IRAK, İRAN, ABD VE PETROL

www.altinicizdiklerim.com 1
Özetleyen: V. Nezih Aytaç
Arka Kapaktan
Bush ve ekibi tarafından dizayn edilen politika çerçevesinde kuşku ve gizem dolu 11 Eylül
olayının hemen arkasından düşünülen Irak’ın işgali, Afganistan işgalinden sonraya
bırakılmıştır. Zira Afganistan, Amerikan toplumunun üzerinden Vietnam sendromunu
atmasını sağlayacak daha kolay bir hedef olarak görülmüştür. Öte yandan, Irak’ın
işgalinde kitle imha silahları, demokratikleşme ya da Saddam’ın El-Kaide ile işbirliği
yaptığı iddialarının tamamen temelsiz olduğu ortaya çıkmıştır. Sonuçta Irak, söz konusu
ekibin 1997’de hazırlayıp kamuoyuyla paylaştığı “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”
çerçevesinde ABD’nin dünya imparatorluğu amacını gerçekleştirmek ve İsrail’in güvenlik
sorununa kalıcı bir çözüm getirmek amacıyla işgal edilmiştir.
BÜYÜK ORTA DOĞU POLİTİKASI VE PAX AMERİCANA
ABD’nin Orta Doğu Politikasının temelinde bölgenin ekonomik öneminin ve İsrail’in
güvenlik sorununun olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. Bu bağlamda sınırları
kuzeyde Hazar Denizi’ni, Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı da içerecek şekilde Türkiye,
Pakistan, Afganistan ve İran’ın da yer aldığı doğuda Hürmüz Boğazı ve Umman
Körfezi’ne güneyde Babel Mendep Boğazı ve Aden Körfezi’ne ve batıda Fas’a ve
Cebeli Tarık Boğazı’na kadar uzanan ve Akdeniz’i, Karadeniz’i Ege Denizi’ni, İstanbul ve
Çanakkale Boğazlarını, Kızıl Deniz’i Tiran Boğazı’nı ve Süveyş Kanalı’nı, Basra Körfezi’ni,
eski Mezopotamya’yı, Bereketli Hilal’i, Nil’i ve Fırat’ı içine alan geniş coğrafyayı kapsayan
Büyük Orta Doğu olarak tanımlanan bölgede siyasal, ekonomik ve stratejik düzenlemeler
bölgenin Amerikan etki alanına dahil edilmesini öngören “Büyük Orta Doğu Projesi”
aslında Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyet Bloğunun dağılmasıyla tek süper güç
haline gelen ABD’nin bir Pax Americana oluşturmayı amaçlayan girişimleridir.
Çoğunluğunu Müslüman halkların oluşturduğu bu geniş coğrafya insanlık tarihi kadar eski
bir mücadele ve rekabete konu olmuş bir bölgedir. Bu rekabet zaman zaman askeri ve
stratejik bir boyut kazanmış özellikle 1. Dünya Savaşı sonrası dönemde petrolün varlığının
ve değerinin anlaşılması ekonomik unsurları bölgeye ilişkin rekabetin temel parametresi
haline getirmiştir. Bugün dünya enerji kaynakları içinde petrol ve doğal gazın payı
yaklaşık yüzde 70’i bulurken, söz konusu enerji kaynaklarından petrolün yüzde 70-80’i,
doğal gazın ise yüzde 50’si bu bölgede (Büyük Orta Doğuda) bulunmaktadır.
Dünya petrol tüketiminin yüzde 25’i tek başına ABD’ye aittir. Bu rakam Avrupa, Rusya ve
Orta Asya ülkelerinin toplam tüketimine ya da Çin ve Japonya’nın içinde yer aldığı AsyaPasifik bölgesinin payına eşit. Dolayısıyla, ABD toplam ithalatının yüzde 25’ini bölgeden
gerçekleştirirken, Japonya yüzde 70’ini Avrupa ülkeleri ise yaklaşık yüzde 55-60’ını
bölgeden karşılamaktadır.
