HÜSN Ü AŞK

HÜSN Ü AŞK
Şeyh Galib
Şeyh Galib, klâsik edebiyatımızın çerçevesi içinde ayrı bir görüşün ve anlayışın ışığı altında
meydana getirdiği renkli ve ince hayallerle örülmüş, açıklanmaya muhtaç manzumeleri yanında,
ayrıca kaleme aldığı Hüsn ü Aşk adlı mesnevisiyle sanatının ve şiir söyleme kudretinin zirvesine
ulaşmıştır. Galib, bu eserinin «der beyân-t sebeb-i te'lîf» yani «kitabın yazılışının sebebi»
kısmında, bir mecliste, Nâbî'nin Hayr âbâd adlı kitabının övüldüğünü, meclistekilerin ona benzer bir
eserin yazılamayacağında birleştiklerini, Nâbî'nin de hikâyesinin konusunu İranlı şair Şeyh Attâr'dan
aldığını ve orada bulunanların âdeta kendisine, imtihan mahiyetinde bu çeşid bir eser yazmasını teklif
ettiklerini söylemesi üzerine Hüsn ü Aşk'ı yazdığını anlatır.
Nâbî'nin Hayr-âbâd'ının konusu, İranlı şair Fahreddin-i Gürgânî'nin (XI. yy.) Vîs ü Râmîn'inde
geçen bir hikâyesinin Şeyh Attar'ın (XII. yy.'ın II. yarısı) İlâhi-nâme'sinde hülâsa edilmiş şeklinden
alınmış olmakla birlikte birkaç motif müstesna konu itibariyle Galib'in Hüsn ü Aşk'ı ile bunların bir
benzerliği yoktur. Nâbi'ninki tamamen Attâr'ınkinin taklidi gibidir. Abdülbaki Gölpınarlı'nın yaptığı
araştırmaya göre Hüsn ü Aşk'ta İbn Sînâ' nın (ö : 1037) Risâletü't-tayr'ından ziyade Şihâbeddin-i
Suhreverdî-i Maktûl'un (ö : 1191) Mûnistu'l-uşşâk'ının etkisi görülmektedir. (Bk. Şeyh Galib Seçmeler
ve Hüsn ü Aşk, s. 36) Bu eserin kısaca Özeti şöyledir :
«İlk yaratılmış olan aklın, Tanrıyı, kendini ve kendinden sonra yaratılanları bilmesinden
Hüsün, Aşk ve Hüzün meydana geliyor. Dört unsurdan da (toprak, yel, su, ateş) insan yaratılıyor. Bunun
üzerine, padişah olan Hüsn, insanı, Aşk ta Hüzün ile birlikte Hüsn'ü bulmaya giderler. Melekût yani
ruhlar ve melekler halkı Hüsn'ün emriyle Aşk'a tâbi olur. Daha sonra Aşk, Mısır'da Zelîha'nın odasında
görünür, Zelîha, ona kim olduğunu sorunca, her gün bir yerde olduğunu Can adındaki bir şehirde Tanrı
kitabını okuyan Hıred (akıl) adlı bir ihtiyarın bulunduğunu ve buraya Aşk'ın kemendiyle ulaşılacağını ve
Hüsn'e de ancak böyle varılacağını söyler.»
Hüsn ü Aşk'ta, Mûnisü'l-uşşâk'm tesirinde kalarak Fuzûlî tarafından yazılmış olan Rûh-nâme
ve Hüsn ü Aşk ta denen Sıhhat u Marazın da etkisi görülmektedir. Burada geçen Hüsn ve Aşk ruhun iki
sıfatıdır. Birtakım olaylardan sonra Aşk, Hüsn'ü görür, gerçeğe ulaşır.
Bunlar dışında, bu meşhur mesnevide Türk asıllı Nizâmî-i Gencevî (ö : İ209) ile ayrıca
Fuzûlî'nin (ö : 1556) Leylî vü Mecnûn unun etkilerine rastlanır. Şairimizin, eserinde bu iki şairi anması,
onların kitaplarını okuduğunu gösteren delillerdir, (bk. Divan, Hüsn ü Aşk, s. 17, 18, 36, 53). Bundan
başka, büyük bir mürşid olarak gördüğü, medhiyeler yazdığı ve Monlâ-yı Rûm (Anadolu’ nun ulu bilgini)
unvanıyla andığı Mevlânâ'nın (ö : 1273) Mesnevisinden de yer yer istifade ettiği, bazı motif ve bazı
beyitler aldığı anlaşılmaktadır. Meselâ meşhur :
Giydikleri âftâb-ı temmuz
İçdikleri şu'le-i cihansûz
beyti, Mesnevî'nin birinci cildindeki «Kıssa-i A'rabî-i derviş ve mâcarâ kerden-i zen bâ û
ez fakr u derd» adlı hikayenin «Gündüz vakti elbisemiz, güneşin harareti; geceleyin yastığımız,
yorganımız ise ay ışığıdır.» anlamına gelen beytinden alınmıştır (1). (Bunun gibi başka benzerlikler
için bk : Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, s. 36-37). Bu benzerlikler, onun eserine gölge düşürecek noktalar
değildir. O, zaten Mesnevî'den istifade ettiğini Hüsn ü Aşk'ın sonunda «Fahriye-i Şairnâme» bölümünde:
Esrârını Mesnevî'den aldım
Çaldım velî mirî mâlı çaldım
Fehmetmeğe sen de himmet eyle
Ol gevheri bul da sirkat eyle (2)
beyitleriyle açıkça söylemektedir.
Bu söylediğimiz bazı benzerliklere rağmen hemen ifade edelim ki bu eser, yukarıdakilerin bir
taklidi veya bir başka şekli değildir. Şekil itibariyle divan tekniğinde görülürse de ifade tarzı, kullandığı
terkipler yenidir ve o zamana kadar bu tipte bir eser vücuda getirilmemiştir. Mazmunlar divan
edebiyatının mazmunlarıdır ama, hikâyenin konusu gibi öyle mistiktir, öyle hayâlîdir ki Hüsün, yani
güzellik mutlak güzelliktir... (3) Şair, eserinde yeni bir tarz ve dil kullandığını Hüsn ü Aşk'ın sonunda :
Tarz-ı selefe tekaddüm ettim
Bir başka lügat tekellüm ettim
Ben olmadım ol gürûha pey-rev
Uymuş belî Gencevî'ye Husrev
Zannetme ki şöyle böyle bir söz
Gel sen dahi söyle böyle bir söz
Erbâb-t sııhan temâm ma'lûm
İşte kalem işte kişver-i Rûm
Gördün mü bu vâdî-i kemîni
Dîvan yolu sanma bu zemîni
Engüşt-i hatâ uzatma öyle
Beş beytine bir nazîre söyle
beyitleriyle anlatmaktadır.
Bugüne kadar benzersiz kalan bu esere Galib'in ölümünden sekiz yıl önce çağdaşlarından
Refîî-i Âmidî Mehmed (ö : 1816) adında biri Nazm-ı Dakâyık adlı mesnevisîyle nazîre yazmışsa da
maalesef bunda muvaffak olamamıştır. Bu mesnevinin asıl adı Cân u Cânân'dır. (Bir nüshası İstanbul
Üniversîtesi Kütüphanesi, T. Y. 3015 numarada kayıtlıdır.) Burada Aşk, Cân; Hüsün, Cânân adını
almıştır.

