1979 İran İslam Devrimi’nin Ortadoğu Dengelerine Etkisi

nceleme
67
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30
1979 İran İslam Devrimi’nin Ortadoğu
Dengelerine Etkisi
The Effects of the 1979 Iranian Islamic Revolution to the Middle Eastern
Balances
Dr. Ünal GÜNDOĞAN
Abstract
Iranian Revolution has been deeply influencing regional balances in the Middle East since 1979. It has
reshaped the security alliances of the Persian Gulf; deepened Saudi and other Gulf States’ worries about the
future of the their monarchy regimes; frightened Irak and many dictators’ fragile regimes; changed US and
USSR’s perceptions of regional “instruments” since US has lost one of the most important and loyal alliance
during the cold war; and USSR (later Russian Federation) and China have gained at least a trade partner in
the Middle East which could easily be turned to be a security alliance because of Iranians’ quest for friends
in order to break isolation immediately. Last but not least, Iran brought about Islamic poltics at the state
level which was absent since the fall of the Ottoman Empire.
İran Devrimi’nden sonra, İran’ın desteğiyle Hizbullah bölge siyasetine güçlü biçimde dahil oldu. Resimde, Lübnan’da, İran dini liderleri
Humeyni ve Hamaney’in resimlerin taşıyan Hizbullah mensupları görülüyor.
nceleme
68
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30
İran’da Rejim Değişikliğinin Amerikan Çıkarlarına Etkisi
İran Devrimi Ortadoğu dengelerine önemli etkilerde bulunmuştur. Her şeyden önce, Soğuk
Savaş döneminde ABD’nin yakın müttefiki bir
ülkede iktidar el değiştirmiş ve tam olarak ABD
karşıtı bir konumu benimsemiştir. İran her zaman ABD’nin önemli kalelerinden birisi olarak
değerlendirilmekteydi ve bu şekilde kaybedilmesi ABD’nin Soğuk Savaş tezleri ve bu savaştaki
konumu itibariyle tahrip ediciydi. Ancak, Sovyetler Birliği bu durumdan yeterince memnun
olamamıştı. Çünkü, bu ülke 1979 yılındaki Afganistan işgali ve kendi topraklarındaki İslami ayrı-
lıkçı güçler ile uğraşmaktaydı. İran’dan yayılacak
İslamcı dalgalar pek ala bu dev imparatorluğun
da sonunu getirebilirdi. Nitekim bir müddet sonra hem Afganistan’da, hem de kendi cumhuriyetlerindeki siyasi ve ekonomik başarısızlıkları ortaya çıktığında, İran ile ilgili endişelerinde haklı
çıkmışlardı.
ABD’nin İran Devrimi sonrasındaki endişeleri
çok daha farklıydı: 1) ABD yanlısı bir rejimin yı-
kılmasının ABD’nin imajına verebileceği zarar, 2)
Sovyetler Birliği’nin olası müdahalesi, 3) İsrail’in
ve ABD müttefiki Arap devletlerinin güvenliğinin tehdit edilmesi ve 4) petrol piyasalarındaki
ABD etkinliğinin zayıflaması. ABD, birinci konudaki endişesinde haklı çıkmakta çok gecikmedi. 1979 yılında İranlı öğrenciler bu ülkenin Tahran’daki büyükelçiliğini 444 gün boyunca işgal
etmiş (Rehineler Krizi) ve diplomatlarını rehin
almışlardı. Üstelik, ABD’nin düzenlediği rehine
kurtarma operasyonu büyük bir fiyasko ile sonuçlandığında, ABD ordusunun dünya gözündeki imajı neredeyse yerle bir olmuştu. Bu kadarla
kalınmadı. 1980’li yılların ortasında açığa çıkan
İran-Kontra olayı (ABD’nin İran’a gizlice silah
satması) hem ABD, hem de İran’ın güvenilirliğini
derinden sarsmıştı. ABD itibarını yeniden tesis
etmesi için 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgalini
beklemek gerekecekti.
Öte yandan Sovyetler Birliği’nin İran’daki rejim
değişikliğine karşı yönde müdahalesi gerçekte
hiçbir zaman gündeme gelmemişti. Çünkü bu
ülke o dönemde kendi iç siyasi ve ekonomik sorunlarıyla ziyadesiyle boğuşuyor, Afganstan’daki direnişçi örgütlere karşı koymada büyük bir
zaafiyet yaşıyordu. Bu arada İran’ın Sovyetler
Birliği’ne karşı mesajlarının, ABD’ye karşı olanlar kadar sert, tehditkar ve doğrudan olmadığını
hatırlamakta yarar var.
