlı medreselerinde ahlâk kitabı olarak da
okutulan Sa‘dî’nin Gülistân kitabının “Rahata
Kavuşan Âbit” (Şîrâzî, 1377 hş., s. 100-102)
hikâyesi, tema olarak Mustafa Kutlu’nun Sır
kitabının (Kutlu, 2000, s.7-18) aynı isimdeki
hikâyesi ile büyük bir benzerlik taşır. Bu iki
hikâyenin tema benzerliği yanında, Şark hikâye
geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olan
Sa‘dî ile Türk edebiyatının günümüz
temsilcilerinden Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı
arasında da ciddi bir benzerlikten söz edilebilir.
Kutlu, tıpkı Sa‘dî’de olduğu üzere hikmeti tema,
ahengi de biçim olarak kullanır. Onun
hikâyelerinde klasik anlatım tarzı ve çerçeve
hikâye anlayışı çok belirgindir. Bu özelliğine ek
olarak Kutlu, modern öykünün imkânlarını da
ihmal etmez. Kutlu’nun “en kestirme yaklaşımla
beslendiği kaynak bir bütün olarak Şark-İslâm
kültürüdür (Tosun, 2004, s.146, 21). Hikâyenin
hikmetle bir araya getirildiği Sa‘dî hikâyesinde,
hikâyenin ana karakteri dünya hayatıyla arasına
mesafe koymak için şehirden/encümenden kaçan
bir âbit iken; Kutlu’nun hikâyesindeki ana
karakter, kırsalda kendi halinde yaşarken şeyh
tarafından postnişin olarak işaret edilen bir kişidir.
Her iki hikâyede de görünürde imtihandan
geçirilen kişiler olmakla beraber, aslında tasavvufi
karakterler üzerinden insan nefsinin dünya
nimetleriyle imtihan edilmesi işlenmektedir.
İslâmi edebiyatın birçok örneğinde şeyh, âbit ya
da zahit gibi tasavvuf erbabı üzerinden işlenen
“dünyevileşme” imtihanında, kahramanlar Sa‘dî
ve Kutlu’nun hikâyelerindekine benzer
“tehlike”lerden geçerler. Bu benzerlik en kestirme
yolla, dünyaya aynı pencereden bakan bir
geleneğin mensubu olmalarıyla açıklanabilir.
Fakat bu gelenekteki anlayışa göre, “şimdiki
zamanın yazarı, Molla Câmi gibi anlatmayacaktır
ama anlatırken onun anlatış biçiminin de cahili ve
münkiri olmayacaktır (Lekesiz, 2013, s. 229).
Yaşadığı toplumun ahlâkî, toplumsal ve gündelik
hayatını eserlerinde yansıtan Sa‘dî (Destgayb,
1345 hş., s. 22) ve Kutlu’nun da dâhil olduğu,
sembolik bir özellik de barındıran ve hikmet ve
ahengin izini süren (Lekesiz, 2001, s. 115) şark
hikâye geleneği mensupları, anlatımlarında son
derece doğal ve derinlikli bir biçimi kullanırlar.
Sa‘dî’nin yüzyıllar öncesinde anlattığı ve bugün
de çevrildiği bütün dillerde zevkle okunan,
insanoğlunun hakikati arama serüvenini Kutlu da
geliştirerek ve çeşitlendirerek ilgileri üzerinde
tutmayı başarmıştır (Kahraman, 1998, s. 501).
1. Sa‘dî’nin “Rahata Kavuşan Âbit” Hikâyesi
Sa‘dî’nin Gülistân kitabının Dervişlerin Ahlâkına
Dair bölümünde yer alan otuz ikinci hikâyesi
özetle şöyledir: Şam âbitlerinden biri bir ormanda
birkaç yıl ağaçların yaprağını yiyerek yaşar. Civar
padişahlarından biri, ziyaret maksadıyla onun
yanına varır ve onu şehirde daha iyi ibadet
edebileceği ve insanlara da örneklik teşkil edeceği
bir mekânda yaşamaya davet eder. Edebî eserlerde
dar görüşlülüğü, hayatın acemisi, her işin
kabuğunda kalan ve derinlere inmeyi başaramayan
zahit karakteri (Pala, 2003, s. 501) bu teklifi
başlangıçta kabul etmezse de araya giren vezirler
padişahın hatırının kırılmaması için bir süreliğine
de olsa onu razı ederler. Âbit şehirde kendisine
tahsis edilen bahçe köşkünde konaklar.