Hüsn ü Aşk'ın. tasavvufî bir eser olması yanında diğer bir özelliği edebiyatımızda o
zamana kadar yazılmış olan mesnevi tarzındaki hikâyelerden şiir bakımından üstünlük cehdidir(4). Şair,
bu eserinin üstünlüğüne kanidir. Hakikaten de bu mesnevi, divan edebiyatının teknik ve estetiği içinde
Sebk-i Hindî akımına uyarak meydana getirilmiş bir şaheserdir. Bir başka söyleyişle o, klâsik edebiyatın
anlatış tarzı ile Sebk-i Hindî'nin ince ve hayalî ifade tarzını bir araya getirerek son derece renkli, canlı ve
heyecanlı bir eser ortaya koymuştur. Dikkat edilirse eğer bu eser, yalnız bir seyr ü sülûk'un tasavvufî
kelimelerle anlatılışından ibaret olsaydı kuru kalırdı. Bizce Hüsn ü Aşk'ı güzelleştiren, yücelten, eşsiz yapan
üç unsur şunlardır: Konunun taklid olmayışı, canlı bir anlatım, Sebk-i Hindî'nin ince, düşündürücü
ve renkli örnekleri. Aşağıdaki beyitler bu sözlerimizin açık örnekleridir sanırız :
Her kûçede bir bahâr-ı fîrûz
Her goncede bir kabâ-yt nevrûz
Bilmem ne şarâb içirdi hurşîd
Etfâl-i çemen hep oldu Cemşîd
Meddeyledi cûy-i şîri mehtâb
Çalkandı gümüş suyuyla sîmâb
İnşânı rutubet etti mahmûr
Oldu müje şehd-i hâba zenbûı
Ol feyz ile. oldu hâre vü seng
Hem-şa'şaa-i harîr-i gül-reng
Her gonce ki çıktı gülsitandan
Râz açtı zemîn ü asmândan
Sûsen boyanırdı yâsemenden
Kan damlar idi ruh~ı semenden
Gizli Öpüşüp gül ü karanfil
Nerkislere el salardı sünbül
Gülşende fısıltı oldu peyda
Ettiler anı nesîme ifşâ
Bu beyitler seçtiğimiz örneklerde açıklandığı için burada fazla bir şey söylemiyoruz.
Hüsn ü Aşk yazıldığı tarihten itibaren herkesin takdirini kazanmıştır. Esrar Dede, böyle bir
eser yazılmadığını söyleyerek onu överken,(5) Ziya Paşa'da şöyle söyler :
Güyâ ki o şâir-i yegâne
Gelmiş bu kitâb için cihâne (6)
Muallim Naci ise şu şekilde fikrini açıklar : «Bu manzume, galattan, haşivden sâkin
olmamakla beraber pek parlak parçalan hâvidir. Lisânımızda mesnevi tarzında yazılmış eş'âr-ı eslâfın en
güzellerinden addolunur.» (7)
Edebiyat tarihçilerimizden Abdülhalim Memduh, «... O üslûb-ı mutasavvıfâne hakikaten zarif,
nahîf bîr mevlevînin lisânına yakışır. O vech-i ifadede o kadar güzel tevriye ve telmîhlere tesadüf olunur
ki naziresini yapmak Şeyh Galib olmağa tevaffuk eder..» sözleriyle onu medh eder (8). Recâizade
Ekrem, Victor Hugo ile karşılaştırır ve onun parlak hayallerinin benzerlerini Şeyh Galib'de
bulabileceğimizi söyler (9).
Fuad Köprülü de şu fikirleri ileri sürer : «Sanatının unsurları o zamana kadar gelen
şairlerden farklı değildi farklı olmasına da imkân yoktu. Fakat o, bu eski unsurları, yeni parlak renklerle
boyayarak ve yeni nisbetler dairesinde telif ederek yeni bir âlem yaratmağa muvaffak oldu...» (10)
Batılı yazarlardan J.W. Gibb. Osmanlı Şiiri Tarihi adlı tanınmış eserinin 4. cildinde Hüsn ü Aşk
hakkında şu sözleri söylemektedir : «... bu manzume ile, Osmanlı Türkleri, Iran edebiyatının en parlak
eserlerine eşit bir eser yaratmışlardır. Ne Nizamî, ne Sa'dî, ne Câmî, ne de büyük İran şairlerinden bir
başkası bu kadar yüksek bir şiir olgunluğuna varabilmiştir.» (11)
Hüsn ü Aşk'ın Konusu:
Benî Muhabbet (sevgi oğulları) adındaki Arap kabilesi içinde kabile büyüklerinden birinin bir
oğlu; bir başkasının da bir kızı olur. Oğlana Aşk, kıza da Hüsn adını verirler. Kabilenin nişanladıkları bu
gençler, Edeb denen okulda Munlâ-yı Cünûn adındaki hocadan ders okudukları sırada birbirlerine âşık
olurlar. Bazen içinde Feyz havuzu bulunan Ma'nâ gezinti yerinde buluşmaktadırlar. Buranın mihmandarı
olan Suhan bilgili ve yol gösteren bir ihtiyardır. Kabilede Hayret adlı biri, iki sevgilinin bir arada
bulunmasına engel olunca birbirinden ayrılan aşıklar Suhan vasıtasıyla mektuplaşırlar. Aşk'ın Gayret adlı
bir lalası, Hüsn'ün de İsmet adlı bir dadısı vardır. Aşk, Gayret'in de yardımıyle Hüsn'ü istemeye gider.
Fakat, kabile büyükleri, Kalb ülkesine gidip oradaki kimyayı getirmedikçe Hüsn'ü vermeyeceklerini
söylerler. O da bunun üzerine Gayret'le yola koyulur. Yolda içine düştükleri derin bir kuyuda karşılaştıkları
bir cadı bunları hapseder. Bu sırada Suhan yetişir ve kuyu dibinde İsm-i A'zam (Allanın en büyük
adı) yazılı ipe sarılıp kurtulmalarını söyler. Buradan kurtulduktan sonra yollan Gam harabelerine uğrar.
Kış mevsiminin hüküm sürdüğü burada bir cadı Aşk'a gönül verir. O, kabul etmeyince Aşk'ı çarmıha
gerdiği sırada gene Suhan yetişir ve Aşk'a Hüsn'den bir kılıç ile bir at; Gayret'ede iki kanat getirir. Yolda
gulyabânîlerle savaşırlar. Bu sırada Ateş denizine rastlarlar. Cinler, onun kıyısındaki mumdan gemilere
binmelerini teklif ederlerse de kabul etmezler. Buradan kurtulup Çin ülkesine varırlar. O sırada bir
dudukuşu şekline bürünen Suhan, Aşk'a, Çin padişahının Hüş-Rübâ adlı kızına kapılırsa Zâtu'ssuver
kalesine hapsedeceğini söylerse de o, Hüsn'e benzettiği Hüş-Rübâ'ya gönlünü kaptırır. (Aşk
aldanmıştır. Huş-Ruba onu sarhoş etmiş kılıcını elinden almıştır ve maddî varlığı, insan benliğini temsil
eden Zâtu's-Suver kalesine kapamıştır.) Gayretle burada mahbus kaldıkları sırada gene Suhan yetişir ve
Aşk'a kaleyi ateşe vermesini söyler. O da böyle yaparak kurtulurlar. Nihayet, kutlu bir sabah vakti
Suhan, bir hekim kılığında gelir ve Aşk'ı Kalb kalesine götürür orada Hüsn'ün sarayına ulaşırlar. O anda
Hayret, İsmet, Munlâ-yı Cunûn ve diğerleri gelirler. Ma'nâ gezinti yeri de görünür, işte bu sırada Suhan,
cadıyı öldürenin, yolları temizleyenin, hekim kılığına girenin hep kendisi olduğunu, Aşk'a yanlış yol tuttuğunu
ve Aşk'ın Hüsn; Hüsn'ün de Aşk'tan ibaret olduğunu, birliğe ikiliğin sığmadığını anlatır. Sonunda
Hayret, Aşk'ı alıp Hüsn'e götürür ve gayp perdeleri (bilinmezlik, sır perdeleri) açılır. Aşk, Hüsn'ün kendisi
olduğunu anlar. Yani, kendisi kendisine kavuşur.
Hüsn ü Aşk tasavvufî sembolik bir hikâye olup tasavvufta seyr ü sülûk'u yani dervişlikte
olgunluğa erişmek için takip edilen manevî yolculuğu anlatmaktadır. Lügatta seyr, yolculuk; sülük ta bir
yola girme, bir tarikata bağlanma anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle seyr ü sülük şudur :
Tasavvufta Vahdet-i Vucûd inancına göre Mutlak Varlık telâkki edilen Tanrı'nın zâtî iktizâsı yani dileği
zuhur etmektir (meydana çıkmak). Bu zuhur, onun kendisini bilmesidir. Tanrının zuhura olan bu meyli,
kendinden kendine olan bir aşktır. Bu âlemin bir varlığı olan insan da insanlık suretine gelinceye kadar
Tanrının sıfatlarını yüklenerek önce, bilgi âlemine oradan göklere, sonra su, hava, ateş ve toprak denen
dört unsura, oradan cansızlar, bitkiler ve canlılar denen mevâlid âlemine geçmiş ve nihayet insanlık suretini
kazanmıştır. Buna göre, zuhurun bir ucu Tanrı, öbür ucu insandır. İnsanın olgunluğa ermesi; aslı
olan Tanrıya ulaşması için insanlığa gelinceye kadar maddeten ne kadar âlemden geçmişse; bu sefer
manevî bir yolculukla insanlıktan Tanrı makamına yükselmesi, ulaşması gerekir, îşte seyr ü sülük budur.