İran İslam Devrimi’ni ABD, Sovyetler Birliği ve
bölge ülkeleri açısından tehditkar kılan özellikleri şunlardı: 1) evrensel unsurları ön planda tutulan İslami ideoloji (pan İslamizm), 2) bu ideoloji
etrafında oluşturulan anti-emperyalist mesajlar,
3) daha çok bölgedeki Şii toplulukları etkileyebilecek devrimci Şii yorum ve bu yoruma bağ-
lı oluşturulan monarşi karşıtlığı, 4) petrolün ve
Körfez Bölgesi’nin güvenliği. Devrimin müstekbir-mustazaf ayırımı, İslam kardeşliğine dayalı
birlik aratışları ve monarşi karşıtığına dayanan
mesajları çok rahat biçimde Osmanlı sonrasında İslam dünyasında çeşitli versiyonları denenen milliyetçilik ve sosyalizm akımlarının yerini
alabilirdi. Çünkü, her iki akım da ABD ve Sovyetlerin bölgeye sızmasına yol açarak bu ülkelerin bölgedeki gelişmelere müdahil olmalarına
imkan sağlamışlardı. Üstelik, milliyetçilik akımı
özellikle Araplara İsrail karşısında bir başarı da
getirmemişti. Şimdi, devrimci tonlarla bezenmiş
yeni İslamcılık pek ala geniş kitleler için bir ümit
kaynağı olabilir, radikal hareketleri güçlendirebilirdi. Nitekim, aralarında Mısır, Suriye, Irak ve
Türkiye gibi büyük ülkelerin de yer aldığı birçok
yerde İslami hareketler ivme kazanmaya başlamışlardı.
Bu etki kendisini en fazla Lübnan’da hissettirdi. Suriye-Lübnan-İsrail üçgeninin ortasında
kurulan Hizbullah, Suriye ile irtibatlı biçimde
denkleme dahil oldu ve İsrail’in 2000’li yıllardan
önce Lübnan’dan çekilmesinde en etkili güçlerden birisi haline geldi. Ayrıca, İsrail aleyhindeki
açıktan mesajları ile İslam dünyasındaki radikal
hareketlerin sempatisini kazandı. Öyle ki, Filistin Barış sürecinin gerisinde, İsrail’in mevcut
durumu İran’a ve Hizbullah’a rağmen sürdüremeyeceği görüşünün olduğu dile getirilmektedir.
Birçok uzmana göre, bu mücadele olmasaydı,
bu ülke Filistinlilerle barış masasına kolay kolay
oturmazdı.
İran Devriminin Basra Körfezine Etkisi
Devrimin Basra Körfezi’ndeki etkisi daha derinden olmuştur. Devrim’in hemen akabinde, dev-
nceleme
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30 69
rimci dalga ile yüzleşen Irak diktatörü Saddam
Hüseyin, çeşitli bahaneleri öne sürerek İran’a
savaş açmaktan çekinmemişti (İran Irak Savaşı
1980-1988). Bu savaş sekiz yıl sürmüş, ABD ve
diğer komşu devletlerin beklediği gibi, her iki ülkenin de önemli beşeri ve mali kaynağının yok
olmasına sebep olmuş, hem İran’ı, hem de Irak’ı
uzun süre için açık bir tehdit olmaktan neredeyse çıkarmıştır. Savaşın en başında kurulan Körfez
İşbirliği Konseyi sayesinde bölgedeki Suudi (ve
ABD) nüfuzu daha fazla artmıştır. Bu sonucun
tüm Körfez ülkeleri tarafından memnuniyetle
karşılandığında şüphe bulunmamaktadır. Ancak,
bu sevinç uzun sürmedi. Savaş sırasında aldığı
borçları ödemek istemeyen Irak’ın, İran’a karşı
zafer elde edememesinin olumsuz sonuçlarını
da gidermek amacıyla, Kuveyt’i işgali Körfez monarşileri için tam bir şok etkisi yaratmıştır. 1991
yılında işgalden birkaç ay sonra Irak birliklerinin
Kuveyt’ten atılması ise daha farklı bir süreci baş-
latmıştır. Öncelikle, ABD bölgeye yerleşmiştir.