Şehre taşınmasıyla beraber, önce âbidin dış
görünüşünde bir değişim gözlenir. Simasında
kırsaldan kalma kuruluğun yerini, şehirlilere
mahsus canlılık alır. Padişah âbit için bir cariye
gönderir ve onun imtihanı böylelikle başlar.
Padişahın gönderdiği bu cariyeyi Sa‘dî beyitleriyle
şöyle tasvir eder:
از این مه پاره ای، عابد فریبی َمالیک صورتی، طاووس زیبی
که بعد از دیدنش صورت نبندد وجوِد پارسایان را شکیبی
ARAŞTIRMA MAKALESİ
22 Curr Res Soc Sci (2017), 3(1)
Âbit aldatan bu ay parçası
Melek yüzlü, tavus güzelliğinde
Gördükten sonra onu kalmaz
Zahitlerin canında sabrından eser (Şîrâzî, 1377 hş., s. 101).
Padişah, cariye göndermekle kalmaz ve bundan
sonra, âbit için güzel ve hoş endamlı bir köle de
gönderir. Gönderilen kölenin görünüşü imtihanın
çetinliğini haber verir niteliktedir:
“Onun güzelliğinin gücü takvanın bileğini
büker ve gönül erlerinin esir gibi arkadan
ellerini bağlardı”.
Etrafındakiler kırılır susuzluktan
Görüp de su vermeyen bir saki gibi o susuzlara
Göz doymaz görmekle ona
Susuzun doyamaması gibi Fırat’a (Şîrâzî, 1377 hş., s. 101).
Güzellerle imtihan edilmeye başlanan âbit, leziz
yemekler, yumuşak ve nazik elbiseler, türlü
meyveler ve güzel kokulu şeylerden de haz
duymaya başlar. Âbit, bir yandan bunlara alışırken
diğer yandan köle ve cariyenin cemalini seyreder.
Sa‘dî, hemen hemen bütün hikâyelerinde
anlatımının gücünü artırmak ve vermek istediği
dersi derinleştirmek için bilgelere burada da
başvurur. “Bilgeler şöyle demişler:
ِ زیرک
ِم مرغ
ِر پای عقل است و دا
زل ِف خوبان زنجی
“Güzellerin zülüfleri aklın ayağının zinciri, uyanık kuşun tuzağıdır” (Şîrâzî,
1377 hş., s. 101).
Sa‘dî’nin hikâyesinin başında, şehir hayatının
rahatlığına/fitnesine karşı çıkan zahit, bundan
böyle artık yeni hayatını yadırgamak bir yere, ona
alışır ve etrafındaki dünyanın güzelliklerini
anlatıcının dilinden adeta beyitlerle tasvire başlar:
ِ زیرک بحقیقت منم امروز و تو
مرغ
دامی
ِر تو کردم دل و دین با همه
در سِر کا
دانش
Verdim gönlümü ve bildiğim her şeyle dinimi uğruna senin
Hakikatte benim uyanık kuş bugün ve tuzak sensin (Şîrâzî, 1377 hş., s. 101)
Hikâyenin bu bölümünde anlatıcı olarak yine
Sa‘dî devreye girer ve bilgelere atfedilen bir sözle
sözünü güçlendirir: “Hâsılı o huzurlu zamanların
devleti bitti. Tıpkı bilgelerin söyledikleri gibi:
ِن پاک نَفَس
هر که هست از فقیه و پیر و ُمرید وز زبان آورا
چون به دنیای دون فرود آمد به عسل در، بماند پای مگس
Fakih, ermiş ya da mürit olsun
Ya da temiz nefesli söz ustalarından olsun
Edince bu değersiz âleme rağbet
Kalır sineğin bala batan ayağı gibi içinde onun (Şîrâzî, 1377 hş., s. 101).