Bu manevî yolculuğa çıkmayanlar tabiat âleminde kalırlar. Manevî yolculuk ise o yolları bilen
birinin terbiyesine girmek; iradesini onun iradesine vermekle mümkündür. Tarikata giren bir kişi
bağlandığı şeyhin bilgi, irade ve kontrolü altında yaradılışın sırrını ihrâk etmeye çalışır. Mânevî yolculuğa
giren kişi, olgunluğa üç durakta, merhalede ulaşır. Birinci durakta bütün işlerin Tanrı işi olduğunu hayır,
şer, iyi, kötü diye bir şey olmadığını; ikinci merhalede bütün sıfatların Tanrının tek sıfatı olduğunu;
çüncü merhalede Tanrı zuhurundan ibaret olan kâinatın Tanrıdan ayrı bir varlığı olmadığını anlar, idrak
eder. Böylece, olgunlaşan insan, kâinatla Tanrıyı ayrı görmez; hiçbir şeyi inkâr etmemekle braber hiç bir
şeye de bağlanmaz.

Manevî yolculuğa çıkan kişi yani sâlik bu devre içinde itiyadlarını, alışkanlıklarını terketmeye
çalışır az yer, az içer, ibadet eder, zikirde bulunur, kendi nefsini daima kontrol altında tutar, tevekkülün,
sabrın, kanâatin anlamlarını anlar. Bunlar, dayanılması müşkil olan şeylerdir. Fakat hakikatte birer
imtihandır. Sûfîyi olgunluğa hazırlayan ana esaslara tahammül edemeyen kişi yan yolda kalmış
demektir. Tasavvufî eserlerde bunlar, sâlikin karşısına çıkan engeller ve müşkiller olarak
tanımlanmaktadır. Hüsn ü Aşk'ta Aşk, bütün engelleri aşmış, olgunluğa ulaşmış ve hakikati anlamıştır.

Bu bilgilerden de anlaşıldığına göre Hüsn ü Aşk'takı vak'alar ve şahıslar birer sembolden
ibarettir. Hüsn sevilen'i yani mutlak güzelliği; Aşk seveni yani dervişi, manevî yolcuyu; Mekteb-i edeb
(edeb okulu) dergâhı; Moll-yı Cunûn mürşidi; Suhan aracıyı, yardımcıyı; Gayret çabayı; ismet
dürüstlüğü, Kalb kalesi gönlü; yoldaki olaylar, felaketler ve gam harabeleri tahammülü; Hûş-Rübâ
aklı çelen nefsi; Kalb kalesine yapılan yolculuk sâliktekî nefis mücadelesini ve tarîkatte çileyi temsil
etmektedir.
Hüsn ü Aşk'ın Yazma ve Basmaları:
İstanbul Kütüphanelerindeki yazmalar :
1. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindekiler ; T.Y. 1348, T.Y. 1635, T.Y. 1996, T.Y. 5519 ve
5531 numaralı olanlar Divan olup Hüsn ü Aşk bunların sonunda yer almaktadır. T.Y.
5733.
2. Süleymaniye Kütüphanesindekiler : Halet Efendi kısmı No: 679, 680, 171 (bu 171
numaralı nüsha Şeyh Galib'in el yazısiyladır); Düğümlü Baba Kısmı No : 418; Hüsrev Paşa
kısmı No ; 502; Hasan Hüsnü kısmı No : 1041; Hacı Mahmud kısmı No : 3642.
Hüsn ü Aşk ilk olarak Vasfi Mahir Kocatürk tarafından 1944'te «Hüsn ü Aşk'ın Bugünkü Dille
Neşre Çevirisi» adı altında yeni harflerle nesre çevrilmişse de bu baskı eksiktir. Baş tarafta tahmîd, Na't
ve diğer bazı şiirler alınmamış, izahı güç beyitler de atlanmıştır.

Eserin tıpkı basımı ve tam çevirisi Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmış ve 1968'de Altın
Kitaplar Yayınevi tarafından «Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk» adıyla yayımlanmıştır.
Hüsn ü Aşk'ın basmaları ise şunlardır:
A. Divanı ile birlikte 1252/1836'da Bulak'ta basılmıştır. 92 sayfadan ibarettir.
B. Ebüzziya Tevfik baskısı. Hüsn ü Aşk, Eser-i Galib Dede, Kitabhane-i Ebüzziya,
İstanbul 1304.
C. Mahfel Mecmua-i İslamiyesi yayınlarının ikincisi olmak üzere Tahirü'l-Mevlevî (Tahir
Olgun) tarafından 1339/1923'te İstanbul'da basılmıştır.
Şeyh Galib- Prof.Dr. Ali ALPARSLANKültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları No: 964-1988 Yılı-Birinci Baskı
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Mesnevî-i Ma'nevî, defter-i evvel, s. 46. (Muhammed Ramazâni nşr. Tahran, 1316.
(2) Divan, Hüsnü Aşk, s. 91.
(3) A. Gölpınarlı, Şeyh Galîb, Seçmeler ve Hüsn-ü Aşk, s. 39.
(4) A. Gölpınarlı, Şeyh Galib, Hüs ü Aşk, s. 37.
(5) Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye (yazma) s. 286 - 7
(6) Ziya Paşa, Hârâbat Mukaddimesi
(7) Muallim Naci, Esâmi, s. 236.
(8) Abdülhalim Memduh, Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniyye, s. 62-64.
(9) Recâizade Ekrem, Kudemâdan Birkaç Şair, s. 53 – 54.
(11) Köprülüzâde Fuat, Divan Edebiyatı Antolojisi, s. 585.
(12) J. W. Gibb, A Hıstory of Ottoman Poetry, C. IV, s. 195
HÜSN Ü AŞK
Agâz-ı Dâstân-ı Benî Muhabbet
1. Dil-zinde-i feyz-i Şems-i Tebrîz
Ney-pâre-i hâme-i şeker-rîz
2. Bu resme koyup beyân-ı aşkı
Söyler bana dâstân-ı aşkı
3. Kim vardı Arab'da bir kabîle
Mustecmi'-i haslet-i cemîle
4. Ser-levha-i defter-i fütüvvet
Ser-hayl-i Arab Benî Mahabbet
5. Amma ne kabîle kıble-i derd
Bilcümle siyâh-baht u rû-zerd
6. Giydikleri âftâb-ı temmûz
İçtikleri şu-le-i cihân-sûz
7. Vadîleri rîk ü şîşe-i gam
Kumlar sağışınca hüzn ü matem
8. Hargehleri dûd-ı âh-ı hırmân
Sohbetleri ney gibi hep efgân
9. Her birisi bir nigâra urgun
Şemşîr gibi dehânı pür-hûn
10. Erzâkları belâ-yı nâgâh
Âteş yağar üstlerine her gâh
11. Ekdikleri dâne-i şirâre
Biçdikleri kalb-i pâre pâre
12. Anlar ki kelâma cân verirler
Mecnûn o kabîledendi derler
13. Her kim ki belâya mürtekibdir
Elbet ol ocağa müntesibdir
14. Satdıkları hep metâ’- cândır
Aldıkları sûziş-i nihândır
Beni Muhabbet Hikâyesinin Başlangıcı
1. Tebrizli. Şems'in feyziyle gönlü diri olan ve şekerler döken kamış parçası kalem,
2. Aşkı anlatışı bu tarza dökerek bana, aşk destanını söyler :
3. Araplarda bütün temiz huylara sahip bir kabile vardı.
4. Fütüvvet defterinin başlığı olan, Arap boylarının başı bulunan bu kabile, «Benî muhabet» yani
Sevgioğulları kabilesi idi.
5. Ama ne kabîleydi? Dert kıblesi; bütün halkı kara bahtlı, sarı yüzlüydü.
6. Giydikleri temmuz güneşi; içtikleri, cihânı yakıp yandıran alevdi.
7. Vadileri kumluk ve gam şişelerinin kırıklarıydı; kumlar sayısınca da hüzün ve matem vardı.
8. Çadırları, mahrumiyet âhının dumanı; sohbetleri de hep ney gibi feryâd ve figandı.
