İRAN VE OSMANLI DEVLETİ ARASINDA MEZHEBİ İHTİLAFLARIN AZALTILMASI VE İSLÂM BİRLİĞİ TEŞEBBÜSLERİ (1555-1746)

İRAN VE OSMANLI DEVLETİ ARASINDA MEZHEBİ İHTİLAFLARIN
AZALTILMASI VE İSLÂM BİRLİĞİ TEŞEBBÜSLERİ (1555-1746)
Reduction of Madhab Diferences Between Persia and Ottoman Government
and Attempts of Islamic Unity (1555 -1746)
Yılmaz KARADENİZ
ÖZ
İran ve Osmanlı Devleti arasındaki mezhebi ihtilaflar, muhtelif dönemlerde
farklılık göstermiştir. Safevi Devleti’nin kuruluşunu gerçekleştiren Şah I. İsmail
döneminde ortaya çıkan mezhebi ihtilaflar, Şah I. Tahmasb döneminde imzalanan
Amasya Anlaşması ile azalmıştır. İki ülke arasındaki ilişkileri sadece savaşlardan
ibaret sayan tarihçiler, bölgede cereyan eden hâkimiyet savaşlarını mezhebi
farklılığa bağlayarak o dönemdeki İttihad-ı İslâm teşebbüslerini görmezden gelmiş
ve iki Müslüman millet arasında düşmanlığa sebep olmuşlardır. IV. Murad ile Şah
Safi arasında imzalanan Kasr-ı Şirin (Zuhab) Anlaşması, ihtilafları en alt seviyeye
indirmiştir.
Nadir Şah, iki Müslüman halk arasında mevcut mezhebi ihtilafların sona
ermesini ve birlik sağlanmasını istemiştir. Bunun için Caferi mezhebinin Sünni
Osmanlı Devleti tarafından beşinci mezhep olarak kabul edilmesi için İstanbul’a
mektuplar göndermiştir. Bundan bir netice alamayınca Necef’te bir komisyon
kurarak mezhebi ihtilafların halledilmesini istemiştir. Komisyona Kerbelâ, Necef,
Hille, Bağdat, Buhara ve Afganistan’dan Sünni ve Şii uleması katılarak meseleyi
istişare etmiştir. Komisyonun çalışmaları neticesinde imzalanan metinde, iki tarafın
birbiri aleyhinde küçültücü söz söylememeleri, İslâm halifelerine küfür edilmemesi
ve Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabul edilmesi kararı alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Safevi, Afşar, Sünni, Şii, Mezhebi İhtilaf,
İslâm Birliği
ABSTRACT
Madhab diferences between Persia and Ottoman Government has indicated
differences at various periods.Denominatioanal differences appearing at the time
of founder of Safavid Dynasty Shah 1 Ismael have reduced with the Amasya
Agreement signed at the time of Shah 1.Tahmasb. Historians who regard
relations between two countries only consist of wars, have ignared the attempts of

 Doç. Dr. Amasya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
yilmazkaradeniz44@hotmail.com
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
66
islamic unity by attributing the dominance war taking place in the region to the
madhab differences and have caused to hostility between two muslim nations.Kasr-ı
Shirin (Zuhab) Agreement signed between IV. Murad and Shah Safi have
minimized the disunity.
Nadir Shah,has wanted to conclude the denominational differences beteen
two muslim people and be provided unity.So he has sent letters to Istanbul for
admitting of Caferi madhab as fifth madhab by Sunni Ottoman Government. When
he couldn´t get result he has wanted to deal with denominational differences by
establishing a committee in Necef.To this committee shia and sunni madhab
scholars from Karbala, Najaf, Hille, Baghdad, Bukhara and Afghanistan has
counselled.In the text signed at the conclusion of committee workshop, not use to
insultin words against each other, not swear to Islam khalifs and to admit Caferi
madhab as a fifth madhab decissions have been made.
Keywords: Ottoman, Safavid, Afshar, Sunni, Shia, Madhab differences,
Islamic Unity
Giriş
İran’da Safevi Devleti’nin Şah I. İsmail tarafından 1501’de kurulmasından
sonra Osmanlı Devleti ile olan ilişkiler genellikle savaşlar şeklinde olmuştur. Şah I.
İsmail’in tahta geçerken Kızılbaşlara dayanması ve bunların da taassubu iyice
arttırmaları yüzünden her iki taraf bazen birbirilerini dinsizlikle suçlamışlardır
(Kumi, 1342: 166). Tebriz’de tahta oturan I. İsmail, kendisine yardım eden
Kızılbaşların isteği doğrultusunda emir vererek hutbelerde on iki imamın isimlerinin
zikredilmesini istedi. Bundan sonra Osmanlı Devleti ile ilişkilerinde bu koyu
taassubun etkisi görülmeye başlandı. Sünni Osmanlı Devleti’ne karşı yürütülen
menfi propaganda, karşılıklı ağır hakaretlere kadar giderek mezhebi farklılığın iyice
şiddetli bir hale gelmesi sağlanmış, iki devlet arasındaki ilişkiler hasmane bir
mecrada yürümeye başlanmıştır.
Şah I. İsmail, kurduğu Safevi Devleti’nin her alanına Kızılbaşların etkisini
dâhil ettirmek zorunda kalınca, ortaya mezhebe ve bir kesime bağlı bir siyasi
teşekkül ortaya çıkmış oldu. Asker olarak istihdam edilen Kızılbaşlar, nüfuzlarının
devamını istiyor ve sadece kendi inançlarına göre bir yapının devam etmesine
uğraşıyorlardı. Bu da daha sonra hem içte ve hem de Osmanlıya karşı yürütülen
siyasette sıkıntılara sebep oluyordu. Osmanlı Devleti de aynı seviyede olmazsa da
hasmane bir tutum izliyordu. Dönemin tarihçisi Hoca Sadettin Efendi, Şah I. İsmail’i
“pelîd (kötü, pis, kirli)” vasıflandırırken, müritlerini de “Türkan-ı bi idrak (idraksiz
Türkler)” olarak tavsif etmiştir. Eserinde; “Başına taç aldı çığdı, ol pelîd itdi bi
edrâk-ı etraki mürid” sözlerini sarf etmiştir Hoca Sadeddin Efendi, 1992: 52-54).
Kemal Paşazade ise Şah İsmail ile alakalı olarak hakaret içeren şu sözleri sarf
etmiştir; “Bir baykuş gibi yoldan çıkmış Şah İsmail, Gilan’ın köşelerinde oturduğu
zaman iç karışıklıktan istifade eden Bayındır beyleri Anadolu’ya geldi. Halife ve
dostlarına mesaj gönderdiler. Teke Türkmenleri ve fırsat bekleyen arkadaşlarını
etrafında topladılar. Bu efrad onun nezdinde yakınlaştılar ve Kızılbaşlar arasında
cesaretleriyle meşhur oldular. İşsiz ve arsız efrad, onun komutasında tümen (askeri
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
67
birlik) olduktan sonra izzet ve hürmeti elde ettiler. Bunlardan haberdar olanlar
evlerini ve bahçelerini satıp kaçtılar.” (Uğur, 1987: 13-17).