Hikâyede anlatıcı, kahramanının serüvenindeki
değişimini adeta adım adım izler ve onun
hayatının bir sonraki aşamasında meydana gelecek
olan çelişkili hale okuyucusunu hazırlar:
“Bir defasında padişah onu tekrar görmek
istedi. Âbidi önceki halinden değişmiş olarak
gördü. Yüzüne can gelmiş, teni beyazlamış,
şişmanlamış, pahalı elbiseler giymiş ve ipek bir
ARAŞTIRMA MAKALESİ
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2017), 3(1) 23
yastığa yaslanmıştı. Peri suretli hizmetlisi
tavustan yelpazesiyle başucunda durmuştu.
Padişah onun keyfi yerinde haline sevindi. Her
konudan söz açıp konuştular. Padişah sonunda
şöyle dedi:
—“Ben dünyada iki grup insanı severim: Âlimleri ve zahitleri” (Şîrâzî, 1377 hş., s. 101-102).
Sa‘dî bu noktada, hikâye kadrosunda en çok yer
verdiği karakterlerin başında gelen basiret sahibi,
bilgelik geleneğinden nasibini almış ve iyi tabiatlı
vezirlerinden birini konuşturur:
“Bilge ve görmüş geçirmiş bir veziri oradaydı.
Şöyle dedi:
—“Padişahım! Dostluğun nişanesi her iki taifeye de iyilik etmektir: Bilginlere altın ver ki daha çok
okusunlar. Zahitlere de bir şey verme ki zahit kalsınlar.”
خاتو ِن خوب صور ِت پاکیزه روی را نقش و نگار و خاتِم پیروزه گو مباش
ِن ِرباط و لقمه دریوزه گو مباش
دروی ِش نیک سیر ِت فرخنده رای را نا
Asil ve güzel yüzlü olan kadının
Süsü, bezeği, firuze yüzüğü varsın olmasın
Halis iyi tabiatlı olan dervişin
Tekke ekmeği ve dilenci lokması varsın olmasın (Şîrâzî, 1377 hş., s. 102)
Sa‘dî’nin Gülistân kitabında yer alan hikâyelerinin
hemen hepsinin sonunda, sayı olarak birbirinden
farklılık arz etmekle beraber beyitler yer alır.
Anlatıcı bu beyitlerle hikâyeden alınacak olan
dersi unutulmaz kılmak ister. “Rahata Kavuşan
Âbit” hikâyesinin sonunda yer alan beyitte Sa‘dî,
ideal zahitliğin felsefesini tanımlar:
تا مرا هست و دیگرم باید گر نخوانند زاهدم، شاید
İstersem varken malım benim
Zahit demeseler layıktır adıma benim (Şîrâzî, 1377 hş., s. 102)
2. Kutlu’nun “Sır” Hikâyesi
Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri kitabında
Mustafa Kutlu’nun hikâyeciliğine ilişkin şu
tespitleri yapar: “Bazı hikâyeler şiir ve masal
kutbuna, bazıları ise röportaj veya sosyal araştırma
kutbuna yaklaşır. Bu sonuncularda bir gerçeği
ortaya koyma, gizli veya açık olarak tenkit etme
fikri ağır basar. Mustafa Kutlu’nun hikâyesi ikinci
kategoriye girer” (Kaplan, 2005, s. 357).
Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini oluştururken tıpkı
Sa‘dî gibi içinde yaşadığı toplumun inanış ve
kültür olarak beslendiği kaynaklara gider.
Kutlu’nun kaleminde “başta Şark-İslam kültürü
olmak üzere; Kuran, hadis, Dede Korkut
hikâyeleri, klasik hikâye geleneğimiz olan
mesneviler, tasavvuf, halk edebiyatı türleri, halk
türküleri, deyimler, atasözleri kısacası Anadolu’yu
ve bu toplumu meydana getiren her şey” kendi
yerini bulur (Kutlu, 2000, s. 7).
Kutlu, tıpkı takipçisi olduğu gelenekte olduğu
üzere, çağının insanlarının yaşadığı problemleri
hikâyeye taşıma konusunda son derece başarılıdır.
