İRAN'DA BEKTAŞÎLİK İZLERİ

İRAN'DA BEKTA,ŞÎLİK İZLERİ
Dr. Yasar KALAFAT
Halk Bilim Uzamın, Yazar
İthaf:
Bektaşîliğin İran boyutu hakkında izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım. Bu kısa gözlem yazıma
başlarken rahmetli Kadri Erogan'ın aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum. Yazmaya " çalışacaklarımı
ona, onun sohbetinde anlatabilmeyi çok isterdim. Yazımdaki tespitler, bir anlamda onun bize nasihatı,
ulaşılmasını arzuladığı hedefleri ve biraz da vasiyeti idi.
Hocamızla Hacı Bektaş Kasabası'nda, Hacı Bektaş Sempozyumu'nda yanılmıyorsam 1986
yılında tanışmıştık. Dostluğumuz kesintisiz sürdü. O, Uğur Sümer, Prof. Dr. Abdurrahman Güzel'le
yaptığımız sohbet toplantılarında, Bektaşîlik gerçeğinin gün ışığına çıkarılması ihtiyacı üzerinde
duruyorduk. İstismardan kurtarılmasını istiyorduk. Nihayet bunun ancak ilmî çalışmalarla
olabileceğine karar verdik. Çalışmaların üniversite ile organik bağı olmalıydı. Akademik çalışmalar
ancak böyle mümkün olabilirdi. Nihayet onun başı çektiği bir grup dava adamı arkadaşın bitmez
tükenmez gayretleri ile Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi kuruldu ve faaliyetine
başladı.
Merkezin üzerinde çalıştığı projelerden birisi de Hoca Ahmet Yesevî -Hacı Bektaş Velî
arasındaki hiyaraşik iltisakın tesbiti idi. Türkmenistan-Türkiye arasındaki Türk inanç coğrafyasının
incelenmesini, dönem dönem zincirin her halkasını gerçeğine uygun şekli ile açıklanmasını
hedefliyordu.
Biz "İran'da Bektaşîlik İzleri" ismini verdiğimiz bu yazımızla, duyulan ihtiyacı karşılamaktan çok
uzak olduğumuzun farkındayız. Ne var ki sathî de olsa gözlem düzeyinde de olsa katkı
sağlayabileceğini düşündük.
Bu notlan çıkarmaya başladığım, İran'ın Horasan bölgesinde büyük deprem felaketi yaşadık.
Komşu İran'ın acısını paylaşıyor, ölenlere Tanrı'dan rahmet diliyorum.
Açıklamalarımı kısa bir girişten sonra tanıma imkânını bulduğumuz kurumları, bazı nokta tesbitlere, Türkiye ile ilgili görüşlerine yönelik görüşmelere yer verip sonuçlandırmaya çalışacağını.
Kurumlar, kurumların işlevleri, inanç kesimleri ile ilgilerine dair açıklamaları yapmaya
çalışırken, imkân nisbetinde Bektasîlik ve Hacı Bektaş Velî araştırmalarını eksen olarak almaya
çalıştım.
Giriş:
Bizim İran'a gidişimiz, İran'daki (Al-el Seyit Mirasını Yaşatma Müessesesi) Ehl-i Beyt Kültürünü
Yaşatma Vakfı'rır davetiyle gerçekleşti. Bu vakfın davetinde Dr. Abdulkadir Sezgin'in Avrasya Dosyası
isimli dergideki yazısı vesile oldu.
Dr. Sezgin bu yazısında mealen; "Türkiye'deki Caferî inançlı Türk Cemâtin din adamı ihtiyacı,
İran da Kum şehrinde eğitim görerek karşılanıyor. Caferî inançlı Türk Dünyası'na din adamız
yetiştirilmesi konusu. Türkiye'de ele almabilir. İran da Türkiye'de, İran'daki Sunnî inançlı Türkler için,
dinî eğitim verebilecek din adamı yetiştirebilmelidir" diyor.
Dr. Sezgin'in bu makalesini inceleyen İran'ın Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın II. Başkanı
Sayın Seyit Ali şehristanî: "Biz İran'da Sunnî inançlı cemaat için de, din görevlisi yetiştiriyoruz. Görmek
istiyorsanız sizi davet ediyoruz." diyerek bu geziyi yapmamızı sağladılar.
Böylece biz, Prof. Dr. Şaban Kuzgun, Doç. Dr. Yusuf Sezen, Dr. Abdülkadir Sezgin'le birlikte 12-
23 Kasım 1996 tarihleri arasında Kum, Tahran, Meşhed, Nişabur, Tus, Tebriz, İsfahan'da inceleme
yapma imkânları bulduk. Medrese, üniversite, müzeleri gezdik ve halk arasında temaslarımız oldu.
Tesbitlerimizi üç ayrı metinde topladık. Bunlar:
1- Tesbitlerimize halk inançlanmızı eklediğimiz "Vatan-İran-Turan Hattı Caferî Türk'ler de Halk
İnançları" isimli çalışmamızı ufak bir kitapçık yapıyoruz.(Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 108)
2- İran aydınının dinî değerler itibariyle deklare ettiği işbirliği teklifini, millî değerlerimizle yorumladığımız "Güney Azerbeycan'da Din" başlıklı bir başka çalışmamızı da Kutlu Doğum Haftası'nda
tebliğ olarak sunacağız. (28-30 Nisan 1997).