Kızılbaşlar ve bunların inançlarıyla ilgili Hüseyin bin Abdullah Şirvani, “el
Ahkamü’d-diniyye fi Tekfir-i Kızılbaş” isimli eserinde, Kızılbaşların Kur’an-ı
Kerim’i tandırda yaktıklarını, alay ettiklerini ve hiçbir ihanetten kaçınmadıklarını
söyleyerek katledilmeleri gerektiğine dair fetva vermiştir (Şirvani, 1376: 525).
Osmanlı uleması da Kızılbaşları “Rafizi, küfre düşen ve mürted” olarak görmüş ve
bu yönde fetvalar vermişlerdir (Abedini, 1388; 102). Bu fetvalardan Yenişehirli
Abdullah Efendi’nin “Behcetü’l-fetavi,” isimli eseri, Muhammed Fakihi el-Ayni
tarafından tercüme edilip tashih edilmiştir (Abdullah Efendi, 2012). Fetvada,
Kızılbaş ve Şii İranlılar mürted sayılmış, çocukları da dâhil pazarlarda köle olarak
satılmaları caiz görülmüştür (Fetva Mecmuaları: 60). Sultan Mahmud dönemi
şeyhülislâmı ve Nadir Şah’ın Necef’te topladığı komisyona Osmanlı Devleti adına
katılan Süveydi’nin kaleme aldığı “Risale-i Sur-ı Fetavi fi Hakk-ı Revafiz-i Acem”
isimli risalede, Kızılbaşların mürted oldukları söylenerek tahrik yoluna gidilmiştir
(Süveydi: 3687/1). Karşılıklı yazılan tahrik edici risale ve fetvalar, iki devletin siyasi
olarak birbirini rakip görmelerine ve yapacakları askeri seferlerde meşruiyet
bulmalarına sebep olmuştur.
Şah I. İsmail’den Sonra Mezhebi İhtilafları Azaltma Çabaları
Osmanlı Devleti ile Safeviler arasındaki siyasi çekişme ve mücadele,
Yavuz Sultan Selim’in 1514’teki Çaldıran zaferinden sonra azalmış, iki devlet
arasında dostluk öne çıkmaya başlamıştır. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) ile
Şah I. Tahmasb (1524-1576) arasında 1555’te imzalanan Amasya Anlaşması ile
ilişkilerin savaşsız devam etmesi sağlanmıştır (Abedini, 1387: 97). Bu anlaşmadan
sonra Osmanlı padişahı ile İran şahı arasında yapılan yazışma ve mektuplaşmalarda
kullanılan dil de yumuşamıştır (Abedini, 1388: 103). Şah I. Tahmasb, Kanuni Sultan
Süleyman’ın tahta cülûsunu tebrik etmek için bir heyeti kıymetli hediyeler ile
birlikte İstanbul’a göndermiştir. İran ile Osmanlı Devleti arasındaki bu dostluk
ilişkileri padişahın 1566’daki vefatına kadar sürmüştür. Yerine tahta oturan II. Selim
döneminde (1566-1574) ilişkiler aynı seviyede kalmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı-Safevi sınır emniyeti ve sulh
hali devam etmiş, Amasya Anlaşması’nın maddelerine riayet edilmiştir. Bu süre
içerisinde her iki ülkeye gelip giden Avrupalı elçiler, iki devletin arasını açmak için
çalışmış, İran’ın Osmanlı Devleti’ne savaş açması için uğraşmışlardır. İngiliz elçiler
başta olmak üzere batılı elçiler, İran’ın Osmanlı Devleti’ne savaş açması halinde
birlikte hareket etmeyi vaat etmişlerdir. Bağdat’ın İran’ın toprağı ve atalarının yeri
olduğunu söyleyerek kışkırtmaya çalışmışlardır. Ancak İran, bu dönemde savaşa
hazır olmadığını söyleyerek batılı devletlerin kışkırtmalarına gelmemiştir. Alman
seyyah Engelbert Kaempfer, bu hususta şunları kaydetmiştir; “İran’daki
elçiliğimizin en büyük görevi, İran’ı Osmanlıya karşı savaşa sürüklemekti.
Büyükbabaları olan Şah Safi’nin toprağı olan Bağdat üzerinden ihtilaf çıkartıp
birlikte hareket etmek istediğimizi telkin ediyorduk. Fakat veziriazam bu işe muvafık
olmayarak karşı çıkıyordu. Bu yüzden gayretlerimiz boşa çıkıyordu. O,
Hristiyanlarla birlikte yapılacak bir fütuhatı istemiyordu. Bu yüzden her defasında
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
68
bize red cevabı veriyordu. Veziriazam bize şöyle diyordu; Şah, Osmanlı ile savaşa
girmeyi sağlamak için yaptığınız ricayı kabul ederse, biz Osmanlı ile yaptığımız sulh
anlaşmasına riayet etmemiş oluruz. Ayrıca ahvalimiz ve durumumuz buna müsait
değildir.” (Kaempfer, 1350: 85).
Şah I. Tahmasb, Osmanlı padişahını “Sultan Gazi” ve “Mücahid-i fi
Sebilillâh” olarak bilmiş, onunla savaşmayı hilaf-ı şer‘ olarak telakki etmiştir.
Yazdığı tezkirede; “Osmanlı sultanı Freng canibine gazaya gitmiş, bizim onunla
gitmemiz gerekir. Yoksa kardeşimizi ve oğlumuzu öldürmüş olsa dahi işimiz önden
gitmektir. Çünkü gazaya gitmek sadece onun görevi değildir. Dini dünyaya
satmamamız gerekir.” demiştir (Şah Tahmasb, 1343: 21).
İran’da Şah I. Tahmasb’ın 1576’daki vefatından sonra yerine kimin
geçeceği hususunda Kızılbaşlar arasında çıkan ihtilaf ülkeyi iç karışıklığa sürükledi.
Yerine oğlu Haydar Mirza tahta geçtiyse de bir gün sonra Kızılbaşlar tarafından
öldürülünce II. İsmail tahta getirildi (Newman, 2006). Osmanlı Devleti, bu iç
karışıklıktan istifade ile İran’ın batı ve kuzeyinde bazı fetihler gerçekleştirdi. II.
İsmail’in bir yıl süren saltanatının sonunda zehirletilip öldürülmesiyle yerine
Muhammed Hüdabende tahta geçti. Onun da kısa saltanatından sonra Şah I. Abbas
İran tahtına oturdu. Şah I. Tahmasb dönemindeki siyasi ve askeri ihtilaflar I. Abbas
dönemine (1587-1629) kadar geldi. I. Abbas’ın sulh isteği, Avrupa’da savaşlar ile
meşgul olan Osmanlı Devleti tarafından olumlu karşılandı. Bu dönemde
Osmanlıların Hristiyan Avrupa ile savaşması İran tarafından takdirle karşılanıyor ve
Kızılbaşların da bu cihada iştirak etmeleri gerektiği yönünde açıklamalar
yapılıyordu (Felsefi, 1353: 8). I. Abbas, Osmanlı padişahına “mücahid” ve “gazi”
olarak hitap etmeye başlamış, Frenklerle olan savaşını “cihad” olarak görmüştür.