9. Her biri, bir güzele vurgundu, hepsinin de ağzı kılıç gibi kanlıydı.
10. Rızıkları ansızın gelen belâ idi; üstlerine her an ateş yağardı.
11. Ektikleri kıvılcım taneleriydi, biçtikleri paramparça kalpti.
12. Söze can verenler, Mecnûn da o kabîledendi derler.
13. Kim belâya düşmeyi dilerse, elbette o ocağa mensuptur.
14. Sattıktarı hep can malıydı; aldıklarıysa gizlice yanış.
Vilâdet-i Hüsn ü Aşk
15. Oldu bu serâya pâ-nihâde
Ol gice iki kibâr-zâde
16. Fî-l hâl açıldı subh-ı ümmîd
Hem mâh doğdu hem de horşîd
17. Ol hâle sebeb bu iki şehmiş
Her biri süvâr-ı mihr ü mehmiş
18. Ammâ biri duhter-i semen-ber
Biri püser-i Mesîh-peyger
19. Fehmetti kabîle mâcerâyı
Hep duydu bu iki mübtelâyı
20. Hüsn eylediler o duhtere ad
Ferzend-i güzîne Aşk-ı nâ-şâd
Nâmzed şoden-i Hüsn bâ Aşk
21. Bir bezm-i latîf olup müretteb
Sâdât-ı kabîle geldiler hep
22. Re'y eylediler ki bu iki mâh
Bir birinin ola hâh nâhâh
23. İrzâ edeler babalarını
Böyle edeler duâlarını
24. Bu re'yi olup kazâ müessis
Bî-gâile hatmolundu meclis
Sabakdâş şoden-i îşân der mekteb-i edeb
25. Bir kışra girüp dü magz-ı bâdâm
Bir mektebe vardılar Edeb nâm
26. Bir beyt olup iki tıfl-ı mısra'
Ma'nâ-yı latîfe oldu matla'
Hüsn İle Aşkın Doğuşu
15. O gece bu dünyâya iki kibar-zâde ayak bastı.
16. Hemen ümit sabahı ışıdı .açıldı; hem ay doğdu, hem güneş.
17. Meğer o hâle sebep bu iki :padişahmış; her biri aya, güneşe binmişlerdi.
18. Ama öyle ki biri yasemin bedenli bir kız-, öbürü Mesih bedenli bir oğlandı.
19. Kabile macerayı anladı; herkes belâlara uğramış bu iki çocuğun doğumunu duydu.
20. O kıza Hüsün adını verdiler; o seçkin oğlana da şâd olmayan Aşk adını taktılar.
Hüsn ile Aşk'ın Nişanlanmaları
21. Güzel bir meclis kuruldu; kabîle uluları hep geldi.
22. Bu iki ay, ister istemez birbirinin olsun; diye karar verdiler.
23. Babalarını buna râzı etmeyi, dualarını, dileklerini, bu işe hasretmelerini kararlaştırdılar.
24. Kazâ ve kader, bu kararı kurdu; hiç bir gâile çıkmadan da meclis sona erdi.
Onların Mektep Arkadaşı Oluşu
25. İki iç bâdem bir kabuğa girdiler de Edeb adlı mektebe vardılar.
26. İki mısraya benzeyen o iki çocuk, bir beyit oldu ince bir mânâya matla kesildi.
27. Efsûn okur iki çeşm-i câdû
Pîş-i nigehinde rahle ebrû
28. Hâme gibi dü zebân u yek dil
Bir bahsi olurlar idi nâkıl
29. Yek nûr olup iki şem-i kâfûr
Kıldı orasın sarây-ı billûr
30. Mekteb olup arada heyûlâ
Bir sûrete girdi İki ma'nâ
31. Bir şâhda iki gonce-i gül
Bir birlerine olurdu bülbül
32. Bir yerde olup ikisi câlis
Âyineye girdi aks ü âkis
33. Mekteb o harem-serâ-yı vahdet
Cem’ oldular anda hecr ü vuslat
Der vasf-ı behâr
34. Rıdvân-ı behişt-i âfirîniş
İnsan'ül-ayn-ı ehl-i bîniş
35. Ya'ni kalem-i siyâh-câme
Bu tarz ile bed-edip kelâma
36. Bir dem ki behâr-ı âlem-efrûz
Bahş etti cihâna câm-ı nevrûz
37. Ol mülden olup zemâne ser-mest
Neyreng-i tılısmın etti eşkest
38. Dünyâ dolu neş'e-i tarabdan
Mahşer yeri nakş-i bül-acebden
39. Cennet gibi sebze cûş-ber-cûş
Eyler gül ü lâle nûş-der-nûş
27. İki büyücü göz efsun okuyordu; gözlerinin önündeki rahle de kaşlarıydı,
28. Kamış kalem gibi iki dilliydiler, fakat gönülleri birdi; bir bahsi naklederlerdi.
29. İki kâfûr mumu bir ışık vermekteydi; orasını bir billur saray hâline getirmişlerdi.
30. Mektep, arada, sûrete bürünen bir heyûla olmuştu iki mânâ bir surete girmişti. (Heyûlâ :
Varlığın her şekle giriş kabiliyeti).
31. Bir dalda iki gül goncası gibiydiler; birbirlerine bülbül kesilmişlerdi.
32. İkisi bir yerde oturuyordu; sanki aksedenle içine akis düşen bir aynaya girmişti.
33. Mektep denen o birlik hareminde ayrılıkla buluşma, bir araya gelmişti.
Baharın Vasfı Hakkında
34. Yaratış cennetinin Rıdvân'ı, görüş ehlinin gözbebeği (Rıdvan: Cennet kapıcısının adı.),
35. Yâni kara elbiseli kalem, söz şöyle başlar :
36. Âlemi parlatıp aydınlatan bahar, cihana nevruz kadehini sundu.
37. Zamâne o şarapla sarhoş olup düzen tılsımını bozdu.
38. Dünya, nağmelerin neşesiyle dolmuş, şaşılacak bezentilerle bir mahşer yerine dönmüştü.
39. Yeşillik, cennet gibi coştukça coştu; gül ile lâle de içtikçe içmeye koyuldu.
40. Her kûçede bir behâr-ı firûz
Her goncede bir kabâ-yı nevrûz
41. Bilmem ne şerâb içirdi horşîd
Etfâl-i çemen hep oldu Cemşîd
42. Bâran yerine yağıp mey-i nâb
Döndü çemenin başına girdâb
43. Ahû gibi ebr-i nev-demîde
Beslendi hevâ-yı sünbülîde
44. Bir rütbe hevâ rutûbet-efzâ
Kim oldu nesîm seyle hem-pâ
45. Feyz aldı sefâlden karanfül
Bûy-ı gül ile sulandı sünbül
46. Cûş eyledi çeşme-i zümürrüd
Akseyledi târem-i zeberced
47. Berk etti o gûne bir şeker-hand
Kim mâh eder oldu ana sevgend
48. Meddeyledi cûy-ı şîri mehtâb
Çalkandı gümüş suyuyla sîmâb
49. İnsânı rutûbet etti mahmûr
Oldu müje şehd-i hâba zenbûr
50. Bir feyz verip hevâ-yı gül-bîz
Bağ etti şerengi gül-şeker-rîz
51. Bir neş'e verip behâr-ı pür-şûr
Kıldı rek-i ebri târ-ı tunbûr
52. Çün kıldı hevâ rutûbetin sâz
Göstermedi murg-ı şu’le pervâz
53. Pür-nem bu hevâ-yı abhârîde
Reng-i gül olur mu hîç perîde
40. Her yanda bir parlak bahar hüküm sürmekte; her goncada bir nevruz elbisesi görülmekteydi.
41. Güneş, bilmem ne çeşit bir şarap içirdi ki yeşillik çocuklarının hepsi de birer Cemşid kesildiler.
(Cemşid, şarabı icad eden kişi).
42. Yağmur yerine berrak ve taze şarap yağdı; yeşilliğin başında bir girdaptır, dönmeye başladı.
43. Yeni belirmiş bulut, o sümbüli havada ceylan gibi beslendi.
44. Hava, bir derecede nemliydi ki rüzgâr, selle ayakdaş olmuştu, birlikte esip koşmaya koyulmuştu.
45. Karanfil, buluttan feyz almış, sümbül, gül kokusuyla sulanmıştı.
46. Zümrüt kaynağı coşmuştu; o akan suya zeberced renkli gökkubbe aksetmişti.
47. Derken şimşek, öylesine tatlı bir gülüşle güldü ki ay bile onun adına and içmeye başladı.
48. Ay ışığı, süt ırmağını çekti, akıtmaya başladı; cıva suyu, gümüş suyuyla çalkanmaya koyuldu.
49. Nemlilik, insanı mahmurlaştırdı; kirpikler uyku balına arı kesildiler.
50. Güller sızdıran bahar, öylesine bir feyiz verdi ki bahçe, Ebucehil karpuzunu bile gülbeşeker döker
bir hâle getirdi.