3- Şiî-Caferîliğin, tarihî seyrinde siyasetlerinden hareketle, Caferî dünyasında insiyatifin, Caferî
Türklerine geçebileceğini izaha çalışan yeni bir strateji "Caferî İnançlı İslâm Aleminde Türklük" adı
altında Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik İşbirliği Kurultayında (10-13 Nisan 1997) tebliğ
olarak verilmiştir.
Bu üç çalışmadan bahsetmemin sebebi konunun daha iyi anlaşılması ve muhtemel sorulara
cevap teşkil etmesi içindir. Şimdi yapmaya çalışacağım açıklamalar; İran'da gördüğüm duyduğum hususlarla Alevîlik-Bektaşîlik konularının bağlantısı üzerine olacaktır. Bahsettiğim ilk çalışmadan da
zaman zaman alıntılar aktaracağız
Kurumlar:
Bizi İran'a davet eden Ehl-beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı 'nı kısaca tanıtmak Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi'nin bu kuruluşla hangi noktalarda işbirliği yapabileceği konusunda
bazı fikirler verebilir. Ehl-i beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın merkezi Necet ve başkanı da Seyyid
Ayetullah-ı Uzmâ Sistânî'dir. Kum'daki karargâh ise bu vakfın İran temsilciliği ve ikinci yetkili merkezidir. Kuruluşun Caferî dünyasında başka şube ve temsilcilikleri de vardır. Başka bir ifade ile bu
vakıf, yüz milyon dünya Şiâ- Caferîliğinin, Şiî Caferîlik adına karargahıdır. Sadece İran'da değil halkı Şiâ-
Caferî olan veya halkının arasında ŞiâCaferî inançlı Müslümanların da bulunduğu her ülkede
etkinlikler göstermektedir. İran'da bu tarz vakıf denilebilecek karakterde bir çok kuruluş vardır. Şiâ-
Caferî inançlı alem denilirken Hindistan, Pakistan, Afganistan, Özbekistan'da mahdut kesimler; İran,
Azerbaycan, Nahcivan'ın tamamına yakını ile Ortadoğu`da İrak, Suriye ve Körfez ülkelerinin belirli
yüzdeleri; Türkiye'den bir bölüm kastedilmiş olmaktadır.
Anılan vakfın gelirlerini, cemaatin dinî vergileri olan ve kazancın %20'sini teşkil eden "Humus"
oluşturmaktadır. Ayrıca Meşhed gibi 24 saat ticarete açık olan iş merkez mahiyetli şehirlerin bütün
mal varlığı vakıf olup geliri bu tür amaçlara hasredilmektedir. Bir fikir vermek üzere.
Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın dünya Caferîlerinden 600 bin din öğrencisi ve
görevlisine maaş verdiği, İmam Rıza Külliyesinin günde 300 bin insana yemek verdiği, ve bu vakfın
mütevelli heyetinin Humus'dan gelen yıllık %5 payının ise, 50 milyon doları bulduğu söylenilmektedir.
Hemen arzdeyim bu tesbitleri tescilli istatistik bilgileri olmayıp diyaloglar sonucu derlemişlerdir
Ehl-i Beyt Kültürünün Yaşatma Vakfı, İran İslâm Devrimi'nden evvel de vardı ve mevcut rejim
değişse de varlığını devam ettirecektir. Bu kuruluşun geçmiş dönemler itibariyle günümüzdeki etkinlik
farkı, bu dönemde, Kum ve Tahran yönetiminin, büyük ölçüde hedeflerinin aynı oluşundandır.
Bu kuruluşun, idarî personel kadrosunun temelini, seyyidler ve onların hiyerarşik karizmaları
teşkil etmektedir. Mollaları ise, aldıkları eğitimin seviyesine göre bu kadrolaşmayı
tamamlamaktadırlar. Böylece Tahran merkezli, İran İslâm Yönetiminin yanısıra, Defter-i Tebligat-ı
İslâmi Havza-i Kum ile muahtabız.
Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı, mevcudiyetini ve hedefini " İslâm Kültür ve Medeniyetini
yeniden tesisi etmek" olarak tanımlamaktadır. Bunu yapmaya çalışırken, bazan kendi bünyesinde
merkezler oluşturmuş, bazan aynı amaca hizmet veren paralel kuruluşlarla iş birliğine girmiş ve bazan
da siyasî iktidarla hedef birliği olan projeler yapmıştır. (Mikser Tipi üniversiteler de olduğu gibi)
Mikser Tipi üniversitelerden kısaca bahsetmek gerekirse, şahlık dönemi İran'ın batı tipi
üniversiteleri, İran İslâm Devrimi'nden sonra büyük ölçüde kaldırılıp yerlerine medrese tipi
üniversiteler kurulması cihetine gidilmiş. Kum Medreseleri mezunlarının ihtiyaç duyulan aydın tipini,
karşılayacağı umulmuştur. Ancak ekonominin, para, banka sigorta ve benzeri kalemleri
eğitilmiş insan ihtiyacını karşılamamıştır. Bunun üzerine eski ve yeni eğitimi ortak program olarak ele
alıp Mikser Tipi üniversiteyi oluşturmuşlar. Bu tür üniversiteler, mezunlarında gördükleri aksaklıkları
gidermek için özel araştırmalar yapıp, sürekli müfredatlarını yenilemek cihetine gidiyorlar.