Onun başarısı sadece çağının tanığı olmakla sınırlı
değildir. O, bir ferdi olduğu geleneğin bu güne
akan problemlerinden ve dünle bugün arasındaki
bağdan da haberdardır. Sa‘dî’nin aynı temalı
hikâyesi ile Kutlu’nun hikâyesinde benzer bir tadı
bulmak, bu bağın en önemli göstergesidir.
Sa‘dî’nin “Rahata Kavuşan Âbit” hikâyesine göre
daha uzun bir anlatıma sahip olan Mustafa
Kutlu’nun “Sır” hikâyesinde kahramanının diliyle
(1. şahıs) olay anlatılmaya başlanır:
ARAŞTIRMA MAKALESİ
24 Curr Res Soc Sci (2017), 3(1)
“Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip
açtım.
Karşımda efendim duruyordu.
Yüzünün nurundan etrafa aydınlık
saçılıyordu” (Kutlu, 2000, s. 7).
Kutlu’nun hikâyesinin kahramanı, bir şeyhe
intisap etmiş olan ve çiftçilikle uğraşan sıradan bir
köylüdür. O, pek çok hikâyesinde köy-kent
ikilemini ve yaşanan açmazların nedenlerini
işlemiştir (Tosun, 2004, s. 147). “Sır” hikâyesinde
şeyhini gecenin bir vaktinde karşısında gören
kahraman, o günkü yorgunluğunu nakleder.
Hikâye kahramanı “yamuk tarla”sına ekmiş
olduğu pancarını, kurak geçen mevsimde kan ter
içinde, çamura belenerek sulama telaşını anlatır.
Üstü başı dağınıktır. Mahcubiyetle misafirini
karşılar. Şeyh efendi, onun bu halini mazur görür.
Köylü, misafirlerini içeri buyur ettikten sonra,
evinde başka bir şeyi olmadığı için konuklarına
ekşi ayran ikram eder.
“Yıldızlar içinde bir gece”de belli ki şeyh
efendi bir maksat için buralara kadar
çıkagelmişti. “Efendi hazretleri seninle
mahrem görüşecek” denildikten sonra,
anlatıcı şeyh efendiyle aralarında geçen
görüşmeyi şöyle aktarır:
“Aramızda neler geçti?
Söz nerde başladı, nerde bitti?
Sözden sonra hangi makama, hangi mekâna
geçildi?
Hal ehline malumdur.”
Görüşmenin sonunda, sabah ezanının önü sıra
şeyh efendi, birlikte geldiği ihvanlarını da içeri
alır ve sözünü söyler:
“Benden sonra posta işte şu gördüğünüz zat
oturmuştur. Ferman…” (Kutlu, 2000, s. 9).
Kutlu’nun hikâyesinde postnişin olarak işaret
edilen sıradan köylü, bu işe layık olmadığını, bu
görev için kendisinden daha layık nice kimseler
bulunduğunu söyler. Aslında yazarın burada
yaptığı şey bir bakıma ironidir. Şeyhin, saf ve
temiz bir köylüye “postu” devretmesindeki amaç
“yaşanan çelişkileri öyle çıplak/safiyane bir
şekilde ortaya koymaktır (Tosun, 2004, s. 93).
Köylünün tepkisine karşılık, şeyh efendi şöyle
cevap verir:
“Bize âlem-i mânada böyle göründü…
Emaneti sana tevdi ettik. Bir emr-i hak vuku
bulursa, fitne zuhur ederse zinhar tasa
etmeyesin, her daim birlikte bulunduğumuzu
gönülden çıkarmayasın, himmet dileyene
usulünce himmet edesin” deyip, peşinde ışıklı
bir iz bırakarak süzülüp gitti… (Kutlu, 2000,
s. 9-10).