51. Coşkunluklarla dolu bahar, öylesine bir neşe verdi ki bulutun damarlarını yani sicim gibi yağan
yağmurun her sicimini tanburun bir teli yaptı.
52. Hava, nemliliğine düzen verince yalım kuşu da uçmaz oldu.
53. Bu nerkis rengine boyanmış nemlimi nemli havada gül rengi uçar mı hiç?
54. Gösterdi hevâ çü sîne-i bâz
Kimdir vere murg-ı hâba pervâz
55. Sahbâ-yı cünûn alıp dimâğın
Bağlandı ayağı cûya bağın
56. Nevruz edicek hevâyı nem-nâk
Tûtî peri oldu sebze-i hâk
57. Nesr-i felek indi âşiyâne
Gül-gonce hûmâya oldu lâne
58. Tâ nâmiye öyle buldu kuvvet
Ervâh çeker nihâle hasret
59. Her tâk ki mehd-i tâka yatdı
Pistân-ı sehâba el uzatdı
60. Her dür ki selıâbdan döküldü
Etfâl-i çemen sevindi güldü
61. Ebr eyledi bağı nûşa gencûr
Şekkerde uçardı tûti zenbûr
62. Müşk idi nesîm-i bûstânî
Dinmezdi ru'âf-ı ergavânî
63. Zencîr-i cünûn edip teselsül
Cûybâra karıştı mevce-i gül
64. Cûş etti o rütbe seyl-i nîsân
Seng ü hazef oldu dürr-i galtân
65. Micmer gibi göz göz oldu dünyâ
Her çeşme gülâb-dân-ı zîbâ
66. Çerh etti dimağını muattar
Berk eyledi atsayı mükerrer
67. Bir neşv ü nema düşüp zemîne
Tâ erdi sipihr-i çârumîne
54. Hava, göğsünü açıp gösterince, uyku kuşunu kim uçurabilir?
55. Delilik içkisi ile, aklı başından gitmiş; o yüzden bahçenin ayağı dereye bağlandı.
56. Nevruz havayı nemlendirince yerdeki yeşillikler, dudu kuşunun kanadına döndü.
57. Felek gerkesi yuvaya indi; gül goncası hûmâ kuşuna yuva oldu.
58. Bitirip yetiştirme kuvveti öylesine güçlendi ki ruhlar bile fidanlara hasret çeker oldular.
59. Çardak beşiğine yatan her üzüm çotuğu, bulutun memesine el uzattı.
60. Buluttan dökülen her inci tânesi yüzünden, yeşillik çocukları sevinip, güldüler.
61. Bulut, bahçeyi tatlılıklar haznedarı yaptı; dudu kuşları, arılar gibi şekerlerin çevresinde uçuşmaya
başladı.
62. Bağın, bahçenin rüzgârı miskti sanki; ergavanın burnunun kanı da dinmiyordu.
63. Delilik zincirinin halkaları, birbirine ulanıp gidiyor; gülün dalgalan, ırmağa karışıp akıyordu.
64. Nisan ayının seli öylesine coştu ki taş toprak, yerlerde yuvarlanan incilere döndü.
65. Dünya, buhurdan gibi göz göz oldu; her su kaynağı da güzel gülabdan kesildi.
66. Gökyüzü, dimağını güzel kokularla bezedi; şimşek birteviye aksırmaya başladı.
67. Yeryüzü öyle bir gelişmeye sahne oldu ki tâ, dördüncü kat göğe yükseldi, ulaştı.
68. Her tûde-i hâk olup Bedahşân
La’l ırmağı oldu bağa cûşan
69. Ol feyz ile oldu hâre vu seng
Hem-şa'şaa-i harir-i gül-reng
70. Her gonce ki çıktı gül-sitândan
Râz açtı zemîn ü âsmândan
71. Şâh-ı güle döndü sâh-ı âhû
Müşk nâfesi verdi serv-i dil-cû
72. Cennet haberin getirdi gülzâr
Tûbâ'ya nazîre hâr-ı dîvâr
73. İsrâfil olup nesîm-i zîbâ
Kıldı haşer-i zemîni ihyâ
74. Bülbül gibi geldi şevk-i bâli
Açtı güle gonce kıyl u kâli
75. Sûsen boyanırdı yâsemenden
Kan damlar idi ruh-ı semenden
76. Gizli öpüşüp gül ü karanfül
Nerkislere el salardı sünbül
77. Gülşende fısıltı oldu peydâ
Ettiler anı nesîme ifşâ
78. Hercâyî beaefşe eyleyip cûş
Hem hâme hem oldu nâme hâmûş
79. Nerkis söz açıp şerâb u neyden
Dür saçdı peyâm-ı tâc-ı Key'den
80. Kaldırdı elin çenâr-ı ser-keş
Bir söz dedi var içinde âteş
81. Yakdı o haberle lâle dağı
Aşüftelenüp gülün çerâğı
68. Her toprak yığını Bedehşan'a döndü; la'l ırmağı bahçeye coşup aktı. (Bedehşan lâ'l taşıyla
ünlüdür).
69. O feyizle her kaya, her taş, gül renkli bir kumaşa döndü; parıl parıl parlamaya başladı.
70. Gül bahçesinde biten her gonca, yeryüzünden ve göklerden sırlar açtı.
71. Ceylanın boynuzu gül dalına döndü; gönüller alan selvi, gül nâfeleri yetiştirdi, (Nâfe, ceylanın
göbeğinden çıkarılan koku).
72. Gül bahçesi cennet haberini getirdi; duvar kenarındaki dikenler (bile) Tûbâ'ya nazire oldu.
73. Güzel rüzgâr, İsrâfil kesildi de yeryüzü ölülerini diriltti.
74. Gonca, bülbül gibi neşelendi de güle karşı söz söylemeye, şakımaya başladı.
75. Süsen, yâsemin rengiyle boyanmakta; yâsemin yüzünden de kan damlamaktaydı.
76. Gülle karanfil gizlice öpüşmekte; sümbül de nerkislere el atmaktaydı.
77. Gül bahçesinde fısıltılar duyuluyordu; ne konuşulduğunu sabah rüzgarına söylüyorlardı.
78. Hercâyî menekşe coşunca hem kalem sustu, hem kitap.
79. Nerkis şaraptan, neydan söz açarak Key tâcının haberinden inciler saçtı. (Key, İran Padişahı
demektir.)