Kurumlar münasebetiyle hakkında bilgi vereceğim "İslâm Mezhepleri Arası Dialoğ Merkezi'ne
ve Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'na ileride your vermeye çalışacağım.
İran-İslâmiyet ve Türklük
İran'ı yazı konumuz itibariyle tanımlamak gerekirse; İran, bugünkü nufusu 65-70 milyon olan,
bu nüfusun %27'si şehirlerinde yaşayan ve 1986 istatistiklerine göre %3,5-4 nüfus artışı
gösteren bir ülkedir. İran Büyük Elçiliği'nin, broşür olarak dağıttığı bir kaynağa göre, İran'ın
Azerbaycan eyaletinde yaşamakta olan; onlara göre "Azeri"ler; bize göre, Azerbaycan
Türklerinin İran'ın diğer halkından, dil farklılığından başka bir ayrılığı yoktur. Bu kaynak,
İran'da ki Kaşkâyiler gibi diğer Türk unsurlardan da Türk kimliklerini zikredemeden
bahsetmektedir. Bu arada; Araplar, Lorlar(lurlar), Beluçlar, Talişler, Bahtiyarîler, Zengibar ve
Hintli unsurların varlığından da söz edilmektedir.
İran'ın resmi kaynaklarma göre mevcut nüfusun % 20 si Azerî (Azerbaycan Türk'ü)'dür. İran'lı
Türkler ise, İran nüfusunun %50 sinin kendilerine ait olduğunu ifade etmektedirler.
Resmi kaynaklar, İran dinîni İslâmiyet, mezhebini de Şiî Caferîlik olarak açıklarlar. Halkın
büyük çoğunluğunun Şiî-Caferî olduğu; Hanefi, Şafî, Malikî, Hambelî, Zeydîye mezheblerinin de bulunduğu ifade edilmektedir.
İran'da görünürde millîyet Şiî-Caferîlikle özdeleşmiştir. Zahirde Fars, Türk v.s. değil, İranlılık
vardır. İranlılığın odağında ise, Şiî -Caferîlik bulunmaktadır. Gerçekte ise eğer yanımıyorsam, bana
göre Şiî -Caferîlik, Fars kültürü ve emelleri ile birleşip Fars millîyetçiliğini meydana getirmiştir.
İran'ın resmi bakış açısına göre; Sasânîler, Safevîler, Avşarlar, Zendîler, Kaçarlar gibi
yönetimde bulumuş hanedan aileler ile Gazâlâ, Ebu Reyhan, Birunî, Hâce Nesir Tîsâ, Sâdî, Hâfız ve
Mevlânâ gibi sahalarında kendilerini tescil etmiş isimler, İran İslâm dünyasının ürünleridir. Bu dünya
yani söz konusu İslâmiyet Şiî -Caferî İslâm'dır. İran yanılmıyorsam zahirde İran vatandaşı olmayı,
gerçekte ise Fars millîyetçisi olmayı yansıtıyor.
İran'ın anılan resmi kaynağı Caferîliği tanımlarken "Şia mezhebi, Hz. Ali İbni Ebu Talib (Selamallahualeyh) ve onbir evladının imamlıklarını vurgulayarak, bu oniki imanı Hz. Muhammed'in (sav)
temsilcileri, halifeleri ünvaniyle kendi takipçilerine uygun politik ve sosyal taahhütler öngörerek onları
kamu ve sosyal hizmetlere karşı ilgisiz kalmaktan uzak tutmaya çalışıyor. İran İslâm İnkılabı Hükümeti
ise işte bu hasletten neşet etmektedir." demektir.
Hocam Fığlalı ise, Şiîliği anlatırken: "Şia, usûl-ı din denen inanç esasları ile ilgili hususlarda,
dikkate değer farklılıklar ve özellikler taşır. Gerçi tevhid, nübüvvet ve ahiret gibi üç temel esasta
birleşmiş olmakla birlikte, imametin usûl-ı din içine sokulması ve dolayısı ile Hz.Muhammed '(sav)den
sonra belli kişilere üstünlük ve bu kişilerin, peygamber gibi ismet sahibi, yani günahlardan korunmuş
oldukları hususunun kabul edilmesi, İslâm dinînin, Kur'an-ı Kerim'in özüne ve ruhuna ters
düşmektedir. Çünkü üstünlük ancak takvaya bağlıdır." demektedir.
Şia'nın siyasî tezahürü konusunda ise hocamız:
"Siyasî bir fırka hüviyetinde olan Şia, baştan beri, ister Sünnî ister, Alevî olsun özellikle Türkler
arasında itibar görmemiş ve hemen hemen hiç taraftar bulmamıştır." demektedirler ki biz Şiî-Caferî
Türk dünyasının mevcudiyetini düşününce bu görüşe pek katılamıyoruz.