İkincisi, Irak fiilen üç bölgeye ayrılmış, bu durum
Kuzey Irak’ta de facto bir Kürt devletinin kurulmasına zemin hazırlamıştır. 11 Elül 2001 tarihindeki “İkiz Kule” saldırısında Irak yönetiminin
teröristlerle işbirliği yaptığı, ayrıca Irak’ın elinde
Kitle İmha Silahları bulunduğu, bunları teröristlerin kullanımına verebileceği, ya da komşularını
bunlarla tehdit edebileceği tezlerine istinaden
Irak 2003 yılı başında işgal edilmiştir.
Körfez ülkelerinin neredeyse hepsi önemli oranda Şii nüfus barındırmaktadır. Suudi Arabistan’ın
petrol yataklarıyla ünlü bölgesi El Hasa, Şii nü-
fusun çoğunluk olarak yaşadığı bir bölgedir.
Bahreyn’in yüzde 70’i, Irak’ın yüzde 60’ı Şiilerden
oluşmaktadır. Kuveyt, Katar, Yemen, Afganistan,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Pakistan’da önemli
oranda Şii nüfus bulunmaktadır. Bu da İran için
bir Şii jeopolitiği ortaya çıkarmıştır. Ancak, Şii
politikanın etkileri sınırlıdır. Sadece, gelecekte
bu nüfus üzerinden uygulamaya konulabilecek
politikalar için açık kapılar olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, Devrim, bölge Şiiliği açısından
mevcut statükoyu şimdilik “potansiyel” olarak
tehdit etmektedir.
İran’ın devrimden sonra ilişkilerinin en çok bozulduğu ülkelerden birisi de Suudi Arabistan’dır.
Bu ülke ile ilişkilerin çerçevesini ABD ile ilişkiler,
İslama farklı bakış (mezhep, monarşi, vs), Körfez
hakimiyeti ve petrol politikaları oluşturmaktadır.
Farklı İslami yorumlar en fazla Hac konusunda
iki ülke arasında ciddi sorunlara yol açmış, bu şekilde İslam dünyasını etkilemeyi isteyen iki ülke
zaman zaman karşı karşıya gelmişlerdir. İslamın
devrimci yorumu ile geleneksel yorumu arasındaki tartışmalar iki ülke arasında ciddi gerginliklere yol açmıştır. İslami yorum farklılığı kapsamında ikinci çatışma alanı İslamın siyasi sistemi
ile ilgilidir. İran imamet modelini öncelerken,
Suudi Arabistan ise geleneksel İslam imparatorluklarındaki (İslamın sünni Vahhabi yorumuna
dayalı) monarşiyi benimsemiştir. İran, Suudi
Arabistan’ın ABD ile sıcak ilişkilerini, İsrail politikalarına karşı etkisiz tutumunu ve petrol fiyatı-
nın sürekli düşük kalması yönündeki politikaları
ile ve OPEC içerisindeki yüksek kotasını eleştirmektedir. Buna karşılık Suudi Arabistan ise İran’ı
teröre destek vermek ve Şii/Fars yayılmacılığı
politikası gütmekle suçlamaktadır.
İlginçtir ki, Devrimden sonra İran’ın ilişkilerinin ciddi olarak bozulmadığı ülkelerden birisi de
Türkiye’dir. Birbirlerine düşman olarak değerlendirilen (laik yönetim-dini yönetim, Sünni toplum-Şii toplum ve devlet) iki ülkenin en azından
ticari açıdan bu kadar iyi bir performans göstermeleri araştırılmaya değer. Ancak birkaç noktada bu durumun açıklaması yapılabilir. Birincisi,
Türkiye İran için bir geçiş noktasıdır ve özellikle
ilk yıllarda Irak ile yaptığı savaş esnasında ihtiyaç
duyduğu her türlü lojistiğin transfer üssü Türkiye olmuştur. Türkiye kapısının kapanması İran
için yıkıcı sonuçlar doğurabilir. İkincisi, ABD
ve batıyla siyasi diyaloğu kesmiş bir ülke olan
İran’ın Türkiye üzerinden bu iletişimi sağlaması
pratik bir gerekliliktir ve İran bunu kesmeyi istememiştir. Üçüncüsü, etrafında yeterince çok
sayıda düşman ile kuşatılan İran bu düşmanlar
safhına Türkiye’yi de katmak istememiştir. Dördüncüsü, İran ve Türkiye toplumları birbirleri
ile ortak noktaları çok olan ve tarihsel olarak
içiçe yaşamış toplumlardır. Şah İsmail dönemini ve birkaç güç mücadelesini saymazsak, İran
ile Türkiye arasında çok uzun süredir bir sorun
yaşanmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. İran bu
tarihsel devamlılığı bozmak istememiştir. Özetle, İran’ın devrim sonrası Türkiye politikası daha
çok pragmatik kaygılarla oluşturulmuş ve bugü-
ne kadar büyük bir sorun yaşanmadan gelmiştir.