İran’daki iç karışıklığı bertaraf ettikten ve ordusuna çekidüzen verdikten sonra
Azerbaycan, Ermenistan ve Bağdat taraflarına sefer düzenleyerek buraları feth
etmiştir. Şah I. İsmail döneminde Osmanlı Devleti ile olan mezhebi ihtilaf bu
dönemde yerini itidale bırakmıştır (Kazvini, 13529: 54).
III. Murad döneminde (1574-1595) Osmanlı ordusunun Avrupa taraflarına
yaptığı seferler sırasında Safevi şahı Şah I. Abbas (Sümer, 1990: 11), Hristiyanlara
karşı yapılan mücadele ile alakalı muhabbet içeren bir mektubu padişaha
göndermiştir. Mektubunda; “Fetih ve zaferin kulağımıza gelmesini ümid ediyoruz ve
bekliyoruz. Bütün bu diyardan dualarımız size ulaşır. Bu şekildeki müjde büyükten
küçüğe herkesin ruhunu mesrur eder. İslâm askerinin küffara karşı gazası, iki devlet
arasındaki ilişkileri daha da sağlamlaştırır. Aramızda ayrılık vaki değildir… Eğer
ferman buyurursanız Kızılbaş askerleri ve ümerası memalik-i mahruse sınırına
vakıftırlar, hemen gönderirim… Gazanın sevabından faydalanmak istiyoruz”
cümlelerini kullanmıştır (Felsefi, 1353: 8).
Zuhab Anlaşması İran ile Osmanlı arasında sulhu sağladığı gibi sınırları
kati olarak belirlemiş, bundan sonra yapılan anlaşmalara istinat teşkil etmiştir. Bu
şekildeki durum, Nasırüddin Şah dönemine kadar gelmiştir. İki devlet arasındaki
sulh hali yaklaşık doksan yıl sürmüş, İstanbul ve İsfahan arasında elçiler gidip
gelmiştir (Riyahi, 1368: 45).
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
69
Şah I. Abbas, Osmanlının küffara karşı yaptığı savaşları cihad olarak
görmüş, küffarın İran ile Osmanlı arasında ihtilaf olduğunu görmelerini
istememiştir. Bu minval üzere devan eden ilişkiler, IV. Murad ( 1623-1640) ile Şah
Safi (1629-1642) arasında 1639’da imzalanan Kasrışirin (Zuhab) Anlaşması’na
kadar sürmüştür (Mostevfi, 1375: 106). Şah Safi, tahta oturduktan sonra devlete
hizmet etmiş olan Hürmüz fatihi İmam Kuli Han ve Genc Ali Han’ın da aralarında
bulunduğu bazı komutanları ortadan kaldırdı (Browne, 1369: 119-Şabani, 1377: 15).
Devlet büyüklerinin ve komutanların öldürülmesi, devlet idaresinde boşluğa sebep
oldu. Bu yüzden Osmanlı devleti ile yapılan savaşlarda yenilgiler alındı. IV. Murad,
İran üzerine düzenlediği bu sefer ile Bağdat’ı 1638’de tekrar fethetmiş, Basra ve
Şehrizor’u Osmanlı hâkimiyetine almıştır. Böylece Mezopotamya bölgesi İran’ın
elinden çıkmıştır. Bundan sonra iki devlet arasında mezhebi farklılıklar ilişkilere
tesir etmeye başlamıştır (Kazvini, 1329: 52-Abedini, 1388: 104).
Tahir Vahid Kazvini, Bağdat’ın IV. Murad tarafından feth edilmesiyle
alakalı olarak “Abbasname” isimli eserinde şunları kaydetmiştir; “Al-i Osman
ordusu Sultan Murad komutasında Irak-ı Arab’a saldırdı. Bu ülkenin soylu ve nefis
şehrini bedeninden ayırabildiler… Sultan İbrahim’den sonra Sultan Murad Osmanlı
tahtına ulaştı. Yusuf Ağa vasıtasıyla gayet müeddebamiz bir mektubu İran’a
gönderdi. Sefir-i mezbur, Kazvin’de şerefle karşılandı. Saadetâbad salonunda
kutlanan Nevruz Bayramı şenlikleri sırasında şahın huzuruna çıktı. Osmanlı
elçisinin şayan olan kabulü için emir verdiler.” (Kazvini, 1329: 45-52).
Bağdat’ın Osmanlı Devleti tarafından tekrar feth edilmesinden sonra
1639’da imzalanan Kasrışirin (Zuhab) Anlaşması, Nadir Şah dönemine kadar ve
hatta Nasırüddin Şah döneminde imzalanan Erzurum Anlaşması’na kadar olan bütün
anlaşmalara temel teşkil etmiş, bundan sonra iki devlet arasında imzalanan
anlaşmaların maddeleri Kasrışirin (Zuhab) Anlaşması’na istinaden düzenlenmiştir.
Bu anlaşma ile Bağdat, daimi bir şekilde İran’ın elinden çıkmıştır (Abedini, 1384:
29-42). Anlaşma maddeleri tamamıyla Osmanlı Devleti lehinde olup siyasi ve
iktisadi neticeleriyle İran için zararlı olmuştur. Osmanlı Devleti, Bağdat’ı almakla
sadece Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki topraklara sahip olmakla kalmamış, ticaret
için önemli bir mevkide bulunan Basra’ya da sahip olmuştur. Şiiler için kutsal
sayılan şehirler İran’ın elinden çıktığı gibi tüccarları ve ziyaretçileri sıkıntı çekmeye
başlamıştır (Abedini, 1388: 105).
Kasrışirin (Zuhab) Anlaşması maddelerinin uzun müddet yürürlükte
kalması, İran’ı içte rahatlatmış, Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki toprakları tekrar
ele geçirme teşebbüslerini sonlandırmış, Şah I. Abbas döneminde alınan yerlerin
elden çıkmasına sebep olmuştur (Muhammed Hasan Han, 1380: 940-Naima Efendi,
1281: 394-Kazvini, 1329: 50-Abedini, 1385). Osmanlı Devleti için ise Bağdat, Basra
ve Şehrizor’un alınması önemli olmuş, bu yüzden yapılan seferde binlerce asker
hayatını kaybettiği gibi Mehmed Paşa gibi önemli devlet adamları da hayatlarını
kaybetmişlerdir. Savaştan sonra buradaki transit ticaret yolu Osmanlıların eline
geçmiştir. Anlaşmadan sonra iki devlet arasında mezhebi ihtilaflar azalmıştır
(Hidayet, 1380: 6899-Münşi, 1350: 1003).