Ehl-i beyt konusunda ise sayın hocam Fığlalı:
"Şia'nın özellikle Ehl-i beyt adına var olduğu iddiası, bütün Müslümanların dikkatini ve
alâkasını çeker veya çekebilecek bir husustur. Maamafih pek büyük çoğunluğu Hz. Muhammed (sav)
'in soyunu, Ehl-i beyt'ini, dolayısıyla Hz. Ali (ra)ve oğullarını sonsuz bir hürmet ve muhabbetle bağrına
basar ve onlara azamî bağlılık ve dostluğu (tevellâ) gösterir. Nitekim memleketimizde, Ehl-i Sünnet'e
mensup topluluklar ile bizim kendilerini görüşleri itibariyle Ehl-i Sünnet içinde mütaala ettiğimiz, ama
kendilerine Alevî denen zümrelerde, sadece hu hususta Şia ile aynı kanaati paylaşırlar" demektedir.
Bu açıklamayı, Anadolu Alevîliğinin, sadece Ehl-i beyt sevgisi itibariyle. Şia ile ortaklığı olduğu,
Ehl-i beyt sevgisinin Ehl-i Sünnet'te de bulunduğu gerçeğini, muhtemel bir haklı suale peşinen cevap
vermiş olmak için yaptık.
Tekrar konuya dönmek gerekir ise yaptığımız açıklamalar ışığında deniluıektedir ki:
İran'daki Türk potansiyelden, Türklük adına söz edilirken bir husus çok iyi bilinmelidir ki
tarihte İran'da yönetimde bulunmuş hanedanların çoğunlukla Türk olmaları, onların tarihte Şiî-Caferî
İslâm adına var olmuş olmaları gerçeğini değiştirmez. Günümüzde Şiî-Câferî dünyasına sözcülük eden
İran, bu potansiyeli, İranlılık adına sahiplenmektedir. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz.
Şiî-Caferî Türk hanedanları için koyduğumuz teşh'is Caferî inançlı % 50 'leri bulan Türk nüfus
potansiyeli ve Caferî inançlı "tarihî Türk güzideleri" itibariyle de geçerlidir. Bu açıdan bakılarak Caferî
inançlı karizmatik Türk din adamlarının durumuna gelince, onlarda ise, doğal olarak Gaferîlik motifi
daha önceliklidir. Onların durumuna ayrıca gelmeye çalışacağım. Yapmaya çalıştığım bu genel
açıklamalar; İran ve Anadolu, Bektaşî Alevî liği ilişkisine giriş içindir.
Kurumlar lI :
Yapılanma bölümünde atıf yapıp; genel hedefine hitap ettiği kitleye, mali kaynaklarına ve
uzman temin şekline dair açıklamalar yaptığımız Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın altı müstakil
kuruluşu vardır. Bunlar bina, arşiv uzmanı, tahsisat v.s. itibariyle belirtilen aynı ortak hedef için
çalışırlar. Mesala birisi İslâm kaynaklarını birinci elden toplar, gerekli ise yorumlar ve dip notlayarak
yayınlar. Diğerleri ise akademisyenlere, çocuklara halka yönelik çalışmalar yaparlar, Ansiklopedileri ve
okul kitaplarını yeniden hazırlayan kuruluşlardır. Bu sahalarda araştırma yapan kimseleri tesbit eden,
onlardan ve onların yayıma hazır eserlerinden istifade eden müesseselerdir. Yüzlerce uzmanla hizmet
eden bu kuruluşlar, bilgisayarla donatılmıştır. Amaç Caferî inancı inşaa ve yaymaktır.
Sık sık bahsettiğim "Caferîlik" tanımından hareketle İmam-Caferi Sadık Hazretlerine olan saygı
ve sevgimizden şüphe edilmesin. Biz siyasîleştirilen İran Şiasını kastediyoruz.
İran da siyasîleştirilen Ehl-i Beyt kültürü sadece iç birliğin sağlanılmasında, hizmet verip dış
siyasetin temelini teşkil etmemektedir. Aynı zamanda büyük bir turizm kaynağıdır. Sayın Ebulfez
Elçibey'in belirttiği gihi Arap Vahabîliğinin, Hac faktörünü kullanmaları gibi Fars Caferîleri de Kerbelâ
ve Meşhed'i Ehl-i beyt zemininde siyasî, ekonomik ve kültürel çıkarlarında kullanmaktadırlar.
Geçmişte Türkiye Şiası itibariyle İran gündeme gelince, Aras vadisindeki Türk cemaati için,
Kum'da molla eğitimi alan mahdut sayıda çocuğumuz hatıra gelirdi. şimdi Kum ve Tahran'da yüksek
öğrenim gören Türkiye'den gitmiş yüzlerce genci görebilirsiniz. Bunların ne kadan YÖK kayıtlarma
aksetmiştir bilemiyorum. Ancak alınan bu eğitimin, sadece cami imamı düzeyinde olduğu kanaatinde
değilim. Tahran'da birlikte cuma namazı kıldığım ve İmam Caferi Sadık Mikser Tipi Üniversitesi'nde
tanıştığım, Kars'lı hemşehri sayısı yirminin altında değildi. Bundan rahatsızlık duyduğum için
söylemiyorum. Türk dünyasının her kesiminden Türkiye talebe alıp verirken, bir bölümü ile bu
dünyanın bir parçası durumunda olan Azerbaycan İran, bu gelişmelerin dışında tutulmamalı ancak, bu
potansiyalin bilinmesi, hayırlı stratejiler için hayatâ öneme haizdir. Böylece yurt dışına giden dinî
eğitim gören öğrencilerin bir noktada kayıt alınması zarureti hafiflemiş olacaktır.