3. İki Hikâyenin Ortak Yönleri
Sa‘dî ve Kutlu’nun hikâyelerindeki ortak
özelliklerin başında, anlatmak istedikleri şeyi
seçme hassasiyetleri ve konuyu, “basitliğe
düşmeyen bir sadelikle”(Kaplan, 2005, s. 359-
360) anlatım biçimleridir. Bu hassasiyet, aynı
zamanda Şark-İslâm edebiyatı temsilcilerinin de
hikâye anlatmada takip ettikleri yoldur. Bu
edebiyatın temsilcilerinin eserlerinin merkezinde,
çoğunlukla tasavvuf düşüncesi yer alır. Kimi
yazarlar bu düşünceyi İbn Sina’nın Hay Bin
Yakzan’ı, Feridüddin Attar’ın Kuş Dili ve
Beydeba’nın Kelile ve Dimne’sinde sembolik bir
tarza anlatılırken, Sa‘dî ve Kutlu’nun
hikâyelerinde aynı temanın anlatımı için halk
sanatına yakın bir dil benimsenir (Tosun, 2004, s.
126).
Sa‘dî’nin hikâyelerinde anlatılan karakterler,
taşıdıkları özelliklerle, yazarın dile getirmek
istediği düşüncenin oluşturulmasında başarılı birer
araç olarak yerlerini alırlar. Kutlu’nun hikâyesinde
de durum böyledir. Mesela şehirdeki zorlu hayat
ve karmaşık ilişkilerin tenkidinin yapıldığı
bölümde, hikâyenin kahramanı olan Şeyh
Efendinin tasviri bunun güzel bir örneğidir. Tabi
Kutlu’nun hikâyesinde, tasvir edilen karakterler
“kendilerine has özelliklere sahip olmakla beraber,
kendilerine benzer daha pek çok insanın
temsilcisi; Türkiye’de son yıllarda vukua gelen
sosyal değişimlerin birer “gösterge”sidir”(Kaplan,
2005, s. 359-360).
Kutlu’nun hikâyesinin yukarıda özetlenen
kısmından sonraki bölümünde, olaylar Sa‘dî’nin
hikâyesine benzer şekilde gelişir. Yeni şeyhefendi,
köy yerinde bir taraftan çiftle çubukla uğraşırken,
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2017), 3(1) 25
diğer taraftan da memleketin dört bucağından
“Medet yâ pir” deyip yollara düşen ve bin bir
meşakkat ile bu ücra ve ücra olduğu kadar fukara
köye gelip himmet ricasında bulunanlara cevap
vermeye çalışır.
Kutlu’nun hikâyesinin bu kısmında, tıpkı
Sa‘dî’nin hikâyelerinde yer alan, çoğu bilgelere
atfedilen hikmetli sözlere benzer bir biçimde, Hacı
Bayram Velî’den şu dörtlüğe yer verilir:
Nagehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında ” (Kutlu, 2000, s. 10;
Bayramoğlu, 1983, s. 231).
Köy yerindeki evin yanına, civar ihvanların
yardımıyla inşa edilen tekke ile misafirhane, bir
zaman sonra gelen gideni ağırlamak için kâfi
gelmez. Tekkeye gidip gelen misafirlerin sayısı
zamanla artar ve özellikle Mercedes marka
arabalarla gelip gidenler, köy yerindeki bu yapının
ve buradaki konuk ağırlamanın yetersizliğini ve
tekkeye yakışmadığını seslendirirler.
Kutlu, özellikle şahısları tasvir ederken onların iç
dünyalarını yansıtacak biçimde iç konuşmalarına
da yer verir (Kaplan, 2005, s. 358). Aynı tasvir
özelliği Sa‘dî’nin hikâyelerinde de çok açık olarak
görülür. Kutlu’nun hikâyesindeki Şeyh Efendi
yapılan dedikoduları, samimiyetsizliğe ve bu
makamda gözü olan insanların kendisini oraya
layık görmemeleriyle yorumlasa da yapılan
şikâyetlere kayıtsız kalamayacağını peşinen kabul
eder.
Şark İslâm edebiyatının en önemli özelliklerinden
biri sözü gerektiği kadar kullanma hassasiyetidir.