Bu kapsamda Türkiye’nin de ticari ve siyasi açı-
nceleme
70
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30
lardan pek çok kazancının olduğunu ifade edebiliriz. Türkiye’nin İran politikasına da ideolojik
önyargılardan çok pratik gerçeklikler (realite)
yön vermiştir. İran’ın nükleer programı, İran içi
rejim kavgaları, Irak’ın bölünmesi ve Kürt meselesi, ABD ve batı ambargosu ve benzeri konular
ilerleyen dönemlerde İran-Türkiye ilişkilerine
yön verecektir.
İran Devriminin Petro Politik Sonuçları
İran Devrimi petrol politikalarıyla ilgili olarak
bazen eski politikaları sürdürmüş, bazı alanlarda ise değişiklikler yapmıştır. Örneğin, Şah gibi,
devrim sonrası İran yönetimi de tüm enerjisini
petrol fiyatlarının artması yönünde harcamaktadır. Bu piyasa mantığıdır ve doğaldır. Ayrıca,
Devrim sonrasında İran ekonomisinin petrole
bağımlılığı devam etmiştir. Bu yönü ile İran haDevrimden sonra İran’ın başta Irak’takiler olmak üzere özellikle Şii
topluluklar üzerindeki ilgisi ve etkisi arttı.
lihazırda bir rantiye devlettir. Ekonominin yapısı
Şah dönemi ile neredeyse aynıdır. Hem Şah, hem
de devrimci İran, ekonominin üretim altyapısı-
nın çeşitlendirilmesi ve ülkenin petrole bağımlı
olmaktan kurtarılması politikasını gütmüşler ancak bunda başarılı olamamışlardır.
Petrol her iki dönemde de en önemli dış politika araçlarından birisi olarak kullanılmıştır. Şah
bu stratejik doğal madeni, İngiltere ve Sovyetler
Birliği’ne karşı kullanmayı denemiş, petrolden
elde ettiği gelirleri ABD silahlarına aktararak bu
ülkenin desteğini aramış, bu şekilde güçlü bir orduya sahip olarak Körfez bölgesini yönlendirmeyi denemiştir. Devrim sonrasında ise, petrol bu
defa ABD ambargosunun etkisiz hale getirilmesi
için devreye sokulmuştur. Petrolün de sağladığı
imkanlarla ekonomik açıdan Avrupa ülkeleri, askeri açıdan ise Rusya ve Çin ile yakın işbirliğine
girişilmiştir.
Petrol politikalarında her iki dönemde görülen
devamlılığın nedenleri daha çok petrol piyasalarının yapısı gereğidir. Bu piyasada üretici ülkeler
tek başlarına politika belirleme özgürlüğüne sahip değildirler. Çünkü, petrol piyasası, üreticiler,
tüketiciler, dünya politikasına yön veren egemen
güçler (süpergüçler, büyük petrol şirketleri, bü-
yük ulaştırma ve sigorta şirketleri, transit ülkeleri ve spekülatörler) tarafından yönlendirilmektedir. Dünya finansal krizleri, savaşlar, ülkelerin
büyüme oranları, dünya dış ticaret hacmindeki
değişiklikler, teknolojik ilerlemeler bu piyasanın
gidişatını yakından ilgilendirmektedir. Bu piyasada petrol üreticisi ülkelerin tek başlarına kararlar alarak tüm piyasayı kendi istedikleri şekilde yönlendirmesi oldukça zordur.