Bu enerji kaynakları üzerinde doğrudan ya da en azından dolaylı denetim sağlamak ve
bu kaynakların rakip güçlerin eline geçerek size karşı kullanılmasını engellemek bir süper
www.altinicizdiklerim.com 2
güç için kendi hegemonik üstünlüğünü sürdürebilmesi ve diğer ülkelerin kaderini
belirleyebilecek gücü elinde bulundurması için son derece önemlidir.
BÜYÜK ORTA DOĞU POLİTİKASININ FİKTİF ANLAMI
ABD’nin Büyük Orta Doğu Politikasının bölgenin ekonomik ve demokratik anlamda geri
kalmışlığına çözüm getirecek bir proje olduğu iddia edilmektedir. Bu çerçevede
bölgedeki ülkelere kaynak aktarılacağı ve demokratik katılımın teşvik edilerek değişimi
gerçekleştirmelerinin sağlanacağı ifade edilmektedir.
ABD’nin hangi ülkede demokratikleşmeyi destekleyeceği, hangisinde mevcut durumu
devam ettireceği konusu da oldukça karmaşık bir konudur.
Libya liderinin Amerikan yanlısı açıklamaları üzerine o güne kadar ki hesabın üzeri çizilmiş
ve Libya eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulmuştur. Amerikan yönetiminin eleştirilerine
hedef olmakla beraber Washington’un Suudi hanedanından vazgeçme olanağı var
mıdır? Aynı şekilde Kuveyt’te Sabah ailesinden, Bahreyn’de Halife ailesinden, Katar’da
Tani ailesinden, Umman’da Said ailesinden ve Ürdün’de Haşimi ailesinden vazgeçmesini
düşünmek ne kadar gerçekçidir? Bu ülkelerde mevcut hanedanlıkların işbaşında
kalmasını da sağlayacak bir demokratikleşme bölgenin demokratikleşme sorununu
çözebilir mi ya da ABD gerçekten bu işte ne kadar samimidir? Aynı şekilde Yemen,
Cezayir ve Fas’taki yönetimlerin Amerikan yönetimi ile bir sorunu olmadığı zaten biliniyor.
O zaman geriye kalan ve demokratikleştirilecek rejimler bellidir. Bunlar Amerika ile
problemi olan Washington ile ortak bir dil geliştirememiş, ülkesini Amerikan sermayesine
açmamış, kendi hallerine bırakılırsa dolar bölgesinden euro bilgesine geçen ya da
geçme olasılığı olan ve dolayısıyla Beyaz Saray açısından rejim değişikliğinin kaçınılmaz
görüldüğü ülkelerdir. Bunlar Sudan, Suriye, İran ve Irak’tı. Bu ülkelerin mevcut rejimleri
bölgede Amerikan yönetimlerinin bir numaralı hedefi olmuştur. Bunlardan Irak
“demokratikleştirildi”; sıra diğerlerinde mi?
BÖLGENİN GENEL GÖRÜNÜMÜ
İran ve Irak’ın merkezinde yer aldığı bölge genel anlamda Orta Doğu olarak tanımlansa
da daha ziyade Basra Körfezi ya da Arap Körfezi/İran Körfezi olarak bilinmektedir. Bu
bölgeye uluslararası ilişkiler literatüründe Güney Batı Asya da denmektedir. Bölge İran ve
Irak’ın dışında Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar BAE ve Umman’ı da
kapsamaktadır. Petrol söz konusu olduğunda da daha ziyade bu bölgeden söz
edilmektedir. Çünkü Orta Doğu petrolünün neredeyse tamamı Basra Körfezi adı verilen
bölgede yer almaktadır.
Ayrıca bölge ülkelerinin hemen hepsinde, potansiyel istikrarsızlık unsurları bulunmaktadır.
Özellikle Şii radikalizmi ve radikal terör örgütleri söz konusu rejimlerin geleceğini tehdit
etmektedir. Söz konusu ülkelerdeki otoriter rejimlerin baskı politikaları ve ABD ile
angajmanları ilgili ülkelerdeki muhalefet hareketlerini güçlendirmektedir.