80. Baş çekmiş âsî çınar elini kaldırdı, öyle bir söz söyledi ki sanki içinde ateş vardı.
81. Lâle o haberle gönlünü dağladı; gülün mumu perperişan yanmaya başladı.
82. Doldu yer ü gök figân ü zâra
Olmadı o sohbet âşikâra
Tâlib şoden-i Aşk akd-ı Hüsn'ra
83. Munlâ-yı Cünûn verdi fetvâ
Kim Hüsn için oldu farz gavgâ
84. Kasdetti ki ola Aşk-ı gam-hâr
Ahvâl-i kabîleden haberdâr
85. Her biri arardı vasla çâre
Âşık geçinirdi ol nigâre
86. Bu resme gerek belâ-yı düşvâr
Yek başına Aşk âlem ağyar
87. Cem'eylediler kabileyi hep
Aşk eyledi anda arz-ı matlab
88. Kim gevher-i Hüsn'e tâlibim ben
Gavgâ-yı talebde galibim ben
Kabûl kerden-i Aşk belâhârâ
89. Aşk anladı kim nedir ser-encâm
Gavgâ-yı makâle verdi ârâm
90. Dedi buyurun ne ola hidmet
Min ba'd men ü belâ vü mihnet
91. Sâdât-ı kabîle etti tedbîr
Kim mehrine eyle nakdi tevfîr
92. Hüsn akdine çok behâ gerektir
Evvel sana kîmyâ gerekir
93. Durma sefer et güzâr-ı Kalb'e
Can baş ko reh-güzâr-ı Kalb'e
82. Yer gök feryatla, figanla doldu; fakat o sohbet bir türlü meydana çıkmadı.
Aşk'ın Hüsn'e Talip Olması
83. Cünun Mollası da, Hüsn için kavgaya girişmek farzoldu diye fetvâ verdi.
84. Gamlar yiyen Aşk, kabile halkının ahvâlinden haber almak istedi.
85. Kabile halkının her biri, o güzele âşık geçinir; her biri onunla bulşmaya çâre arardı.
86. Güç belâ da böylesine gerek... Aşk tek başına bütün âlemse yabancı.
87. Kabîle halkını tamamıyla topladılar; Aşk onlara dileğini anlattı.
88. Ben dedi, Hüsn denen inciyi istiyorum; bu istek kavgasında da üstünüm.
Aşk'ın Belâları Kabul Etmesi
89. Aşk, başına neler gelecek, anladı; sözle savaşmayı bıraktı.
90. Buyurun dedi; ne hizmet istiyorsunuz, bundan böyle ben varım; işte belâ ve mihnet.
91. Kabile uluları, ne gerektiğini bildirdiler; nikâh parası olarak pek çok para vermen ve,
92. Hüsn'ü nikâhlaman için çok belâya uğraman, önce kimyâyı elde etmen gerek dediler.
93. Durma; Kalb ülkesine yürü; kalb yolunda can ver; başından geç.
94. Ol şehrde kîmyâ olurmuş
Yolda belî çok belâ olurmuş
95. Bin başlı ejder-i münakkaş
Mümdan gemi altı bahr-i âteş
96. Bin yıllık yol harâbe-i gam
Anın ötesi serây-ı mâtem
97. Meşhûr o yolun başında câdû
Her mûyu yılan yalan değil bu
98. Bir deşt içinde dîv ü perrî
Arslan kaplan vuhûş-ı berrî
99. Cin nev'i hezâr bed-likâlar
Câdû kılığında ejdehâlar
100. Muzlim gecelerde gûl-ı yâbân
Âvâzesi ra'ddan nümâyan
101. Sihr ile yağar o deste âteş
Gâhice de ef'i-i münakkaş
102. Allâh muîn olup geçersen
Kalb şehrinin âbını içersen
103. Kıl andaki kîmyâyı hâsıl
Gel bunda ol işte Hüsn'e vâsıl
Sefer kerden-i Aşk be diyâr-ı Kalb ve ser-encâm-ı vey
104. Aşk oldu bu müjdeden ferah-nâk
Bin şevk ile etdi câmesin çâk
105. Fi'l hâl sorup diyâr-ı Kalbi
Tutdu reh-i reh-güzâr-ı Kalb-i
106. Gayret de olup ana kafâ-dâr
Kıldı iki yâr azm-i dil-dâr
94. O şehirde kimyâ olurmuş, ama yolda da çok belâlar varmış. (Kimyâ : iksir)
95. Bedeni nakışlarla bezenmiş bin başlı ejderha, ateş denizinde yüzen mum bir gemi varmış.
96. Gam harabesi bin yıllık yolmuş; onun ötesinde de Mâtem sarayı varmış.
97. O yol başında meşhur bir cadı varmış ki her tüyü yılanmış; yalan değil bu.
98. O çöl, bir çölmüş ki devlerle, perilerle, arslanlarla, kaplanlarla, kara canavarları ile doluymuş.
99. Cin cinsinden binlerce çirkin yüzlüler, cadı kılığında ejdarhalar,
100. Kapkaranlık gecelerde, sesi gök gürlemesini andıran gulyabani varmış.
101. Büyüyle o çöle ateşler, bazen de nakışlı ejderhalar yağarmış.
102. Allah yardım eder de geçer; Kalb şehrinin suyunu içersen,
103. Ordaki kimyâyı elde edip buraya gelirsin; işte Hüsn burada; gel ona kavuş.
Aşk'ın Kalb Ülkesine Gitmesi ve Burada Başına Gelenler
104. Aşk bu müjdeye sevindi; binlerce sevinçle coştu, elbisesini yırttı.
105. Kalb ülkesi nerede diye sorup Kalb yoluna varan semte yöneldi.
106. Gayret de ona yol arkadaşı olup; iki dost, sevgiliye varmaya yüz tuttular
107. Çün girdi o merd-i râh râha
Evvel kademinde düştü çâha
108. Ammâ ki ne çâh çâh-ı girdâb
Mânend-i ebed verâsı nâ-yâb
109. Gayret dedi ana ey fedâyî
Kârûn'a sor imdi kîmyâyı
Der sıfat-ı şeb
ve şiddet-i şitâ
110. Bir deşt-i siyehde oldu güm-râh
Yeldâ-yi şitâ belâ-yı nâgâh
111. Bir deşt bu kim neûzu billâh
Cinler cirid oynar anda her gâh
112. Birbirine ye's ü havf lâhık
Geh kar yağar idi geh karanlık
113. Deycûr ile berf edince ülfet
Bir kâlebe girdi nûr u zulmet
114. Sermâdan olup füsürde mehtâb
Şebnem yerine döküldü sîmâb
115. Âhû-yı şefîde döndü deycûr
Sahrâ dolu müşk içinde kâfûr
116. Bir bakıma berf içinde deycûr
Mânend-i sevâd-ı dîde mahsûr
117. Buzdan kırılıp sipihr-ı mînâ
Düştü yere rîze rîze gûyâ
118. Bak bak felek-i siyâh-kâre
Âyine getirdi Zengibâr'a
119. Sermâyile berf olunca munsab
Dendânı sırıtdı Zengi-i şeb
107. O yol eri, yola düşer düşmez ilk adımda bir kuyuya düştü,
108. Ama ne kuyuydu? Bir girdab kuyusu ki ebed gibi sonu görünmüyordu.
109. Gayret ona, ey fedâyi dedi; şimdi var da kimyâyı Kârûn'a sor. (Kârun : Mûsâ'nın kavminden biri
olup, zenginliği ile meşhurdur.)
Gece ve Kışın Şiddetinin Niteliği
110. Birkapkara çölde yollarını yitirdiler; kışın en uzun gecesiydi, ansızın gelip çatan bir kıştı bu.
111. Bir çöl ki bu Allah'a sığınırız; orada her an cinler cirit oynar.
112. Yeisle korku birbiri üstüne yığılıyordu; bazen kar yağıyordu; bazen etraf karanlık.
113. Karanlıkla kar; birbiriyle uzlaşınca; nurla zulmet bir kalıba girdi.
114. Mehtap soğuktan donup çiy yerine cıva dökülmekteydi.
115. Karanlık beyaz bir ceylana dönmüş; ova, misk içinde kâfurla dolmuştu.
116. Bir bakıma da kar içinde karanlık, âdeta gözün beyazı ile çevrili karası gibi, kuşatılmış bir halde.
117. Camdan yapılmış gök, güya buzdan kırılarak parça parça yere düşmüştü.
118. Her işi zulüm olan şu feleğe bak, sanki Zengibar'a ayna götürmüş.
119. Soğukla kar birbirine karışınca, gece zencisi sırttı; bembeyaz dişleri göründü.
120. Bin mîh ile na'l-i mâhı encüm
Deycûr-ı şitâdan eyledi güm
Güzeşten-i Aşk ez harâbe-i gam
121. Vaktâ ki cenâb-ı Aşk bî-bâk
Gam deştine düştü ârzû-nâk
122. Ol tiyg ile Aşk-ı bark-cevlân
Gam deştini etdi rîk-i meydân
123. Her gûl-i bekâ ki çıktı râha
Kıldı anı tu'ma tiyg-i âha
124. Döndürdü zemîni âsmâna
Ejderleri reng-i kehkeşâna
125. Etti ser-i dîvü gûlü sergi
Verdi o sipâha nakd-i mergi
126. Hûnâbe-i şîri etdi deryâ
Kaplan derisine döndü sahrâ
127. Bir seyf ile etti ol melek-zâd
Deycûr-ı cahîmi cennet-âbâd
128. Az vaktde geçdi gam harâbın
Hem sihrini gördü hem serâbın
128. Geçdi o yolu ecelden akdem
Kaldı geride serây-ı mâtem
130. Gûş etmiş idi o sergüzeşti
Âteş yemi üzre mum keştî
131. Çıkdı yolu üzre şimdi nâgâh
Ol kulzüm-i âteş-i ciğer-kâh
132. Mumdan gemiler edip hüveydâ
Kılmış nice dîv o bahri me'vâ
120. Yıldızlar, bin mıh çakılmış olan ayı karanlık yüzünden kaybettiler.
Aşk'ın Gam Harabesinden Geçmesi.
121. Aşk, korkusuzca ve istekle Gam çölüne düşünce,
122. Şimşek gibi koşup giden Aşk, o kılıçla Gam çölünü, meydan kumuna döndürdü.