1988 yılında Irak ile savaşın sona ermesi, 1989
yılında Ayetullah Humeyni’nin vefatı ve aynı yıl
Sovyetler Birliğinin Afganistan’dan çekilmesi ve
bir yıl sonra da dağılması sonrasında İran’ın katı
ideolojik politikaları, tam olmasa bile, büyük öl-
çüde sona ermiştir. ABD ve İsrail karşıtlığı politikaları değişen düzeylerde varlığını halen devam
ettirse de, diğer bir çok konuda daha pragmatik
eğilimler ivme kazanmıştır. Bunda yukarıda sayı-
lan etkenlerin yanısıra, Humeyni sonrası iktidara
gelen yönetimlerin ılımlı politikalarının ve 1990
yılında Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın yeni maceralara atılmasının etkisi bulunmaktadır.
nceleme
71
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30
Irak’ın 1990 yılında Kuveyti işgali bölge dengelerini sil baştan değiştirmiştir. Herşeyden öte,
Sovyetler Birliği’nin baskısından kurtulan ABD
açısından sayısız fırsatlar ortaya çıkmıştır. Bu
fırsatların en başında, ABD ordusunun Körfez’e
yerleşerek “Devrimci İran’ın kuşatılması,” “petrol
bölgelerinin kontrol altına alınması,” “Suudi Arabistan dahil tüm Körfez monarşilerinin bağımlı-
lıklarının artırılarak hafif dereceli de olsa bir çe-
şit protektora statüsüne indirgenmeleri” gelmektedir. Bugün ABD’nin bölgedeki askeri varlığı
olağanüstü boyuttadır ve neredeyse tüm Körfez
ülkelerinde yerleşiktir. Bu da, ABD’nin Ortadoğu
politikalarında önemli bir amacı olan petrol ve
İsrail konularında azami katkıda bulunmaktadır.
Kuveyt sorunu zincirleme sonuçlar doğurmuş-
tur. İlk olarak Irak fiilen üçe bölünmüştür. Ülkelerindeki önemli Kürt nüfusu varlığıyla Türkiye,
İran ve Suriye bu durumdan olumsuz etkilenmektedirler. İkincisi, ABD Irak’ı 2003 yılında
işgal ederek Saddam Hüseyin rejimin sonlandırmıştır. Merkezi otoritenin ortadan kaldırılması
Irak’ın dağılması sürecini hızlandırmıştır. Bu durum bölge ülkeleri için önemli bir istikrarsızlık
kaynağıdır. Irak içinde Kürt nüfusun yanısıra,
Şii-Sünni çatışmalarının altyapısı oluşturulmaktadır. Bu, Afganistan ve Pakistan’da dahil tüm
ülkeler açısından düşünülebilecek en korkunç
senaryolardan birisidir. ABD (ve bir ölçüye kadar İngiltere ve İsrail), geleneksel “böl ve yönet”
politikalarını Irak üzerinden tüm bölgede uygulamaktadır.
Bölge dışı güçler tarafından uygulanan politikalara karşı İran’ın kimi politik hamleleri gözlenmektedir. Bu hamlelerden birisi, Irak Şii hareketi
ile yakın temas kurmaktır. Iraklı Şiiler, Irak’ın
Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrıldığı 1920 yı-
lından bugüne kadar yönetimde etkili olamamış-
lardır. Bugün, işgal ile birlikte seçimlere dayalı
yeni bir hükümetin oluşturulması Şiiler için tarihte ilk defa Irak yönetimini ele geçirme fırsatını
ortaya çıkarmıştır. Mevcut nüfus yapısıyla, şayet
toprak bütünlüğü korunabilirse ve demokratik
kurumlar işlerse, Irak ileride tamamen Şiilerin
egemenliği altına girebilecektir. Ya da, üçe bö-
lünse dahi, bu sefer Şii bölgelerinde İran’ın nü-
fuzu artacaktır.