Kum'da dinî turizm bilhassa emekli bir kısım memurumuzu celbediyor. Ayrıca dinî turlar
hazırlandığını, bu turların Türkiye'den başlayıp İran'ı katedip, Irak'ı da içine aldığını biliyoruz. Iğdır'dan
bir arkadaşımızın içerisinde bulunduğu bu turlar, bir gün Türkiye'den Alevî-Bektaşî kesimi de
kapsayabilir. Eğitsel, turistik ve ticari gidiş gelişlerin mevcut emareler itibariyle gelişeceği kanaatindeyim. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Araştırma Merkezi'nin dikkatini bu
noktaya çekmek isterim.
Türkiye Bektaşîleri, Bektaşîliğin var ise ve tabir yerinde ise, mukaddes emanetini görmek
isteyebilir mi? Bektaşîliğin tarihî güzergahını araştıranlar Türkistan-Türkiye hattında ınuhakkak Uluğ
Türkınenistan'ın İran coğrafyasından da geçmesi gerekecektir. Bu ifademizle, vermek istediğimiz
mesaj muhtemel bir engelleme temennisi değildir. Hızlandırma temennisi de değildir. Gelişmelerin
seyri bu günlerin pek uzakta olmadığını göstermektedir. Anadolu'da sayıları artan Ehl-i Beyt camii ve
kültür dernekleri bize bu teşhisi koydurmaktadır. Aydınlarımızın bunları bilmesi hakkı ve vazifesidir.
Denilebilir ki İran aydını, Anadolu'da İslâmî iktidar yapmayı tasarlayan zemin ile ve Ehl-i
Sünnet'den müştekî olan zemin de ayrı ayrı etkinlik göstermektedir." İran Fars Emperyaline
oynamaktadır." diyebilir miyiz? Sorusu her zaman aklımızı kurcalamaktadır.
Anadolu Bektaşîsi, İran Şiî-Caferî coğrafyasını inancından kaynaklanan bir ihtiyaçla ziyaret
etme isteği duyabilir mi? Bu tür bir özlem realize edilebilir mi? Muhtemel başlama tarihî çok mu
yakındır? Bu yeni dönem, yeni kültürel sentezlere yol açar mı? Hayatın ticarî, siyasî vb. hangi kesimlerine yarısır?
Bence aydını aydın yapan özellik, görünmeyeni görebilmesi, hesabını iyi yapıp ufuktakinin
tanımını sağlıklı yapabilmesidir. Bu arada kullandığımız ifadelerle olmayanı var göstermek ve nehri
yamaç yukarı akıtmak isteyenlerden de olmak istemeyiz.
Nokta Tesbitler:
Nişabur'da Hacı Bektaş Velî'nin hocası ve Ahmet Yesevî müritlerinden Lokman Perende'nin
izlerini oldukça sıkı aradık. Gezi programında olmamasına rağmen, Nişabur'a sırf Bektaşîliğin
kaynaklarını bulalım diye gittik. Bilhassa, Dr Sezgin özel gayret gösterdi. Sağolsunlar ev sahipleri de
gerekli imkanı sağladılar.
Esasen bu tür bir tesbit için yurtdışına gidilmeden evvel, geniş bir literatür çalışmasını ilkin
Türkiye'de yapmak gerekir. Sonra da hangi şehirde, bu konuda kiminle temas edileceği, randevu
saatine kadar belirlenmelidir. Ehl-i beyt kültü gayri ŞiîCaferî izleri silip geçmiştir. İmamzadelerden
sonra itiban olan gönül erleri de prestijlerini aynı ocaktan feyz almış olmaktan alıyorlar.
Yapılacak işlem, kesine yakın tesirleri bekleyip Lokman Perende ve Hacı Bektaş'ın çağdaşı olan
erleri tespit edip, bu muhtevalı eserleri künye kayıtlan ile çıkanp, bu sahada çalışan araştırmacılarla
tanışmaktır. Bu konuda Mecme-i Cihânî Takrib-i Mezâhib-i İslâm (Uluslararası İslâm Mezheplerini
Yaklaştırma Birlik Merkezi) ile işbirliği yapılabilir. Bu ifadem tavsiye anlamında değil, bu kuruluşun, bu
konu alanına girer ve bu kuruluşun potansiyeli ve benzer kurumlarla işbirliği arzusu vardır.
Konu Bektaşîlikten açılmış iken, Kum'da Dr. Tureylî bize bir açıklama yaptı. Tureylî'ye göre
Hacı Bektaş Velî'nin mezan Türkiye'de değil, Kerbelâ'da Hz. Ali türbesinin giriş kapılarından birisinin
eşik taşının aldadır. Türkiye'de Hacı Bektaş Kasabası'nda olan külliye makamına izafeten yapılmıştır.
Bu konuda birçok Arap kaynağı vardır. Ancak, bu ifadeleri teyit edemedik. Özel maksatla mı çıkarıldı,
onu da bilemiyoruz. Bu konuda bazı iddialar bulunmasına rağmen hiç birisi güvenilir kaynaklar
tarafından doğrulanmamıştır.