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
70
Şah II. Abbas döneminde (1642-1666), iki devlet arasında tekrar dostane
ilişkiler kurulmuştur. İran’ın Osmanlı Devleti ile dostluğu ve batı sınırlarında ihtilaf
çıkmaması, şahın 1648’de Kandahar’a sefer düzenlemesini ve burayı feth etmesini
sağlamıştır (Abedini, 1384: 98). Osmanlı padişahı Sultan İbrahim (1640-1648),
Kandahar’a düzenlenen bu sefer sırasında Şah II. Abbas’a dostane bir mektup ve
kıymetli hediyeler göndermiş, şah da aynı kabilden bir mektubu, kıymetli
hediyelerle birlikte padişaha göndermiştir (Nasiri, 1373: 142-Abedini, 1388: 106).
İran, Şah Süleyman döneminde (1666-1694) Osmanlı Devleti ile sulh
içerisinde olmuş, Kasrışirin (Zuhab) Anlaşması’nın maddelerine riayet etmiştir.
1683-1693 yılları arasında İran’da bulunan Alman seyyah Engelbert Kaempfer, İran
ile Osmanlı Devleti’nin arasını açmak için çok çalışmıştır. Eserinde bu husus ile
alakalı olarak şunları kaydetmiştir; “… Sefaretimizin hedefi İran sarayını Osmanlı
Devleti’ne karşı savaşa kışkırtmaktı. Bunun için de Bağdat’ın şahın ceddinin malı ve
İran’ın mülkü olduğunu, birlikte Osmanlıya karşı girip alınabileceğini söyledik.
Ancak veziriazam bu teşebbüsümüze karşı çıktı. İki devleti birbirine düşürme
gayretlerimiz bir sonuca ulaşamadı.” (Kaempfer, 1363: 43). Şah Süleyman’ın
veziriazamı Şeyh Ali Han Zengine, yabancıların İran işlerine karışmasını istemiyor
ve engellemeye çalışıyordu. Kaempfer, şahın kendi tekliflerine sıcak baktığını, fakat
her defasında Şeyh Ali Han’ın engellediğini kaydetmiştir. Şeyh Ali Han, İngilizlerin
bu görevi Kaempfer’e verdiğini fark ederek akıllı davranmış, yapılan hamleleri boşa
çıkartmıştır (Abedini, 1388: 106).
Şah I. Hüseyin, kendi döneminde (1694-1722) Osmanlı Devleti tarafından
İran’a elçi olarak gönderilen Dürri Ahmed Efendi iyi karşılanmış ve bizzat
görüşmüştür. Şah, Dürri Ahmed Efendi ile konuşmasının bir yerinde şunları
söylemiştir; “Ben Osmanlı sultanına duacıyım. Onlar ve ataları bütün zamanlarını
kâfirlerle savaşmakta geçirmişlerdir. Dua etmek üzerimize vacibtir.” (Abedini,
1387: 99). Ancak bu durum daha sonra savaşa tebdil etmiş, Osmanlı Devleti’nin
Avusturya ile yaptığı savaşların yenilgileri ve akabinde 1718’de imzalanan
Pasarofça Anlaşması’nın ağır kayıpları (Özcan, 2007: 179-Kurtaran, 2014: 393),
İran’a açılan seferler ile telafi edilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde İran’a elçi olarak
gönderilen Dürri Ahmed Efendi (Talay, 1994: 34-35), hem İran’ın durumunu
öğrenmeye çalışmış, hem de Avusturya ile varılan anlaşma gereği, Osmanlı
toprakları üzerinde geçen İran transit ticaret yolunun durumunu görüşmüştür. O
dönemde Osmanlı ve İran üzerinden geçen doğu-batı ticaret yolu kapalı olup her iki
ülkeye büyük zararlar veriyordu. Hatta İran, bu yolun kapalı olması sebebiyle
Suriye, Benderabbas, Fars Körfezi ve Ümit Burnu yoluyla Hazar Denizi ve Rus
yollarını kullanıyordu. Osmanlı Devleti, Avusturya ile imzaladığı Pasarofça
Anlaşması’nda İran ticaret yolunun açılması taahhüdünü vermişti. Bu anlaşmanın
akabinde Avusturya ile on dokuz maddeden müteşekkil imzalanan ticaret anlaşması,
Osmanlı toprakları üzerinden geçen İran ticaretini serbest bırakıyordu. Avusturya
elçisi İstanbul’a gelerek Osmanlı Devleti’nin İran’a bir elçi göndermesini rica
etmişti. Dürri Ahmed Efendi bu husus için İran’a gönderilmişti (Lockhart, 1380:
187-Riyahi, 1368: 100).
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
71
Osmanlı elçisi Dürri Ahmed Efendi ile birlikte 1721’de İstanbul’a
gönderilen Murtaza Kuli Han, edebiyat ve şiirde maharetli olduğu için sadrazam
Damad İbrahim Paşa’nın dikkatini celb etmiştir. İngiltere’nin İstanbul elçisi
Abraham İstaniyan, İran elçisinin İstanbul’a gelmesi üzerine kendi hariciyesine
gönderdiği raporda şu cümleleri kullanmıştır; “İki devlet arasında hüsn-ü tefahüm
(iyi niyet) oluşmaktadır. İran’da bu vakit büyük bir isyan çıkmıştır. Padişahın
İran’daki tüccara izin verilmesinden duyulan memnuniyet İran şahına bildirilmiştir.
İranlılar bu bakımdan Türklerle yakınlaşmaktadırlar. Padişahın İran’daki Afgan
isyancılarına yardım etmemesi istenmiştir.” İran elçisi Murtaza Kuli Han, bir ay
İstanbul’da kaldıktan sonra izin alarak İran’a dönmüştür. Ancak bu sırada İsfahan
Afgan istilacıların eline geçmiş, ülkenin bir kısım toprakların Afganlıların eline
geçmiştir. Osmanlı Devleti, İran’ın bu karışık durumundan istifade etme yoluna
gitmemiştir (Mostevfi, 1375: 132).
İran ile Osmanlı Devleti arasında akdedilen sulh anlaşmaları yaklaşık
doksan yıllık bir barış dönemi sağlamıştır. Şah Safi, II. Abbas, Şah Süleyman ve Şah
Sultan Hüseyin dönemlerinde İstanbul ile İsfahan arasında elçiler gidip gelmiştir.
Sultan Hüseyin’in Dürri Ahmed Efendi’ye muhabbetâmiz şu sözleri, iki devletin
dostane ilişkilerine işaret etmektedir; “Ben onların duacısıyım. Onlar ve ataları
kâfirlere karşı yaptıkları savaşlar ile zamanlarını geçirmişlerdir. Onlara dua etmek
üzerimize vaciptir.” (Riyahi, 1368: 86-Abedini, 1388: 107-Lockhart, 1386: 248).
İran’ı istila eden Afganlıların başında bulunan Mahmud Afgan, 1722’de
İsfahan’ı muhasara edip ikmal yollarını keserek halkı ve orduyu teslime zorladıktan
sonra Safevilerin inkırazına sebep oldu (Abedini, 1388: 108). Şah Hüseyin,
Ferahabad’a giderek İran tahtını Mahmud Afgan’a teslim etti. 23 Ekim 1722’de
Cuma günü kendi nezdine gelen Şah Hüseyin’i kabul eden Mahmud Afgan, İran
tahtını ele geçirmiş oldu. Afgan istilası ile iç karışıklığa sürüklenen İran’ın bu
durumundan istifade eden Osmanlı Devleti, Pasarofça Anlaşması ile Avusturya
karşısında kaybettiği itibarı doğuda yapacağı seferler ile telafi etmek istiyordu.