Hem Sa‘dî’de hem de Kutlu’nun hikâyesinde bu
özellik açık olarak ifade edilir. Bu edebiyatta
amaç, bir bakıma “edebiyat yapmamaktır”. Zira
Şark kültüründe “fazla konuşmak muteber
değildir” (Tosun, 2004, s. 120). Sa‘dî’nin
hikâyelerinde çok sık kullandığı “sözü uzatmanın
yararsızlığı” vurgusu (Balcı, 2016, s. 446, 453)
Kutlu’nun hikâyesinde de yer alır:
“Sözü uzatmanın hiçbir vakit yararı yoktur ve
olup biteni bir bir ortaya dökmenin de zararı
çoktur.
Şehirli ihvanın dediği baskın çıktı ve araya
nice hatırlı adamlar girdi.
Bizim posta oturmuş olduktan kelli, hâlâ çift ve
çubuk, mal ile davar peşinde koşmamız; bel
belleyip, ağaç budamamız, iki buçuk tarlayı
ekip biçmemiz göze tahta kıymığı gibi batar
oldu.
Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot,
bir kuruş akçe hediyedir diye kabul etmememiz
dillere destan oldu. Tekkemizin adı fukaraya
çıktı…” (Kutlu, 2000, s. 12)
Hâsılı şeyh efendinin, köy yerindeki tekkesi gelen
gideni maddi olarak ağırlamaya yetmez. Şeyh
efendi, mensuplarının tekkeye bu köhne yapıyı
yakıştıramayışlarına karşı koyamaz. Tekkenin
şehre taşınması için her geçen gün artan taleplere
cevap olsun diye bir gecelik izin ister ve Hz.
Peygamber’den şefaat dileyip, şeyhinin himmetini
bekler. O gece “imtihandır, kabul edesin” diye
fütuhat olur. Çaresiz, şehre tekkeyi taşıma işini
kabul eden şeyh efendinin içi hiç de rahat değildir
fakat köy yerinde bir kutlama ziyafetiyle şehre
taşınma işi gerçekleşir.
Kutlu’nun hikâyesinin bu kısmında şeyhin
dilinden, köyden şehre taşındığı halinin tasviri
tıpkı Sa‘dî’nin hikâyesinde padişahın bahçe
köşküne taşınan âbidin tasviri gibidir:
“Şurası malûm oldu ki anadan atadan bize
yadigâr tarik bundan geri değişmektedir ve bir
dahi aynı ahval geri dönüp bize nasip
olmayacaktır. Köyün ihvanından birine, aynı
minval üzere tekkeyi muhafaza etmesi için
hilafet verip baba ocağından çıktık.
Sanki ayağı çarıklı, yüzü yanık köylülerden
biri değil de, samur kürklü bir şehzade imişiz
gibi bizi koltuklayıp Mercedes arabalara
bindirerek şehir yerinde inşa ettikleri tekkeye
indirdiler.
Ağa şaşırmamak elde değil.

Bir köşede büzülüp kaldım.

O gece bize ayrılan daireye –artık kusur ise
affola böyle diyeceğiz- konduk.
ARAŞTIRMA MAKALESİ
26 Curr Res Soc Sci (2017), 3(1)
Köyden getirdiğimiz eşyayı odalardan birinin
bir köşesine yığdık. Ah o eşya..
Ne kadar zavallı..
Ne kadar mahzun..
Ne kadar yabancı..
Ne kadar garip..
Ve ne kadar yerini yadırgadı.
Ve tahmin olunacağı gibi bir daha tarafımızdan
hiç kullanılmadı.
Gerisin geri köye gönderilip ihvanın fukarasına
dağıtıldı” (Kutlu, 2000, s. 14, 15).
Önceleri kendi halinde mütevazı bir biçimde
yaşayan şeyh efendi, mekânda başlayan değişimin
yankısını, hemen ilk gece manevi hayatında da
hissetmeye başlar. Artık manevi olarak kendini
huzursuz hissetmeye başlar ve bir rüya görür.
Rüyanın geçtiği mekân tıpkı Sa‘dî’nin
hikâyesindeki gibi Şam vilayetidir:
“Yeni dairemize konduğumuz gece bir rüya
gördüm.
Rüyamda gûya ben Hz. Muaviye olmuşum da
Şam’da İslâm devletinin ilk sarayını
yaptırmakta imişim.