Bu senaryonun gerçekleşmemesi için ABD tarafından bazı önlemler alınmaktadır: 1) İran’ın,
Irak üzerindeki etkinliğinin ve müdahelelerinin
zayıflatılması için bölgede Araplık-Farslık (ArapAcem) gerginliğinin yeniden canlandırılması; 2)
İran’ın mevcut yönetiminin Şii siyasi geleneğine
aykırı olduğunu düşünen Iraklı Şii ulemanın desteklenmesi; 3) İran rejiminin nükleer konular ve
terörü desteklemekle suçlanması ve bu şekilde
baskı altına alınması; 4) İran’daki insan hakları
ihlalleri ile ilgili konuların öne çıkarılması, toplumsal muhalefetin büyük ve bu süreçte muhtemel bir rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi; 5)
Irak’da ve ileride İran’da Şii-Sünni çatışmasının
körüklenmesi; şimdilik son çare olarak, 6) İran
topraklarının parçalanmasıdır. Bu son seçenek i-
çerideki ırklar veya mezhepler arası çatışmaların
körüklenmesi şeklinde veya Irak örneğindeki gibi dışarıdan saldırı şeklinde olabilir. İran’da rejim
değişikliği için düğmeye basılmıştır. Soldan veya
rejim karşıtı laik ya da dini gruplar eliyle süreç
işletilmektedir. Geçmişte rejime hizmet edenlerin dahi yeni süreçte farklı rollerle ortaya çıkarıldığı görülmektedir. Bu başarılamaz ise, İran’ın
önemli askeri ve ekonomik hedeflerine saldırı
gündemdedir. Bu yolla hem rejim değiştirilebilir, hem de İran’ın savaş gücü kırılabilir, rejim
değişmese bile, rejimin itibarı ve imajı sarsılabilir. İran’ın parçalanması, sonuçları itibarıyla çok
büyük değişiklikleri beraberinde getireceğinden
şimdilik reel olarak masa dışındadır diyebiliriz.
Irak’ın aşama aşama Lübnanlaştırılması gelecek açısından büyük tehlikleri beraberinde getirecektir. Kürtler, Sünni Araplar, Şii Araplar ve
Türkmenler arasında ortaya çıkan sorunlar ve
tartışmalı bölgeler (Musul, Diyala ve Kerkük bölgesinde) mevcuttur. Petrol ve doğal gazın nasıl
paylaşılacağı, mevcut durumda belirsizdir. Fosil
yakıtlar, dünya enerji ihtiyacının karşılanmasında bugünkü önemini koruduğu müddetçe, bu
konu üzerinden çatışmalar sonlanmayacaktır.
Kürt-Türkmen-Şii-Sünni gruplar arasına yeni gerginlikler ortaya çıkmıştır. ABD işgali sona erse dahi, yerel çatışmaların devam edeceği
öne sürülebilir. ABD, İngiltere, Rusya, İsrail ve
Avrupa devletleri vs. güçlerin Irak üzerindeki
çıkar kavgaları ve manipülasyonları kısa ve orta
vadede sonlanmayacağa benziyor. İran, Türkiye
ve Suriye, Irak’daki gelişmelere ilgisiz kalamazlar. Bu ilginin derecesine göre yerel çatışmaların
bölgesel bir savaşa dönüşebilme ihtimalini zaman gösterecektir.
nceleme
72
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30
İran ve Nükleer Sorun
İran ile ilgili ve dünya politik tartışmalarında ö-
nemli yer eden konulardan birisi de İran’ın uzun
süreden beri yürüttüğü nükleer enerji programı-
dır. İran, nükleer çalışmalarındaki amacının barışcıl ve sadece enerji elde etmeye dönük oldu-
ğunu iddia etmektedir. Ancak, halihazırda enerji
fazlası olan bir ülkenin, uranyum zenginleştirme
çabalarının salt enerji üretimi için olduğu konusunda İran’ın diğerlerini ikna etmesi kolay olmayacaktır. Şayet nükleer silah üretmeyi başarırsa,
İran’ın Ortadoğu’da bölgesel bir güce dönüşmesi
önünde engel kalmamış olacaktır. İran’ın bu şekilde güçlenmesi ABD ve İsrail’nin bölge çıkarlarına aykırıdır. Çünkü, petrol ve doğal gaz arzının
kontrolünde ABD tekeli ortadan kalkabilecektir.