Devlet adamlarının ısrarı ile Damat İbrahim Paşa İran üzerine sefer hazırlığına
girişti (Mostevfi, 1375: 132-Riyahi, 1368: 50).
İsfahan’ın Afgan istilasına uğramasından sonra bir yıl önce bir araya gelen
devlet erkânı, veliaht Tahmasb Mirza’yı Kazvin’e göndererek Afganlılara karşı
savaşabilecek kuvvetler toplamasını istemişlerdi. Ancak Tahmasb Mirza bunu
başaramayınca İsfahan Afganlıların eline geçti (Maraşi Safevi, 1361: 57). Mahmud
Afgan, İsfahan’ı ele geçirdikten sonra kuvvetlerinden bir kısmını Kazvin’deki
Tahmasb Mirza üzerine gönderince, şehzade buradan kaçıp Tebriz’e geldi. Burada
da kendisine bağlı kuvvetler toplamaya çalıştığı sırada Kazvin halkı Afgan
istilacıları şehirden kovmayı başardı. Bunlardan bir kısmı İsfahan’a gelerek
Mahmud Afgan’a iltihak etti (Mostevfi, 1375: 142-Abedini, 1387: 101).
Afganlılar İran’ı istila ettikten sonra Mahmud Afgan’ın yerine geçen Eşref
Han, Sünni Osmanlı Devleti’ni de yanlarına çekmek için İstanbul’a Abdülaziz isimli
bir elçiyi İstanbul’a göndererek, İran’da Şiilerin atılması için birlikte hareket etmeyi
teklif etmiştir. Ancak bu teklif Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmemiştir. İran’a
eli boş dönen elçi, Osmanlı devlet adamlarını kınamıştır (Lockhart, 1386: 248).
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
72
Tahmasb Mirza, asker toplamak için Tebriz’den Mazenderan ve Erdebil’e
gitti. İran topraklarını istila eden Afganlıların bütün şehirleri istila etmelerini
önlemeye çalıştı. Ancak çabalara rağmen istediği neticeyi alamayınca Horasan’a
kaçmak zorunda kaldı. Burada bulunan Türkmen, Kaçar ve Afşarlara mülhak oldu.
Tahmasb Mirza, İran’ın bir kısım topraklarının işgale uğradığı bu dönemde Osmanlı
devleti olan ilişkilerini sürekli iyi tuttu. Eşref Afgan, her fırsatta İran’daki
hâkimiyetinin Osmanlılar tarafından resmen tanınmasını istediyse de muvaffak
olamadı. İstediği neticeyi alamayınca kendi Sünni ulemasını Osmanlı Devleti’ne
göndererek iki devlet arasında bir savaşın olmamasını temin etmeye çalıştı (Abedini,
1388: 109). Ancak bütün gayretlerine rağmen Osmanlı ordusu İran üzerine yaptığı
seferlerde galip geldi. Eşref Afgan sulh istemek zorunda kaldı. On iki maddelik
anlaşmaya göre Osmanlı padişahı halife olarak tanınacak, Eşref Afgan da İran
hükümdarı kabul edilecekti (Muhammed Hasan Han; 1380: 1023-Floor, 1367: 18).
Osmanlıların İran’da ele geçirdikleri topraklar kendisinde kalacaktı. 1730’da Nadir
Kuli Mirza komutasındaki Afşarlar, Afganlıları İran’dan çıkardıktan sonra Tahmasb
Mirza’yı şah olarak İran tahtına oturttular (Mostevfi, 1375: 155-Özcan, 2006: 276).
Tahmasb, Mirza, Afgan istilası ve iç karışıklığın sona ermesinden sonra İsfahan’a
döndü (Mostevfi, 1375: 155).
Şah Tahmasb, Afgan istilası devam ettiği sırada Meşhed’de Nadir Kuli
Mirza ile yaptığı anlaşma gereğince, istila ve iç karışıklığın sona erdirilmesinden
sonra Horasan, Kirman ve Mazenderan taraflarını ona tevcih etti. Kendisi de
İsfahan’da eğlence ve sefahat ile günlerini geçirmeye başladı. Hazin Lahici,
Tahmasb Mirza’nın bu halini yazdığı şiirlerinde hiciv etmiştir (Lahici, 1357: 102).
Nadir Şah’ın Mezhebi İhtilafları Azaltma Çabaları
Şah Tahmasb, İsfahan’da eğlence ile günlerini geçirdiği sırada Hemedan’ın
Kurican mevkiinde meydana gelen savaşta İran ordusu, Serasker Ahmed Paşa
komutasındaki Osmanlı orduları karşısında ağır bir yenilgi almış, iki taraf arasında
imzalanan Ahmed Paşa Muselahası ile İran ağır kayıplara uğramıştır (Uzunçarşılı,
1982: 219-Şemdanizade, 1976: 28-33). Bu anlaşma, 1736’da İran tahtına oturacak
olan Nadir Kuli Mirza tarafından kabul edilmemişti. Anlaşmanın İran aleyhindeki
ağır şartları, Nadir’in II. Tahmasb’ı tahttan indirmesine sebep olmuş, 1736’da
Mugan’da topladığı devlet adamları, Şii ulema ve halkın huzurunda beyan ettiği
şartlarının kabulü ile hükümdarlığını ilan etmiştir (Esterabadi, 1341: 234-Arutin,
1942: 43). Nadir Şah, hükümdarlığını ilan etmeden önce Kızılbaş reislerini
toplayarak II. Tahmasb’ın yetersiz olduğunu, Osmanlı Devleti ile yapılan savaşta
başarısız olmakla kalmayıp toprak kayıplarına sebep olduğunu, bu yüzden tahttan
indirilmesi gerektiğini ve yerine çocuk yaştaki oğlun Abbas’ın III. Abbas unvanıyla
tahta geçmesini kabul ettirmişti. 1732’de gerçekleşen bu hadiseden sonra bütün
devlet işlerini kendi uhdesine almıştı (Abedini, 1387: 102). Mostevfi, bu dönemde
Safevi devlet adamlarının günlerini sefahat içerisinde geçirdiklerini, Nadir Şah’ın iyi
bir komutan olarak idareyi toparladığını kaydetmiştir (Mostevfi, 1375: 158).
Nadir Şah, Mugan Ovası’nda topladığı kurultayda Şii uleması, devlet
görevlisi ve halktan, Safeviler ile başlayıp İslâm âlemi içerisinde tefrikaya sebep
olan ehl-i sünnet karşıtlığını, bazı sahabelere küfretmeyi ve Kızılbaşların küfre varan
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
73
Şii taassubu terk etmelerini şart olarak istemiştir. Kurultayda bu şarta muhalefet
eden ulemaya rağmen diğerleri tarafından tahta geçmesi kabul edilmiştir (Maraşi
Safevi, 1361: 103). Ayrıca Caferi mezhebi Sünniler tarafından beşinci mezhep
olarak tanınacak ve bunun için çalışılacaktı. Caferi ulemasının Kâbe’de beşinci rükn
ihdası isteği yerine getirilecekti (Esterabadi, 1341: 219-Tehrani, 1349: 210).