Hz. Ebu Zer-i Gıfarî benimle birlikte inşa
edilmekte olan sarayı geziyor. Derken gezintiyi
yarıda kesip, o dik, o sert, o muhkem sesi ile
bana dönerek:
-Bu sarayı halkın parası ile yaptırıyorsan;
Bil ki bu bir zulümdür..
-Yok kendi paran ile yaptırıyorsan;
Bil ki bu da israftır.. Dedi” (Kutlu, 2000, s.
15).
Rüyadan kan ter içinde uyanan şeyh, çamaşır
değiştirir ve uzun bir zaman okuyup üfürür.
Yaratana sığınıp, Hz. Peygamber’den şefaat,
efendisinden himmet dileyerek yeniden başını
yastığa koyar. Rüyasında bu defa efendisini görür.
Şeyh efendinin burada söylediği sözler, modern
zamanlarda yaşayan Müslümanların ideal bir
dindarlık için zihnini meşgul eden “zenginlikfakirlik,
köy-şehir” tartışmasına çözüm
niteliğindedir:
“Âlem-i manada bana şöyle buyurdu: “Hz.
Ebûzer-i Gıfarî haklıdır, amma ben de
haklıyım. Köyde eskinin insanlarına eski usul
üzere hizmet etmek kolay; zor olan fitnenin
fink attığı bu şehir yerlerinin yeni insanlarına
mürşit olabilmektir. Bakalım el mi yaman, bey
mi yaman” (Kutlu, 2000, s. 16)
Kutlu’nun hikâyesindeki şeyh efendinin yaşadığı
bu tecrübenin aktarılması “okuyup dinleyen ibret
alsın” şeklinde ifade edilir. Şeyh efendi bir
taraftan şehirdeki bu tecrübesini verilmesi gereken
bir imtihan olarak nitelendirir, diğer taraftan ise
durumdan şikâyet eder. Bu minvalde artık elini
sıcak sudan soğuk suya vurmaz olduğunu, ihvan
halkası genişlesin diye her mevsim başka bir
diyara konuk olduğunu, kuş sütü kuru üzüm ile
beslendiği için iyice şişmanlayıp nefes darlığı
çekmeye başladığını söyler. Şehir insanının daha
da zengin olmak telaşıyla çokça kuşku taşıdığını
ve fazla çocuk sahibi olmamak için icat olunan
yolların caiz olup olmadığını sorduğunu aktarır.
Bunların yanı sıra daha birçok meseleye ilişkin
kendisine sorular sorulduğundan da söz eder.
Kutlu’nun “Sır” hikâyesinde, günümüzde tarikat
ve cemaat yapıları ile siyaset ilişkisine dair bir
kapı da aralanır. Kutlu, siyasetin insan öğüten bir
mekanizma olduğuna dair düşüncesini (Tosun,
2004, s. 112) hikâyesinde de ortaya koyar. Şeyh
efendi üzerinden, tarikat ve cemaat yapıların
“tekkelerinin itibarının artması ve ihvanlarının
işlerinin yoluna girmesi” beklentisiyle siyasetle
düşüp kalkmaları açısından tenkit edilir.
Hikâyenin sonunda, şeyh efendinin içerisinde
bulunduğu çelişkili hali ve bu halden kurtuluşu ise
ayna metaforuna başvurularak şu sözlerle tasvir
edilir:
“Bir boy aynasında kendimi gördüm.
Sarıklı, cübbeli, sakallı, heybetli bir adam.
Lakin artık gün görmemekten olacak çehresi
iyice beyazlamış, yanakları pembeleşmiş.
Ellerime baktım, tombul tombul olmuş.
Aynada bakarken kendime, nasıl bir fütuhat
olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.
Orada ne gördüm, onu burada söyleyemem.
Hal ehli bilir.
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2017), 3(1) 27
Cübbemi çıkardım, yavaşça sarığımı yere
koydum.
Tekkeden çıkıverdim.
Ardımdan “Efendi sırroldu” demişler.
Kerametlerimi anlata anlata bitiremez
olmuşlar. Öyle ki bunlardan bir kısmını
kitaplara yazıp, ciltleyip satar olmuşlar.
Lakin bütün bunlar fitneyi durduramamış.