Basra Körfezi olarak ifade ettiğimiz bölgede bulunan ve petrol zengini sayılan ülkeler
arasında aslında eşit bir güç dağılımının bulunduğunu söylemek olanaksız olmakla
beraber, bu devletlerden İran, Irak ve Suudi Arabistan’ı ayrı, diğerlerini ayrı düşünmek
www.altinicizdiklerim.com 3
daha doğru bir yaklaşım olabilir. Geri kalan beş devletin (Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE ve
Umman’ın) güçlerinde de çok ciddi bir fark olmadığı ileri sürülebilir.
STRATEJİK UNSURLAR
Yaklaşık 300 milyon insanın yaşadığı Orta Doğunun bir alt sistemi olan Basra Körfezi, 120
milyon dolayında nüfusuyla daha ziyade petrol ve doğal gaz zengini ülkelerin yer aldığı
ve sadece bu nedenden dolayı bile dünyanın asla vazgeçemeyeceği bir bölgedir.
Dolayısıyla kuzeyi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşan Ermenistan,
Azerbaycan ve Türkmenistan, doğusu Afganistan, batısı Kızıldeniz , güneyi Arap Denizi
ve Hint Okyanusu ile çevrili olan bölge, sanayileşme açısından geri olmakla beraber,
dünya enerji kaynaklarının toplandığı bir merkez konumundadır. Gerek coğrafik yapısı,
gerekse dünya petrol rezervinin yaklaşık % 65’ine varan petrol kaynakları ile Basra Körfezi,
stratejik önemini uzun yıllar koruyacak bölge niteliğindedir. Başta sanayileşmiş Avrupa
ülkeleri olmak üzere, Çin ve ABD’nin petrole bağımlılığı sürdüğü sürece bölgenin hem
küresel ekonomiyi hem de global güçlerin askeri ve güvenlik politikalarını etkileyecek bir
nitelikte olmaya devam edeceğinden kuşku duyulmamaktadır.
Basra Körfezi’nin pozisyonu bölgeye zaten stratejik ve ekonomik avantajlar
sağlamaktadır. Bölge dünya politikasında sürekli hassas bir role sahip olmuştur. 15.
yy’dan beri dünyanın önemli güçleri çeşitli amaçlar için bu bölgeyi ve bölgedeki üsleri
ele geçirmek için mücadele etmişlerdir. İlk dönem Portekiz ve İspanyol mücadelesine
sahne olan bölge, daha sonra da İngiliz, Osmanlı ve Rus mücadelesine tanık olmuştur.
Soğuk savaş boyunca bölge ABD için Avrupa ve Pasifik’ten sonra üçüncü cephe olarak
görülmüş, hatta önem açısından diğerlerinden bir farkı olmadığı üzerinde durulmuştur.
Bölge bu dönemde süper güçlerin mücadele alanı olmuş ve söz konusu devletler
bölgenin ekonomik ve siyasal dinamiklerini etkilemişlerdir.
Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bölgeye yönelik Sovyet tehlikesi
ortadan kalkmış olmakla beraber, 1979 devriminin İran’da Şii yönetimini iktidara taşıması,
bölgeyi İran eliyle Şii ve İslami hareketin yayılmasına açık bir duruma getirdiğinden,
Batının bölgeye yönelik çıkarları yine tehdit altında görülmüştür. Bunun dışında, Irak’ın
sekiz yıl süren İran-Irak Savaşının arkasından 1990 Ağustosunda komşusu Kuveyt’i işgal
etmesi ve Suudi Arabistan için tehdit oluşturması, ayrıca gerek İran’ın gerekse Irak’ın
nükleer silah geliştirmeye yönelik çabalarından vazgeçmemeleri, bölgenin siyasal ve
stratejik olarak önemini korumasına neden olmuştur.