Dr. Tureylî, bu konuda Dr. Sezgin'e fotokopi gönderecekti, hatta biz ona "Makale yaz gönder,
senin imzanla Türkiye'de neşredelim" dedik. Uzun bir süre geçmesine rağmen henüz kendisinden bir
ses çıkmadı.
Söz Hacı Bektaş ve Bektaşîliği araştırmaktan açılmışken, Türkiye'de arşiv ve alan çalışması fevkalâde sınırlı iken, yapılan çalışmaların yönlendirilmesini daha çalışkan ve ciddi oldukları için, batılı
şarkbilimcileri ellerinde tutuyorlarken, bizim bu tutumumuzla bu alanda fazla varlık göstermemiz
beklenemez. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi, muhakkak Arapça
ve Farça bilen uzmanlar istihdam edebilnıelidir.
Bizim yaptığımız tespitler büyük ölçüde el yordamıyla oldu. Bu arada Hacı Bektaş Velî
Vilâyetnâmesinde olduğu gibi, pirin türbesinin eşik taşı altında yatmak, (Defnedilmek) suretiyle, ziyaretçiler üzerine basacakları için, ecir (sevap) alma inancı Anadolu'da olduğu gibi İran Türkistan'ında
da yaygındır. Bektaşîlikle yakından ilgili olabileceğine ihtimal verdiğimiz bir tespitimiz de Tebriz'de
oldu. 7.-8. yüzyılda yapıldığı ifade edilen bir makber-mescide şahit olduk. Burası Siga Mescidi
Külliyesi'nin bir parçası gibi idi. Zamanın Yesevîlerine ait olduğunu değerlendirdik. Sonradan yapılan
aynalı iç tezyinat döküldükten sonra, İmam Hz. Musa Kâzım'ın torunlarından Hz. Hamza ve oğluna ait
oldukları duvar yazılarından anlaşılmıştır. Sıva altı süslemelerden Türkmen derviş resimleri çıkmıştır.
Buradaki mezar taşlarından ve kapılara süs olmak üzere çakılan madenî plakalara bakarak bunların
Hacı Bektaş Velî Dergahı ile büyük benzerlik gösterdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buradaki duvar
resimlerinin, yazılarının, mezar taşlarının ve kapılardaki madenî kakma figürlerin resimlerini çektik.
Bunlar kültür Bakanlığı'nın ertelediği Hacı Bektaş Velî Sempozyumu'nda değerlendirmeyi
düşünüyoruz. Esasen bu ve Kademgâlı gibi mekanlar değerlendirilirken inceleme ekibinde sanat
tarihçisi de bulunmalıdır.
Anadolu'ya Yönelik Tesbitler:
Şiî-Caferî inancı kapsamındaki halk sufizmi muhtevalı bazı kurum ve kavramlar ile, Anadolu
Alevîliği kapsamındaki benzerleri arasında münasebet kurulduğunu gözledik. Bunlardan bir kısmı
gerçek olabilir. Muhtemelen bir kısım benzerliklerin altında da inanç akrabalığı bağlarının
aranmasında bazı politik mülâhazalar vardır.
Bunlardan birisi de Anadolu Alevî Zazalan ve Tahtacılarındaki "ahiret kardeşliği " Musahiplik
ile Şiî Caferîlikdeki "Siga kardeşliği- ahiret kardeşliği" arasındaki bağdır. Caferîler bu inancı Gadir
Hum'a dayandırmaktadır. Yine halk inançları arasında "Akdi-duası" vardır ki Alevîlikte "ikrar ayini" ile
başlatılır.
Kum'un 5-10 km açığında, Cemkerân diye bir dînî külliye var. Etrafında meskun bir alan
oluşturulmuştur. İfadeye göre; İmam Hz. Mehdî burada abdest alırken bir köylüye gözükmüş ve
Ayetullah Humeynî de buraya sabahlara kadar dilek sahibi halkın dolup boşaldığı bu dinî merkezi
yaptırmıştır.
Bazı Şiî-Caferî yorumculara göre "Cemkerân" ile "cemmekan" arasında bir anlam beraberliği
vardır. Cemkeran'ın etimolojik tahlilini yaparlarken; "cem" artı "mekân" şeklinde yapmakta ve
Anadolu'daki "cem ayini", "cem evi" ile "cemkeran" arasında bağıntı kuruyorlar. Ancak, bu göru'ş pek
de taraftar bulmamaktadır. Çünkü bu etimolojik bir zorlamadan ileri gitmemektedir. Şiî-Caferîlerde
ibadet adına alkollu içki ve ibadet adına saz geleneği kesinlikle yoktur.
Anadolu Alevîliğinde, Zazalarda görülen Hüseynîlik Şiî-Caferî inançlılarda da var. İfade
edildiğine göre Hüseynîlik bir nevi mezhepler arası lâiklik gibi bir zihniyettir. Taraflar birbirlerinin
inançlarına saygılı davranıp müdahale etmiyorlar. Mehmet Şerif Fırat ünlü eserinde (Doğu İlleri ve
Varto Tarihi) "Biz; Alevî-Bektaşî-Hüseynîyiz" demektedir.