Nadir Şah, İran tahtın oturduktan sonra Osmanlı padişahına hem tahta
cülusunu bildiren ve hem de Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabul edilmesini havi
bir mektup göndermiştir (A.DVNS. NMH. d.00003-2). Mektubunda, ayrıca
kendisinin daha önce Osmanlı Devleti ile hiçbir anlaşma imzalamadığını da
söylemiştir. Mehdi Han Esterabadi, bu hususta şunları kaydetmiştir; “Osmanlı
Devleti idarecileri, Caferi mezhebi ve Mekke’de rükn tahsisi şartlarını kabul
etmediler. Makam-ı vezir-i vâla Mustafa Paşa, Musul valisinin ulemadan iki kişiyi
tebrik için Nadir’in dergâhına göndermesini istedi. Osmanlı devlet ayanı mezhep ile
ilgili olarak, Caferiliğin beşinci mezhep sayılmasını kabul etmiyorlardı. Kâbe’de
rükn tahsisine de iyi bakmıyorlardı. O sırada Kandahar’ın fethi gerçekleştiği için
varid-i şehir oldular.” (Esterabadi, 1341: 602-Felsefi, 1328: 4-12).
Nadir Şah, İran tahtına oturduğu zaman ilk hedefine İslâm mezhepleri
arasında vahdetin lüzumlu olduğunu ortaya koymuş ve bunu mühim siyasi hedef
olarak seçmiştir (Abedini, 1387: 103). Mezhep ile ilgili lafzi ihtilaftan kaynaklanan
ve yaklaşık yüz yıl süren düşmanlığın sona ermesini istemiştir (A.DVNS. NMH.
d.00003-21,25,28). Mugan’daki kurultayda, rüesaya, şehir idarecilerine ve halka,
Şah I. İsmail’in koyduğu kötü bidati terk etmelerini istemiş, Osmanlıların da
İranlıları kâfir görmemeleri için harekete geçmiştir. Osmanlıların bunu kabul
etmemeleri halinde kılıç zoruyla kabul ettireceğini ve ihtilafı mutlaka halledeceğini
söylemiştir (Abedini, 1388: 111). Rıza Şabani, bu hususta şunları kaydetmiştir;
“Fakat söylemek gerekir ki, onun bu zemindeki samimâne teşebbüsü, saltanatının
sonuna kadar gerçekleşmedi. Osmanlılar iki komşu millet arasındaki mezhebi
farklılıklardan hâsıl olan münakaşaları ve ihtilafları gidermek için hiçbir adım
atmadılar.” (Şabani, 1377: 39-Abedini, 1387: 104).
Osmanlı Devleti ile İran, bu şekilde birkaç yıl birbiriyle savaşarak güç
kaybetti. Nadir Şah, üç defa Bağdat’a sefer düzenlediyse de her defasında içte
meydana gelen karışıklıklar fethe izin vermemiştir. Ömrünün sonuna doğru, artık
Osmanlı Devleti’nin mezhep ile ilgili önerisini kabul etmeyeceğini düşünerek çareyi
oluşturulacak bir ulema meclisine havale etmede bulmuştur. 1743’te yaptığı son bir
hamle ile iki mezhep arasında yakınlaşmayı sağlamak için Necef şehrinde Şii ve
Sünni ulemadan oluşan bir komisyon kurmuştur. Bu teşebbüs gerek İslâm dünyası
ve gerekse Ortadoğu için önemliydi (Abedini, 1387: 105).
Nadir Şah’ın İttihad-ı İslâm Teşebbüsü ve Necef Komisyonu
Nadir Şah, kendi döneminin son yıllarına kadar Osmanlı Devleti ile
hâkimiyet mücadelesi yapmıştır. Bu süre içerisinde iki devlet arasında savaşların
devam etmesi ve sulh olmaması, onu farklı iki mezhep arasındaki ihtilafları
ebediyen ortadan kaldırmak için teşebbüse geçirmiştir. O dönemde Osmanlı
hâkimiyetinde bulunan ve Şiiler tarafından kutsal sayılan Necef’te bir komisyon
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
74
kurulması için buraya gitmiştir. Esterabadi, bununla alakalı olarak şunları
kaydetmiştir; “Ahmed Paşa gayet saygılı bir şekilde Muhafız Alayı ile Nadir Şah’ı
karşıladı. Osmanlı sarayında mezhebi ihtilafın giderilmesi için izin almıştı. Onun
temsilcisi Abdullah bin Hüseyin (Suveydi), ulema ile müzakere etmek için gelmişti.
Necef, Kazmin, Save, İsfahan, Meşhed, Buhara, Belh, Herat ve Kandehar
ulemasından oluşan komisyon ile müzakerelere katılmak için Osmanlı adına
görevlendirilmişti.” (Abedini, 1341: 300). İran adına ise Ali Ekber Mollabaşı ve
Mirza Mehdi Han Esterabadi komisyon çalışmalarına katılmışlardır. Nadir Şah’ın
resmi tarihçisi olan Mehdi Han Esterabadi, resmi mühürlü belgeyi komisyon
üyelerine dağıtmıştır. Belgede şunlar yazılmıştı;
“Bu zamanda Necef’te muvafakat için toplandılar. Ulemadan çoğu Necef,
Hille ve Bağdat’a tabi yerlerden gelenler birbiriyle konuşmaya başladılar…
Lillahilhamd İslâm mezhebinde hiçbir şekilde bir kusur vaki değildir… Ulema-yı
kirâm İslâm âlimleridir. Müzakere meclisini birbirileriyle süslemişler, mahmudî
milletin lezzetli meşrebleri üzerindeki şüpheleri kaldırmak için toplanmışlar…
(Mervi, 1374: 984-Esterabadi, 1341: 300-Abedini, 1387: 104).
Aştiyani, bu husus ile alakalı olarak şunları kaydetmiştir; “…Nadir, Şevval
1156’da Kerbela, Necef ve Kazmin’e gitti. Bağdat’ta Ebu Hanife’nin mezarını
ziyaret etti. Daha sonra Kerbela, Hille, Bağdat ve Kazmin’in Şii ve Sünni
ulemasının Necef’te kendi yanında toplanmalarını istedi. Necef’e davet edip
getirttiği İran, Buhara ve Afganistan uleması ile oturup iki mezhep arasındaki
ihtilafları ortadan kaldırmalarını istedi. Bu müzakereler, Nadir Şah’ın ordusu ile
Necef’te bulunduğu sırada gerçekleşti. 24 Şevval 1156’da sona eren müzakereler,
Nadir’in resmi tarihçisi ve kâtibi Mirza Mehdi Han Esterabadi tarafından bir vesika
ve alınan karar olarak yazılıp ulema tarafından mühürlendi…” (Aştiyani, 6/46).