123. Yoluna çıkan her belâ gulyabanisini âh kılıcına bir lokma yaptı.
124. Yeryüzünü göğe çevirdi; ejderhâları kehkeşan rengine boyadı;
125. Devlerin, gulyabanilerin başlarını sergi haline getirdi, o orduya ölüm nakdini verdi.
126 Arslanların kanlarını deryâ gibi akıttı; ova, kaplan derisine döndü.
127. O memleket doğmuş güzel, bir kılıçla cehennem karanlığını cennet haline getirdi.
128. Az bir vakitte Gam harâbesini geçti; onun hem büyüsünü, hem serâbını gördü.
129. O yolu ecelden önce geçti, Mâtem sarayı geride kaldı,
130. Ateş denizinin üstünde mumdan gemiler olduğundan; başa gelecekleri önceden işitmişti.
131. Ansızın yolunun üstüne şimdi: o ciğerler yakan ateş deryası çıkıverdi.
132. Mumdan gemiler meydana çıkararak bir nice dev, o denizi yurt edinmişti.
133. Çün âteş o kavme etmez âzâr
Âzürde olur mu nârdan nâr
134. Keştîleri ber hevâ tutarlar
Çok ebleh-i bî nevâ tutarlar
135. Keştîye kim eyler ise ikdâm
Ol dîvler eyler idi i'dâm
136. Zavrak velî nahl-i sûra benzer
Kâlîbedi surh u şu'le-peyger
137. Gûyâ ki cezîre-i felâket
Pür-sûz belâ kızıl kıyâmet
138. Her biri misâl-ı Kûh-i Surhâb
Dobdolu içinde dîv-i küh-râb
139. Tâbût idi san o keştî-i mûm
Olmazdı mezârı liyk ma'lûm
140. Ol fülk u o nâr-ı pür felâket
Hep şem'-i mezârdan ibâret
141. Ol sihre mahall idi fakat nâr
Hiç sâhile edemezdi âzâr
142. Çün dîvler etdi Aşk'ı da'vet
Gel keştîye bulasın selâmet
143. Aşk eyledi mâcerâyı iz'ân
Sabreyleyip olmadı şitâbân
144. Amma ki ne çâre râh mesdûd
Hîç olmadı bir tarîk meşhûd
Hasb-i hâl
145. Ey hâlık u kirdgâr tâ key
Bu mihnet ü hâr hâr tâ key
133. Çünkü o kavme ateş zarar vermez; ateşten incinir mi ateş?
134. Gemileri havada tutuyorlar; bir çok zavallı ahmağı böylece avlıyorlardı.
135. Gemiye kim binmeyi kurarsa o devler, hemen onu yok ediyorlardı.
136. Gemiydi onlar, ama düğün alayındaki nahle benziyorlardı; tekneleri kırmızıydı, alevden
yapılmıştı.
137. Sanki felâket adasıydı orası, ateşle dolu bir belâ idi, kızıl kıyametti.
138. Her gemi, Sürhâb dağına benziyordu, her gemide üvey babası dağ olan devler dopdoluydu.
(Sürnâb : Tebriz'de ot bitmez bir dağın adı).
139. O mum gemiler sanki tabuttu, fakat içine girenlerin nereye gömüldükleri belli olmazdı.
140. O gemiler, o felâket dolu ateş, hep mezarda yanan mumlardan ibaretti.
141. Fakat o büyünün hüküm sürdüğü yer de ateşti. Ancak kıyıya bir zararı dokunmuyordu.
142. Devler, Aşk'ı gel, gemiye bin de selâmete er diye çağırınca,
143. Aşk, başına gelecekleri anladı, sabretti, koşup gemiye binmedi.
144. Fakat ne çaresi var ki yol kapalıydı, hiç bir yol görünmüyordu.
Kendi Halini Anlatış
145. Ey daima tedbir ve tasarruf sahibi olan Allah, bu mihnet, bu eziyet ne vakte dek sürecek?
146. Reh-zen ne revâ ki yol senindir
Ger hâhiş ararsan ol senindir
147. Lâzım mı her ehl-i derd-i pür-şûr
Çıkmak ser-i dâra hemçü Mansûr
148. Etme beni firkate nişâne
Bed-ahdi ne lâzım imtihâne
149. Çün zerre-i aşka mazhar ettin
Horşîde başım berâber ettim
150. Câdûlar elinde etme beste
Öldür beni koyma böyle haste
151. Ol mevt hayât-ı câvidândır
Ger nefs için istene ziyândır
152. Maksûd hemîn rızâ gerektir
Ol kasde dahı atâ gerektir
153. Kaldı orada esîr-i hasret
Ne tâb-ı güzer ne fikr-i avdet
154. Nutka gelip aşkar-ı gül-endâm
Dedi ne sebebden ettin ârâm
155. Aşk eyledi dürr-i eski rîzân
Söz söyledi hemçü dürr-i galtân
156. Gayret gibi yok per ile bâlim
Bu âteş ile nic'ola hâlim
157. Şâhin değilim ki edip âheng
Pervâz edeyim hezâr ferseng
158. Aşkar süzülüp misâl-ı ankâ
Ol âteşe girdi bî-muhâbâ
146. Yol kesenin bulanması revâ mı ki yol senindir. Dilek, istek ararsan, o da senindir.
147. Her dertli, her coşkun kişinin Mansûr gibi darağacına çıkması mı lâzım?
148. Beni ayrılığa amaç etme, ahdi kötü kişiyi, sınamaya ne lüzum var?
149. Değil mi ki zerre kadar aşk verdin, lütfettin de başımı güneş gibi yücelttin.
150. Cadılar eline düşürme, beni öldür de böylesine hasta etme.
151. O ölüm, ebedî bir yaşayıştır, ama nefis için istenirse ziyandır.
152. Maksat ancak senin rızanı kazanmak. Fakat bu maksada erişmek de senin lûtfunla olur.
153. Aşk orada hasret esiri olup kaldı. Ne geçmeğe kudreti vardı, ne geri dönme fikrine düşmüştü.
154. O gülbedenli aşkar söze geldi neden durup kaldın dedi. (Aşkar, kızıl renkli at)
155. Aşk gözyaşı incilerini döküp yuvarlanıp giden inci taneleri gibi sözlere başladı.
156. Gayret gibi kanadım yok ki, Bu ateşle halim ne olacak benim?
157. Şahin değilim ki davranıp kanatlarımı açayım da uçup binlerce fersah yol alıp gideyim.
158. Aşkar ankâ gibi süzülüp korkusuzca o ateşe girdi.
Âgâhî dâden-i Suhan
be sûret-i Tezerv
159. Gûş etti ki bir tezerv-i ser-keş
Bu gûne verir peyâm-ı âteş
160. Kim duhter-i şâh-ı Çîn'dir ol
Hüsn anlama nakş-ı kîndir ol
161. Ol duhterin adı Hüş-rübâdır
Âdem-küşdür perî-likâdır
162. Bu bağa gelirse yarın ol mâh
Zât'üs-Suvere' alır seni âh
163. Aşk aklını başına edüp cem'
Bî sûd idi liyk yandı çün şem'