Arap petrolünün çıkarılmasında ve pazarlanmasında hissesi olan ABD şirketlerinin gelecekte
bu imtiyazlarını kaybetmeleri gündeme gelebilecektir. Ayrıca, İran’ın nükleer silah elde etmesi
ile İsrail ve diğer ABD müttefiki bölge ülkelerinin güvenliği tehlikeye girecektir. Nitekim İsrail,
sürekli olarak İran’ın nükleer silah geliştirmeden
önce, rejiminin yıkılarak bu programa son verilmesinin, bu yapılamaz ise, İran’ın önemli ekonomik ve askeri tesisleri ile nükleer tesislerinin
vurulmasının, bu da yapılmazsa sadece nükleer
tesislerin vurulmasının propagandasını yapmakta ve ABD’yi böylesi bir çatışma için ikna etmeye
çabalamaktadır. Bölgede tek nükleer güç olarak
bilinen İsrail’in karşısında diğer bir devletin nükleer güç olarak ortaya çıkması İsrail açısından
kabul edilebilir bir durum değildir.
ABD’ye göre İran, 1979 Devrimi’nin gerçekleşti-
ği ilk yıllardan itibaren teröre destek veren ülkelerin başında gelmektedir. Bu iddiaya göre İran
rejimi, Lübnan, Filistin, Türkiye, Irak, Afganistan, Pakistan, Suudi Arabistan, Bahreyn ve diğer
İslam ülkelerinde terörist faaliyetleri cesaretlendirmekte ve terör örgütlerine askeri ve mali
yardım sağlamaktadır. Yine aynı iddiaya göre, 11
Eylül saldırıları İran’ın potansiyel olarak neler yapabileceğini göstermiştir. Özellikle terörle savaş
kapsamında mücadele edilen El Kaide gibi örgütlerin eline kitle imha silahlarının geçmesi durumunda, ABD şehirlerine veya önemli tesislerine
karşı yeni bir saldırı düzenlenebileceği propagandası sürekli yapılmaktadır. ABD yönetimleri,
Ortadoğu’da ve kimi zaman bölge dışında meydana gelen terör eylemlerinin gerisinde İran’ı
aramaktadır. ABD, Afganistan ve Irak işgallerinde içerisine düştüğü her açmaz durumdan İran’ı
suçlayarak çıkmaya çabalamaktadır.
İran’ın ABD’ye verdiği yanıt, son iki defadır
cumhurbaşkanlığına daha radikal bir şahsiyetin
seçilmesi, İsrail’i tehdit eden açıklamaların ivme
kazanması (İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi
İran rejimi 30 yıldan fazla bir süredir ABD ve İsrail tehditlerini göğüslüyor.
nceleme
73
Haziran 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 30
Soykırımı’nın reddi, vs.), nükleer silah programına hız verilmesi, olası bir ABD saldırısı kar-
şısında askeri hazırlıkların (dünya kamuoyuna
açık tatbikatlar) yapılmasıdır. İran’ın mevcut dü-
zen içerisinde nereye kadar ve ne şekilde varmak
istediğini anlamak kolay değil. Geleceğin politik
düzlemlerini, İran içi güç mücadelesinin sonucu,
rejimin ileride alacağı şekil, petrol fiyatlarının
seyri, ABD ve İsrail saldırısının gerçekleşme durumu ve İran’ın nükleer güce sahip olması belirleyecektir.
Sonuç olarak, İran nükleer programına devam
ettikçe ABD ve İsrail tehdidini sürekli olarak
hissedecektir. Bu yüzden, epey uzun bir süre
ABD-İran gerginliğinin dünya gündemindeki
yerini koruyacağını söyleyebiliriz. Peki ABD veya İsrail, İran’a askeri müdahalede bulunabilirler
mi? Bu seçenek hala masadadır. Ancak, uygulanması için çok değişik koşulların bir araya gelmesi gerekecektir. İlk aşama rejim değişikliğinin
zorlanması olacaktır. Bu başarılırsa İran’a askeri
müdahaleye gerek görmeyebilirler. Bu yüzden,
gündemdeki ilk soru şudur: İran’da kısa ve orta
dönemde bir rejim değişikliği yaşanabilir mi?
Sonuç
1979’dan beri İran’daki rejim tartışmaları “radikal” ve “ılımlı” tanımlamaları altında analiz edilmektedir. Rejim içi kavga veya muhalefet kavramı
ile; İran İslami rejimine ve İslam Cumhuriyeti’nin
temel niteliklerine genelde karşı olmayıp, kimi
rejim niteliklerin zamanın gereklerine göre yeniden yorumlanması, bazı uygulamaların ortadan
kaldırılması veya bazı yeni politikaların benimsenmesi yönünde yönetimler üzerinde yine çoğu
zaman legal yollarla, bazen de geniş halk gösterileri ile baskı uygulanması kastedilmektedir. Rejimin farklı aygıtlarının bu tür tartışmalara karşı
verdiği yanıt yine aynı kavram altında ele alınabilir. 30 yıllık tarih içerisinde yapılan yorumlara
bakıldığında, değişim karşıtları radikal, değişim
yanlıları ise ılımlı olarak sınıflandırılmaktadır.