Hüseynî diye ayrıca bir de mescit türü var. Buralarda yolcular, garipler geceleyebiliyorlar,
muhtaçlara aş ekmek de veriliyor. Buralar ile Anadolu'daki cemevleri arasında da bir bağ kurulmak
isteniyor. Ancak içki içilmiyor ve saz çalınmıyor. Ne var ki İran'da Hüseyni veya Hüseynîye türü
vakıflar, giderek azalmıştır.
Anadolu Alevî-Bektaşîliğinde kimlik oluşturan kodları iyi tespit edip incelemek zorundayız.
Bunların günümüz Türk millî kültüründeki yerini belirleyip bunları kültür değerlerine sahip çıkma
adına korumalıyız.
Erzincan'dan bir Alevî kesimin İran'la ilgisi olan bir arkadaşımdan İmam Cafer-i Sadık Buyruk'u
getirttiğini, Farsça olan bu Buyruk metninin dilinin anlaşılabilen bir bölümünün Türkçe'ye çevrildiğini,
ancak bu Buyruk metninin Erzincan yöresinde pek itibar görmediğini biliyoruz.
Anadolu'da geniş anlamda Alevî kesim arasında kabul gören bir tek buyruğun değil, muhtelif
buyrukların bulunduğunu, bazı kesimlerin ellerinde hiçbir buyruk metninin olmadığını, mevcut buyruklara da fazla itibar edilmediğini söyleyebiliriz. Anadolu Alevîliğini ortak bir Buyruk altında toplamak, Buyruk metnini İran'dan temin etmek istemiş olmak muhtemel yeni inanç etkileşimleri itibariyle üzerinde durulması gereken bir husustur.
Kültür Bakanlığı'nın 1996 tarihli "Türk Halk Kültürü Araştırmalarr1995" isimli bir yayınında
Sabri Çakır imzası ile yayınlanan "Kargılı; İmam Caferî Tahtacı, Alevî Köyü" isminde bir makale
neşredildi. Bildiğimiz kadarı ile Tahtacılar, klâsik Anadolu Alevîsi olmalarına rağmen onların adına
ilave edilen Caferîlik tanımı dikkat çekicidir. Bu tespitimizi açıklarken; yazan veya yayını teşhir etmek
istemiyoruz. Ancak sehven veya kasıtlı gelişmelerin bilim adamlarımız tarafından titizlikle izlenmesi
gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu gelişmeler inanç ağırlıklı olmaktan çıkıp siyasîleşme eğilimi
göstermektedirler.
Yapılan Görüşmeler:
İran'da görüştüğümüz konumuzla ilgili her aydın, İslâm'ın içerisine sokulan ihtilaftan yakındı.
Bunlardan İmam Cafer-i Sadık Üniversitesi, Rektör Yardımcısı Mehdi Babîr Keri tarihteki ihtilaflara
düşülmemesi gerektiğini belirtti. Seyyid. Cevat Şehristânî'nin konuşmalarında en fazla üzerinde
durduğu husus İslâm'a emperyalistler tarafından sokulmuş iftiralar konusu oldu.
Ayetullah Mirza Cevat Tebrîzî, bu konuda: "İhtilaf ceng ü cidâal ile değil konuşularak,
anlâtılarak çözülür. Allalı'ını bilen kavmiyetçilik yapmaz. Sünnî-Şiî-Şafi ayrımı yapmaz. Önemli olan
farklı mezheplerden olmak değil, mezhepler arası ihtilâafa yol açmamaktır. İhtilâf geçmişte kalmıştır.
Geçmişin ihtilafına düşmeyelim" demektedir.
Seyyid Ali Hüseyin (Seyit Mevlânâ): "İmamiye tebliğini yaparken kendi akâidini söyler, diğer
mezhepleri ve gayri müslimleri yermek bizim akâidimizde yoktur. Bahâîlik ve vahabîlik bize göre
merbuttur" diyordu. Ayetullah Muhammet Bakir Set: "Vahdet-i İslâm için bir toplantı tasarlıyoruz.
İslâm Mezhepleri Üniversitesi diye bir Üniversite açtık, bir araştırma merkezi oluşturduk." Mezhepler
dışında kalan kesimler için de buralara temiz ve hurâfesiz İslâm'ı götürerek sorunu halledeceğiz."
demektedir.
Görüştüğümüz bir çok kişiden: "Bu tür ihtilâfa düşmeyelim, ihtilafa düşmemiz dünyevî uhrevî
hayatımıza zarardır. İhtilafımızı sizin ve bizim hasımlarımız istiyorlar. İhtilâfları yakın ilişkilerle
çözebiliriz. Daha sık temas edelim." Meâlinde çok mesaj aldık. Bu noktada peşin hükümden uzak,
sağlıklı ve realist değerlendirmeler yapılması gerekmektedir. Bu türden bir değerlendirme ciddi
araştırma merkezlerinin görev alanına girer diye düşünüyorum. Bu münasebetle şunlar söylenebilir
mi?
Osmanlı'nın titizlikle kaçındığı Şiî-Caferîliğin tescilini günümüz İran'ı Türkiye Cumhuriyeti'ne
onaylatmış mı olur? "Onaylarsak ne olur? Zaten Şiî-Caferî dünyasının mevcudiyeti bir
gerçektir"diyebilir miyiz? İran'ın Caferîliğini Türkiye Cumhuriyeti onaylar ise ve Caferîler Türkiye
Alevîliğini "arka bahçeleri" olarak görüyorlar ise İran Ceferiliğinin Anadolu'ya sarkması daha mı kolay
olur?