164. Kaldı o gül-i harîm-i vuslat
Ol bağda hemçü bûm-ı gurbet
165. Fi’l vâki' o duhter-i semen-sâ
Ol bağı yine edindi me'vâ
166. Elvân ile her gurûh-ı yektâ
Envâr-ı mücessem idi gûya
167. Pertevleri kıldı reng der reng
Envâr-ı hayâli ceng der ceng
168. Ammâ ki zemîn-i kal'a-i pâk
Âyine idi çü akl-ı derrâk
169. Her aksden ol zemîn-i pür-nûr
Gösterdi hezâr rûh-ı mahşûr
170. Bir taht-ı münevver oldu peydâ
Ol pîr ile Aşk oturdu hemtâ
171. Aldılar o şâhı eyleyip azm
Seyrâna o şehri kıldılar cezm
Suhan'ın Sülün Şeklinde Gelip Aşk'ı Uyarması
159. Serkeş yani baş çekmiş bir sülünün şu çeşit ateşli bir haber verdiğimi duydu.
160. Diyordu ki : O, Çin şâhınn kızıdır; onu Hüsn sanma; kinin nakşıdır, yani kendisidir.
161. O kızın adı Hüşrübâ (akıl kapan)'dır; peri yüzlüdür ama adam öldürür.
162. Yarın o ay bu bahçeye gelirse eyvahlar olsun, seni alıp Zât'us-Suver'e götürür.
163. Aşk, aklını başına topladı ama mum gibi yanmıştı bir kere; faydası yoktu artık.
164. O vuslat harîminin gülü, o bahçede, gurbet baykuşu gibi kaldı.
165. Gerçekten de o yâsemin bedenli kız, gene o bahçeyi yurt edindi.
166. Eşi bulunmayan her bölük sanki çeşitli renklerle cisimlere bürünmüş nurlardı sanki.
167. Işıkları; renk renk yaptı, hayâl nurları birbirine çarpmadaydı.
168. O tertemiz kalenin zemini, her şeyi anlayan akıl gibi bir aynaydı.
169. O ışıklı yer, kendisine vuran her şeyden binlerce haşredilmiş can gösterdi.
170. Nurlu bir taht peyda oldu. Tahta o ihtiyarla Aşk. beraberce oturdu.
171. O padişah alıp şehri gezdirmeye götürdüler.
172. Her gûşede nice bağ ü bûstân
Her birisi reşk-i bağ-ı Rıdvân
173. Gencîneler anda aşkâre
Memzûc idi cevhere sitâre
174. Bir nice umûr-ı gayr-ı ma'kûl
Her nazrada Aşk'a oldu mahsûl
175. Aşk etti bir iki saat âram
Tâ kim gele pîr vere peygâm
176. Bir gulgule koptu kasr içinde
Kim görmemiş idi asr içinde
177. Âvâz-ı sürûr-ı nây u tunbûr
Bir velvele hemçü nefha-i sûr
178. Âvâze-i tabl-ı şâdmânî
Âsâr-ı neşât-ı câvîdânî
179. Bir perde açıldı nâ be-hengâm
Aşk oldu tahayyür ile sersâm
180. Bir hâl-i garîb oldu peydâ
Kim eylemez idi Aşk hulyâ
181. Kim gayret ü Hayret ile İsmet
Geldiler ana berây-ı hidmet
182. Hem dahı Suhan o pîr-i enver
Munlâ-yı Cünunda besberâber
183. Tebşîr kılıp Suhan mukaddem
Dedi ki eyâ hidîv-i ekrem
184. Bu hâli bilir misin hele sen
Sen kandasın ü dahı kimim ben
185. Bu şehr ne şehr-i dil-sitândır
Bu bağ ne bağ u bûstandır
172. Her bir bucakta nice bağ, bahçe vardı. Her bir bahçe cennet bahçesinin bile hasedini çekiyordu.
173. Oradaki defineler açıktaydı, mücevherler yıldızlara karışmıştı.
174. Her bakışında Aşk'a, aklın almayacağı nice şeyler göründü.
175. Aşk bir iki saat durdu, bekledi; o ihtiyarın gelip haber vermesini bekledi.
176. Birden köşkün içinde öyle bir gürültü koptu ki âlem de o çeşit gürültü görülmemişti,
177. Ney ve tanburların neşeli sesleri duyuluyordu. Sûr üfürülüyor gibi bir velveledir, kopmuştu.
178. Sevinç davulları çalınıyor, ebedi sevinç belirtileri beliriyordu.
179. Beklenmedik bir anda bir perde açılıverdi. Aşk hayretler içinde kaldı, aklı başından gitti.
180. Görülmemiş, şaşılacak öyle bir hal oldu ki Aşk, bunu hayaline bile getirmemişti.
181. Gayret ile İsmet ona hizmete geldiler.
182. Hem de Suhan, o apaydın ihtiyar, Cünun mollası ile beraber göründü.
183. Önce Suhan müjdeledi, ey ulu emir dedi.
184. Bu hali bilir misin sen? Sen neredesin ben kimim?
185. Bu şehir, gönül alan nasıl bir şehirdir, bu bağ, bu bahçe ne biçim bağdır, bahçedir?
186. Seyr ü seferin ne râhdandır
Zûr u hünerin ne şâhdandır
187. Yâdında mıdır Benî-Mahabbet
Nüzhet-geh-i Ma'ni cây-ı vuslat
188. Bu işte o bağ-i bî-bedeldir
Bu hâne henüz ol mahaldir
189. Kim bunda ne gûl var ne evhâm
Ne dîv-i siyâh u zişt peygâm
190. Ne âteş-i sihr ü ne şitâ var
Ne bîm-i helâk ü ne belâ var
191. Bil cümle neşât-ı câvidânî
Envâ'-ı sürûr u şâdmânî
192. Fehmeyle ki bu garîb sırdır
Erbâb-ı ukûle müstetirdir
193. Ben ol Suhan'ım ki edip ikdâm
Çehden sana râhı etdim i'lâm
194. Câdûyı helâk eden ben idim
Bu yolları pâk eden ben idim
195. O bülbül o tûtî-i suhan-gû
Hem ben idim ol tezerv-i dil-cû
196. Ol pîr-i tabîb-i pâk-tıynet
Bendim sana eyledim delâlet
197. Geldim yine da'vet-i visâle
Vâkıf olagör meâl-i hâle
198. Bulmağa zuhûr bu mebâhis
Bir geç-nazar olmuş idi bâis
199. Kim Aşk Hüsün'dür ayn-i Hüsn Aşk
Sen râh-ı galatda eyledin meşk
186. Nereden yola çıktın, hangi yoldan geldin? Kuvvetin, hünerin hangi padişahtan meydana geldi?
187. Sevgioğulları, Mânâ gezinti yeri, o buluşma yeri alklında mı?
188. Orası işte o eşsiz bahçe, bu ev hâlâ orası.
189. Burada ne gulyabani var, ne evham. Ne kapkara dev var, ne çirkin haber.
190. Ne büyü ateşi var, ne kış. Ne ölüm baykuşu var, ne belâ.
191. Burada tamamıyle ebedîlik neşesi, sonsuz bir sevinç, zevkin sefanın çeşitleri var.
192. Anla bunu, görülmemiş eşsiz bir sırdır bu. Akıllılardan gizlidir.
193. Ben o Suhan'ım ki kuyuya vardım, sana kurtuluş yolunu bildirdim.
194. Cadıyı öldüren bendim, bu yollan temizleyen gene bendim.
195. O bülbül, o söz söyleyen dudu kuşu, o gönül alan, sevimli sülün hep bendim.
196. O yaratılışı temiz hekim de bendim, sana yol gösterdim.
197. Şimdi gene buluşmaya, kavuşmaya davetçi olarak geldim, artık bu halin ne olduğunu anla.
198. Bu şeylerin meydana gelmesine eğri, yanlış bir bakış sebep oldu.
199. Çünkü Aşk Hüsn'dü, Hüsn de Aşk'ın kendisi. Sen ise yanlış bir yol tutmuştun.
200. Birlikte bu kıyl ü kâl yokdur
Ol farzda hîç muhâl yokdur
201. Var imdi gör ol melek-likâyı
Seyreyleki Hüsn-i bî-behâyı
202. Tâ cümle nihan iyân ola hep
Evvelki iyan nihân ola hep
203. Hem-râhların bu râha erdi
Aşk ancak o pâdşâha erdi
204. Munlâ-yı Cünûn u Gayret İsmet
Hem kaldı girü Benî-Mahabbet
205. Hem üns-i Suhan nihâyetindir
Bundan ilerisi Hayret'indir
206. Fi’l vâkı'alıp o şahı Hayret
Açıldı sürâdıkât-ı vuslat
207. Buldu bu mahalde kıssa pâyân
Bundan ötesi değil nümâyan
208. Sad şükr ola hayy-i lâ-yemûta
Kim erdi söz âlem-i sükûta
200. Birlikte bu dedikodu yoktur. O zanda olmayacak şey hiç bulunmaz.
201. Var şimdi onun, o melek yüzlü güzelin değer biçilmez güzelliğini gör seyret.
202. Bütün gizli şeyler açığa çıksın, evvelki açık olanların hepsi de gizlensin, silinip gitsin.
203. Seninle yoldaş olanlar, bu yola kadar geldiler o padişaha ise ancak Aşk erişti.
204. Cünûn mollası, Gayret, İsmet, Sevgioğulları geride kaldılar.
205. Suhan'la arkadaşlığın sonu da burası, bundan ötesi Hayret'in işi.
206. Gerçekten de Hayret o padişahı alıp götürdü, vuslat perdeleri açıldı.
207. Hikâye de burada sona erdi, bundan ilerisi artık görünmez.
208. O ölümsüz diriye, Allah'a yüzlerce hamdolsun ki söz, sükût âlemine erişti.
Www.semazen.net

Konular