Dış basında, radikaller için ayrıca muhafazakar,
fundamentalist, hak ve özgürlüklere karşı, otoriter, totaliter ve baskıcı sıfatları kullanılırken;
ılımlılar daha çok demokrat, reformcu, hak ve
özgürlüklerin genişletilmesini savunanlar şeklinde değerlendirilmektedirler.
İran toplumunun, her toplum gibi, yıllar geçtik-
çe, dönemler değiştikçe, ihtiyaçları ve sorunları
çeşitlendikçe, değişim talepleri olacaktır. Bunda garipsenecek bir durum yoktur. Ayrıca, İran
bir Ortadoğu ülkesidir ve bu bölgede her türden
muhalefet kolaylıkla rejim aleyhine bir harekete
dönüşebilmektedir. İran’ın etnik azınlık sorunu
bulunmaktadır; özgürlükler sorunu bulunmaktadır; üretim yapısı, istihdam ve gelir dağılımı ile
ilgili sorunları vardır. ABD ve İsrail’in yakın tehditlerini göğüslemek durumundadır. Petrolünü
ve doğal gazını en iyi fiyattan pazarlamak, sürekli artan nüfusunu beslemek zorundadır. Askeri
açıdan güçlü bir ordu beslemek, ordunun silahlarını teçhiz etmek, sürekli modernize etmek,
dışa bağımlılıktan olabildiğince kurtarmak çabasındadır. İran’ın göğüslemek durumunda kaldığı
bütün bu sorun ve tehditlerin benzerleri tüm Ortadoğu, hatta tüm gelişmekte olan ülkeler için de
geçerlidir. Bütün bunlara ilişkin İranlı akademisyenlerin, devlet adamlarının, karar sürecinde yer
alanların farklı yaklaşımlar geliştirmesini doğal
karşılamak gerekir. Ancak, bu çelişkilerin rejimi
yıkacak bir altyapıya kavuşması için ciddi çabalar İran dışından bu ülkeye yönlendirilmektedir.
Burada İran yönetimlerinin uyguladığı baskıcı
politikaların varlığını ve muhalefet oluşumunda
bu politikaların da büyük etkisinin bulunduğunu
ifade etmeliyiz. Zaten hiç bir harici güç, içeride
uygun bir ortam bulamadıkça ülkeye giriş yapamaz. Dolayısı ile, İran rejiminin de sürekli dışarı-
dan etkileri suçlamak yerine, bu etkilere yol açan
politikalarını gözden geçirmesi yerinde olacaktır.
İran halkının daha fazla özgürlük talebi bulunmaktadır. Siyasi talepler daha çok, siyasal yaşama katılmanın önündeki engellerin kaldırılması,
kadın-erkek ayırımcılığına son verilmesi, ifade ve
basın özgürlüğünün önündeki engellerin ve sansürün kaldırılması, adil yargılanma hakkının sağ-
lanması konularında yoğunlaşmaktadır. Ekonomik talepler daha çok gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi, hayat pahalılığına ve geçim
zorluklarına karşı önlemler alınması, işsizliğe çö-
züm bulunması, teşebbüs hürriyetinin önündeki engellerin kaldırılmasında yoğunlaşmaktadır.
Kültürel talepler Kürt, Sünni, Beluci, Azeri, Arap
azınlıkların talepleri ile ilgilidir. Batı basınının ve
bu arada Türk basınının en fazla üzerinde durduğu konu ise, gündelik yaşam tarzları ile ilgili
taleplerdir. Bunlar daha çok kadınların örtünme
zorunluluğunun gevşetilmesi, kadınlara karşı
sosyal hayatta ve devlet kademelerindeki sınırlamaların kaldırılması, gençlerin eğlence özlemlerinin tanınması, internet, uydu anten ve diğer
iletişim araçlarındaki kısıtlamaların kaldırılması
konularına odaklanmaktadır.
O

Konular