Nadir Şah, kendi dönemi sona ermeden ısrarla İttihad-ı İslâm’ın
gerçekleşmesi ve Şiilerin Hulefa-yı Raşidin’e küfretmemeleri için samimi bir
şekilde teşebbüse geçmiştir. Necef’te toplanmasına vesile olduğu komisyon bu
yönde bir karar almış ve Osmanlı temsilcisi de dâhil bütün üyeler altına imza
atmışsa da uygulamaya geçmemiştir. Çünkü Osmanlı uleması bu karara karşı
çıkarak uygulanmasına izin vermemişlerdir. Nadir Şah, kardeşi olarak tavsif ettiği
Osmanlı padişahının buna dâhil olarak Müslümanlar arasındaki bu tefrikanın sona
ermesini istemiştir. O dönemde İran ile Osmanlı Devleti arasında cereyan eden
savaşları bu işin gerisinde tutmuştur (Abedini, 1387: 105).
Necef Komisyonu’na Osmanlı Devleti temsilcisi olarak Bağdat’tan katılan
Süveydi, “el Haccacü’l-katia” isimli eserinde, Nadir Şah’ın hüsn-ü niyeti ile alakalı
olarak şunları kaydetmiştir; “Nadir Şah, komisyonun sona ermesinden sonra İslâm
ulemasının ittihadı ile alakalı olarak bana şunları söyledi; Ben seni Bağdat valisi
Ahmed Paşa’ya göndermek istiyorum. Biliyorum ki o, sizi beklemektedir. Fakat
yarına mani olacağına inanıyorum. Zira ben yarın Kufe Camisi’nde kılınacak Cuma
namazında sahabenin isimlerinin tertipli bir şekilde zikredilmesi ve dua edilmesi
için emir verdim. Küçük kardeşin büyük kardeşe saygı göstermesi
gerekir…(Süveydi, 1323: 25). Daha sonra bana emir buyurdu. Hakikatte Osmanlı
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
75
padişahı benden büyüktür. Zira o, sultanın oğlu sultandır. Fakat ben dünyaya
geldiğimde ne babam sultandı ve ne de ceddim” (Abedini, 1387: 106).
Osmanlı Devleti, ulemadan Mustafa Nazif Efendi’yi İran’a göndererek
Nadir Şah ile bir sulh anlaşması yapmak istediğini bildirmiştir. Nadir Şah o tarihte
(1746) Meşhed’i gezmiş, doğduğu yer olan Kelat’a giderek imaretler yaptırmış ve
merkeze dönmüştü. Savecbbelağ’da 24 Ağustos 1746’da Osmanlı elçisini kabul
ettikten sonra Hasan Ali Han’ı Osmanlı elçisi ile müzakereye memur etti
(Esterabadi, 1341: 413-Kuddusi, 1339: 401). Nazif Efendi, Nadir Şah ile yaptığı
görüşmeyi ve Osmanlı elçilik heyetine gösterilen hürmeti şöyle kaydetmiştir;
“… Biz Nadir Şah’ın çadırına vardığımız zaman, kendisiyle birlikte oturan
Mollabaşı, Mehdi Han Esterabadi ve Nazar Ali Han ayağa kalkarak izhar-ı şevk ve
rağbet ile öne doğru gelip sıcakkanlılıkla elimizi sıktılar. Oturduğumuzda ise
hizmetçi gelip sunulacak nimetleri sordu. Tafsilatı ile meseleyi beyan ettim… İran ve
Osmanlı arasında bazı uygun olmayan tavırların daha önce niza’a sebep olduğunu,
hâlihazırda bunun şaha mahsusu olmadığını ve iki İslâm devleti arasındaki
dostluğun her iki tarafın faydasına olacağını söyledim…(Riyahi, 1368: 182).
Nazif Efendi’nin İran heyeti ile yaptığı müzakereler neticesinde iki devlet
arasında sulh sağlandı. 1746’da imzalanan anlaşma ile iki devlet arasında uzun süre
devam eden ihtilaflar, Nadir Şah döneminde sona erdirildi. Anlaşmaya göre; 1-
Bağdat ve Şam üzerinden hacca giden İran ve Osmanlı hacılarının emniyeti
sağlanacaktır. 2-İki devletin elçileri karşılıklı olarak üç yıllığına tayin edileceklerdir.
3-Esirler karşılıklı serbest bırakılacaktır. 4-İran-Osmanlı sınırlarında görevli ordu
komutanları dostça geçineceklerdir. 5-İranlılar Sünnilere küfretmeyi terk edecektir.
6-Osmanlı hac görevlileri İranlı hacılara iyi davranacaktır. 7-Hac merasimi icrasında
İranlı hacılar Osmanlı hacılarına tabi olacaklardır. 8-Bu kararlara muhalif
davrananlar tarafsız bir şekilde her iki devletin temsilcilerine teslim edileceklerdir.
9-Anlaşma karşılıklı uygulamaya konulduğunda payidar ve muteber olacaktır
(Esterabadi, 1341: 415-Larudi, 1319: 217-Asaf, 1380: 918). Bu maddelerin iki taraf
arasında kabulünden sonra Nazif Efendi İstanbul’a dönmüştür. Nadir Şah, Osmanlı
elçisinin yanında Mustafa Han Şamlu ve Mehdi Han Esterabadi’yi İstanbul’a
göndermiştir.
SONUÇ
İran ve Osmanlı Devleti arasında Safevi dönemi ile birlikte başlayan ve
oldukça katı bir şekilde devam eden mezhebi ihtilaflar, Şah I. İsmail’in tahta
geçerken dayandığı Kızılbaşların etkisiyle İslâm halifelerine hakaret derecesine
varmıştır. Şiiliğe bu şekilde yerleşen ve gelenekselleşen sebb etme hadisesi,
Kasrışirin (Zuhab) Anlaşmasi ile yumuşamaya başlamış, İran şahları ve Osmanlı
padişahları birbirilerine gönderdikleri mektuplarda gazi, mücahid-i fi sebilillah ve
mücahid kelimeleriyle hitap etmişlerdir. Bu süre içerisinde her iki devlet arasında
cereyan eden savaşlar, Nadir Şah’ın Müslümanların birliği için mezhebi ihtilafları
bertaraf etme teşebbüsü sayesinde yerini sulha bırakmıştır.
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
76
Nadir Şah, Sünni ve Şiilerin vahdeti için harekete geçerek Necef’te
ulemadan oluşan bir komisyonun toplanmasını sağlamıştır. Kendisi de Necef,
Kerbela ve Bağdat’taki Sünni ve Şii büyüklerinin mezarlarını ziyaret etmiş,
kabirlerini tamir etmiş ve yeni imaretler tesis etmiştir. Sünni ve Şii ulemanın
Necef’te bir araya gelerek mezhebi ihtilafları çözmelerini istemiştir. Şiilerin İslam
halifelerine hakaret etmemeleri, Sünnilerin de Şiileri kâfirlikle suçlamamalarına
dayanan karar, komisyona katılan ulema tarafından imzalanmıştır. Anacak Nadir
Şah’ın vefatıyla bu önemli teşebbüs uygulamaya geçmemiştir.