Türkiye Cumhuriyeti zaten lâik bir ülkedir. İnsanların inanç tercihleri sorun yaratmaz. Ayrıca
lâiklik itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, dinî ve uhrevî tercihleri aynı kefelere koymuşken sorun olmaz
diyebilir miyiz?
İlişkilerin bir başka boyutu da Humus toplanması sahası ve bunun kamuoyuna Türkiye
Cumhuriyeti Parlamentosun'a yansımasıdır ki hayal mahsulü de olsa vahameti su götürmez. Gerçi
Anadolu Alevîliği, Bektaşîliğinde Humus uygulaması yoktur. Sadece Aras Vadisi Caferîlerinde vardır.
Alevîlerde sadece "Dede Hakkı" vardır
İran Caferî İslâm adına Dünya'nın neresinde alanına giren bilgi ve belge varsa, onun mikro filmini toplamaktır. Bu kapsama giren her türlü kültürel faaliyeti izlemektedir. İlgili araştırmacılarla
muhakkak temas kurmaktadır. Bütün tatbikatlar ve tasarılar, İran-Fars emperyalizminin emareleri olarak tezahür etmektedir, Türkiye'yi de içine alan (Türkiye'ye rağmen ve Türkiye ile birlikte) bir çözümü
arzu eden bu tesbitler üzerinde stratejik çalışmalar yapılması, yapılanların hızlandırılması
gerekmektedir.
Afganistan ve Körfez Savaşlarından sonra, Afganistan ve Irak'dan İran'a büyük halk kütleleri
sığınmış. Bunlardan bir kısmı farklı millîyetlerdendir. Bu arada Türklerden sığınanları ise genellikle Şiî -
Caferîlerdir. Bir kısmıda mesela Afganistan'dan Hazara Türkleri ve Irak'ın bir kısım
Türkmenleri Alevî veya Kekâi'ler. İran bunları sistemine başarı ile entegre etmiştir. Türkiye'den İran'a
geçici olarak giden Caferîlerden bir kısımı ise, Anadolu Alevîlerini horlamakta onlara "Dedeler
sorunlarına sahip çıkmamış. Bunlar, Caferîliğin yüz karaları" demektedirler. Anadolu Alevîliği için
İran'ın profesyonel Caferîleri ise "Geçmişin Caferîleri iken dinî hakları, Sünnîlerce gasbedilmiş,
Sünnîleşmeye mecbur edilmiş, Caferîliğe kazandırılması gereken" kesim olarak, bakmaktadır. Bu
konuya, İslâm Mezhepleri Arası Diyalog Merkezi'ni anlatırken tekrar döneceğiz.
İslâm Mezhepleri Arası Diyalog Merkezi, Kum Şubesi Başkanı Mehdi Necefî: "Vahdet
arayışlarının birbirilerinin içinde olmadığı, esas olanın mezheplerin birbirini tanıması olduğu, Şiî'nin
Sünnî'ye; Sünnî'nin Şiî'ye tercihi olmadığını" belirtti. Birlik fikri için: "İslâm kaynaklarının esas
alınmasını ve kendisinde olmayan şeylerle mezheplerin itham edilmemesi gerektiği"ni belirtti.
Bu merkez, Şiî-Caferîlikle birlikte sekiz mezhebi muhatab kabul etmektedir. Bunlar: dört Sünnî
mezheb, Yezdeîlik, Bâbîlik, Zeydîlik. Bu mezhepler dışında kalan Bektaşîlik, Alevî lik gibi kesimlere
mevcut mezhepler tebligatlarını yapacaklar, bunlar isterlerse katılacaklar veya bunları oldukları gibi
kabul edeceklerdir.
Sonuç:
İran aydını Türkiye'ye bir kültür kapısı açmıştır. Biz bu kapıdan ilk girenlerden olduk. İran bu
kapının açık olmasının iki tarafın da yararına olduğuna inanmaktadır. Biz bu kapının açılış amacına
dair peşin hükümlü olunmasından yana değiliz. Biz gördüklerimizi, duyduklarımızı, kişisel yorumlarımız ile yansıtmaya çalıştık. Daha fazlası için şahsî gözlemler düzeyini aşıp ihtisas merkezlerinin
araştırmalarına başvurmak gerekecektir.
İran bilindiği gibi bir İslâm devleti iken Türkiye lâik bir ülkedir. İdarî sistemlerin farklı olmaları
işbirliğini önler mi? Ne nisbette ve hangi hallerde önler? Ayrıca her iki ülkenin etnik ve mezhep
yapıları ile uluslararası ittifakları da özel önem arzetmektedir. Bütün bunlar münferit çalışmalarla
açıklık kazanacak hususlar değildir. Şurası muhakkak ki İran ne aradığını tesbit etmiştir. Bu maksatla
müesseseleşmiştir. Bu kuruluşlar uzman, mevzuat ve tahsisatla donatılmıştır. Türkiye İran'ın
kurumlarını, imâmetin mahiyetini, cemaatle kurumların işleyişini her zamankinden daha titiz ve
büyük bir önemle inceletmek durumundadır.

Konular