Herkes birbirine soruyormuş: “El kimde?”..
Allah’tan korkmayıp “El bende” diyenler
olduğu gibi, bunu kabul etmeyenler de olmuş.
Bizim tekkeden, birkaç tekke daha doğmuş”
(Kutlu, 2000, s. 17-18).
Sonuç
Fars edebiyatının XIII. yüzyıldaki en önemli
temsilcilerinden olan Sa‘dî-yi Şîrâzî’nin Farsça
Gülistân kitabında yer alan “Rahata Kavuşan
Âbit” hikâyesi ile çağdaş Türk edebiyatının
önemli temsilcilerinden Mustafa Kutlu’nun “Sır”
hikâyesi birçok benzerlik taşır. Her iki eserde de,
hemen her dönemde dindar insanların zihnini
meşgul eden zenginlik-fakirlik, cemaat/tarikatsiyaset
ilişkileri gibi konular tasavvuf erbabı
üzerinden tartışılmıştır. Bu benzerlik, aslında
şaşılası bir durum değil, tersine aynı kaynaktan
beslenmenin ve aynı kaygıyı taşımanın bir bakıma
gereğidir.
Şirazlı bilge Sa‘dî ile Kutlu’nun ortak bir temayı,
benzer bir anlatımla ortaya koymuş olması,
bugünkü edebiyatımızın gelenekle bağının
korunması ve zenginleşmesi açısından iyi bir
örnek olarak görülmelidir. İki yazar da, her bir
hikâyesinde küçük tablolar halinde, yaşadıkları
toplumun problemlerini, idealini taşıdıkları hayat
felsefesinin gereği yansıtmıştır. Onlar konuları
ince bir tenkit ışığında işlemiş, karakterleri,
toplumun yapısını, kurumların yaşadıkları
çürümeyi, din anlayışındaki sapmaları ve kişisel
menfaat peşinde koşan insanları incelikli bir
biçimde anlatmayı başarmıştır. Her iki yazarın
hem çalışmamızda konu edilen hem de diğer
hikâyelerinde açık olarak görülen “toplumsal
durumlara, olaylara ilişkin kimi sonuçları,
gelinecek noktaları tarih, sosyoloji ve iktisat
kitaplarından okuyarak değil, sanatçı sezgisiyle”
(Lekesiz, 2013, s. 226) ortaya koyma biçimleri,
hikâye etme güçlerinin dışında sahip oldukları ayrı
bir özelliktir.
Kaynakça
Balcı, M. (2016). Bir İslâm Medeniyeti Şairi Olarak Sa‘dî-yi
Şîrâzî’nin Poetikası. EKEV Dergisi, 66.
Bayramoğlu, F. (1983). Hacı Bayram Velî, Yaşamı, Soyu,
Vakfı (I-II), Ankara: TTK Yayınları.
Destgayb, A. (1345 hş.). Sa‘dî ve Tesevvuf. Peyâm-i Novîn
Dovre-yi Heştom-i Behmen, 8.
Kahraman, Â. (1998). Hikâye, DİA, XXVII, Ankara.
Kaplan, M. (2005). Hikâye Tahlilleri. İstanbul: Dergâh
Yayınları.
Koşan, H. (2013). Doğu-Batı Medeniyetleri Arasında
Mustafa Kutlu’nun Öykücülüğü, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Malatya.
Kutlu, M. (2000). Sır. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Lekesiz, Ö. (2013). Mustafa Kutlu’nun Hikâye Poetikası,
Sanat Bizim Neyimize?. İstanbul: Profil Yayıncılık.
Lekesiz, Ö. (2001). Yeni Türk Edebiyatında Öykü IV.
İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Pala, İ. (2003). “Zâhid”, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü.
İstanbul: L&M Yayınları.
Şîrâzî, Sa‘dî-yi, Gülistân, (Farsça basım), Hazırlayan ve
Notlandıran: Gulamhuseyn Yûsufî, Tahran 1377 hş.
Tosun, N. (2004). Türk Öykücülüğünde Mustafa Kutlu.
İstanbul: Dergâh Yayınları.
ARAŞTIRMA MAKALESİ

Konular