KAYNAKÇA
BOA, A.DVNS. NMH. d. 00003-2,3,21,25,28,29,30
ABEDİNİ A. (1387). İttihad-ı Cihan-ı İslâm. Name-i Tarih-i Pejuhân, Zemistan,
Şomare: 12, Tehran.
ABEDİNİ A. (1388). Karardadha-yı Sulh-ı İran ve Osmani Kaheş-i Teneşha-yı
Mezhebi Do Kişver der Asr-ı Safevi ve Afşar. Tarih-i İran, Şomare: 60/5,
Bahar, s. 101-120, Tehran.
ABEDİNİ A. (1385). Münasebat-ı Siyasi, Nizami, İktisadi ve Mezhebi-i Safeviye ve
Afşariye ba Osmani ez Muahede-i Zuhab ta Muahede-i Kürdan, Payanname-i
Doktori, Daneşgâh-ı Şehid Beheşti, Rişe-i Tarih, Tehran.
ABEDİNİ A. (1384). Metn-i Piraste Muahede-i Zuhab (1639). Fasılname-i Tarih-i
Revabıt-ı Harici, Sal: 6, Şomare: 24-25, Payiz ve Zımistan, Tehran.
ARUTİN T. (1942). Tahmasb Kulu Han’ın Tevarihi (terc. Esat Uras), Ankara.
ASAF M. H. (1380). Rüstemü’t-tevarih (tash. Azizullah Alizade), Tehran.
AŞTİYANİ A. İ. Vesikanâme. Mecelle-i Yadigâr, Şumare: 6, s. 46.
BROWNE E. (1369). Tarih-i Edebiyat-ı İran ez Zuhur-u Kudret-i Safevi ta Asr-ı
Hazır (terc. Behram Mikdadi), Tehran.
ESTERABADİ M. Mehdi Han. (1341). Cihangûşa-yı Nadiri tash. Abdullah Envar),
Tehran.
ESTERABADİ Mehdi Han. (1341). Dürre-i Nadire (tash. Cafer Şehidi), Tehran.
FELSEFİ N. (1328). Çegûne Nadir Kuli Nadir Şah Şûd. Itlahat-ı Mahane, Sal: 2,
Şomare: 11, Behmen 1328, s. 4-12.
FELSEFİ, N. (1353). Zendegani-i Şah Abbas-ı Evvel V, Tehran.
Fetva Mecmuaları, İstanbul Müftülüğü Kütüphanesi, No: 157.
Fetva Mecmuaları, İstanbul Müftülüğü Kütüphanesi, No: 178.
FLOOR W. (1367). Eşref Afgan der Tahtgâh-ı İsfahan (terc. Ebu Kasım Süri),
Tehran.
HANWAY J. (1346). Zindegi-i Nadir Şah (terc. İsmail Devlet Şahi), Tehran.
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
77
HİDAYET R. Kuli Han. (1380). Ravzatü’s-safa-yı Nasiri VIII (tash. Cemşid
Keyanfer), Tehran.
KAEMPFER E. (1350). Derbâr-ı Şahinşah-ı İran (terc. Keykavus Cihandari),
Tehran.
KAEMPFER E. (1363). Sefername-i Kaempfer (terc. Keykavus Cihandari), Tehran.
KAZVİNİ M. T. V. (1329). Abbasname, Şerh-i Zendegani-i Şah Abbas-ı Sani (tash.
İbrahim Dihkan),Tehran.
KUDDUSİ M. H. (1339). Nadirname, Horasan.
KUMİ Ahmed bin Şerafeddin el- Hüseyni (1342). Hülâsaü’t-tevarih (tash. İhsan
Eşrafi), Tehran.
KURTARAN U. (2014). XVIII. Yüzyıl Osmanlı-Avusturya Siyasi İlişkileri. Tarih
Okulu Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 17, Mart 2014, s. 393-419.
LAHİCİ M. H. (1357). Tarih ve Sefername-i Hazin (tash. Ali Devani), Tehran.
LARUDİ N. (1319). Zendegâni-i Nadir Şah (Peser-i Şimşir), Tehran.
LOCKHART L. (1380). İnkıraz-ı Silsile-i Safeviye (terc. İsmail Devletşahi), Tehran.
MARAŞİ Safevi, M. H. (1361). Mecmaü’t-tevarih (tash. Abbas İkbal Aştiyani),
Tehran.
MERVİ M. K. (1374). Âlem-i Arâ-yı Nadiri III (tash. Muhammed Emin Riyahi,
Tehran.
MOSTEVFİ, M. H. (1375). Zübdetü’t-tevarih (tash. Behruz Guderzi), Tehran.
MUHAMMED Hasan Han. (1380). Tarih-i Muntazam-ı Nasiri (tash. Cemşid
Keyanfer), Tehran.
MUSTAFA Naima Efendi. (1281). Tarih-i Naima I, İstanbul.
MÜNŞİ İ. B. (1350). Tarih-i Âlem-ı Arâ-yı Abbasi III (tash. İrec Afşar), Tehran.
NASİRİ M. İbrahim bin Zeynelabidin. (1373). Düstur-ı Şehriyâran (tash.
Muhammed Nadir Nasiri Mukadem), Tehran.
NEWMAN, A. J. (2006). Safavid Iran, London.
ÖZCAN A. (2007). Pasarofça Antlaşması. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, Cilt: 34, İstanbul.
ÖZCAN A. (2006). Nadir Şah. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 32,
İstanbul.
RİYAHİ M. E. (1368). Sefaretnameha-yı İran, Tehran.
SÜMER F. (1990). Safevi Tarihi İle İlgili İncelemeler: I. ve II. Abbas Devirleri.
Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 69.
İran ve Osmanlı Devleti Arasında Mezhebi İhtilafların Azaltılması ve İslam Birliği
Teşebbüsleri (1555-1746) / Yılmaz Karadeniz
78
SÜVEYDİ Abdullah bin Hüseyin (1323). el Haccacü’l-kati‘a el ittifakü’l-firakü’l
İslâmiyye, Mısır.
SÜVEYDİ Abdullah bin Hüseyin. Risale-i Sur-ı Fetavi fi Hakk-ı Revafiz-i Acem,
Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Eserler, No: 3687/1.
ŞABANİ R. (1377). Tarih-i İçtimai-i İran der Asr-ı Afşariye ve Zendiye, Tehran.
ŞAH TAHMASB. (1343). Tezkire-i Şah Tahmasb, Berlin.
ŞEMDANİZÂDE S. E. (1976). Miratü’t-tevarih (tash. Münir Aktepe), İstanbul.
ŞİRVANİ Hüseyin bin Abdullah. (1376). el Ahkmü’d-diniyye fi Tekfir-i Kızılbaş
(tec. ve tash. Resul Caferiyan), Kum.
TALAY A. (1994). Dürri Ahmed Efendi. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
Cilt: 10, İstanbul.
TEHRANİ, M. Ş. (1349). Hadis-i Nadir Şahi (tash. Rıza Şabani), Tehran.
UZUNÇARŞILI İ. H. (1982). Osmanlı Tarih IV, Ankara.

Konular