Ayrıca, Körfezde bulunan zengin petrol ve doğal gaz yatakları bölgeyi dünyanın diğer
bölgelerinden stratejik olarak farklılaştırdığı gibi, politik olarak da farklı kılmaktadır. Dünya
petrol rezervinin % 68’ini ve doğal gaz rezervinin % 40’ının bulunduğu Orta Doğuda, söz
konusu kaynakların % 95’i Körfezde (dünyadaki petrolün % 67’si ve doğal gazın % 33’ü
burada) yoğunlaşmaktadır. Günlük petrol üretimi 2000’li yılların başında 28 milyon varil
olan Körfezde bu rakamın 2020 yılında 42.2 milyon varile çıkması beklenmektedir. Bu
bağlamda, 1995’te günlük 15.4 milyon varil petrolle dünya petrol ihracatının % 41’inin
yapıldığı bölgeden 2020 yılında günde 37.2 milyon varil petrol ihraç edilecek, dünya
petrol ihracatı içindeki payın % 56’ya çıkacağı tahmin edilmektedir.
www.altinicizdiklerim.com 4
PETROL UNSURU
Enerji kaynaklarının Orta Doğunun bir alt bölgesi olarak tanımlanan Basra Körfezi’nde
yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. Zira tek başına 262 milyar varil petrol rezervine sahip
olan Suudi Arabistan’da dünya petrol rezervinin yüzde 25’i bulunmaktadır. Bu oran
ABD’nin on katı, Rusya’nın ise beş katıdır. Irak ise 115 milyar varil petrolüyle dünya petrol
rezervinin yüzde 11’ine sahiptir. Her iki ülkenin de nüfusları 25 milyonun üzerindedir. İran’a
gelince bu ülke 135 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervleri ile dünya petrol rezervlerinin
yüzde 12’sine sahip bulunmaktadır. İran bu konuda Suudi Arabistan’dan sonra dünyada
ikinci sırada gelmektedir. İran, yaklaşık yüzde 15,4 doğal gaz rezerviyle de bu alanda
Rusya’dan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Basra Körfezi’ndeki diğer ülkelerden
Kuveyt’in ve BAE’nin ise yaklaşık 100 milyar varil petrole sahip olduğu bilinmektedir. 2
milyon dolayında nüfusu olan bu iki ülkenin yabancılar çıktığında geriye 500.000
dolayında bir yerli nüfusu kalmaktadır. Dolayısıyla 1.1 trilyon varil olan toplam kanıtlanmış
rezervler içinde 700 milyar varil petrole sahip olan bu beş ülkenin kanıtlanmış rezervlerinin
oranı yüzde 65-67’dir. Bilinen rezervler dışında kalan dünyadaki tahmini rezervleri ise 2
trilyon varil dolayındadır. Bunların da büyük kısmı bu bölgede bulunmaktadır. 1999’a
kadar 90 milyar varil petrole sahip olan İran’ın tahmini rezervleri 2003’te 135 milyar varile
çıkmıştır ve bunların aynı hızla artması beklenmektedir. Bu bağlamda İran’ın tahmini
rezervleri de eklendiğinde 285, Irak’ın ise 260 milyar varil petrole sahip olduğu
bilinmektedir. Suudi Arabistan’ın kanıtlanmış ve tahmini rezerv toplamı 650, Kuveyt ve
BAE’nin ise her birinin yaklaşık 200 milyar varil dolayındadır. Bu rakamlar Umman ve Katar
için 20 milyar varildir. Bu durumda bölgedeki toplam rezervlerin 1.6 trilyon varile ulaştığı
görülmektedir. Bölgedeki petrol rezervlerinin ekonomik değeri ise petrolün ortalama 60
dolar olması halinde 96 trilyon dolar dolayındadır. Bunun yaklaşık 120 milyon nüfusu
bulunan bir bölgede bulunması hem büyük devletler, hem de dünyanın önemli petrol
şirketleri açısından bölgeyi oldukça cazip hale getirmektedir. İran’ın bir başka önemi ise
kanıtlanmış ve tahmini rezerv toplamı 240 milyar varil dolayında olan Hazar’a kıyısı
olmasından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, petrolün dünya enerji tüketiminde yaklaşık yüzde 40’la halen birinci sırada
yer alması (ulaşım sektöründe bu oran yüzde 97) ve hızla artan petrol fiyatları bölgeyi
küresel mücadelenin en temel unsuru haline getirmektedir. Günlük 85 milyon varil
dolayında olan Dünya petrol tüketiminin 2020’de 120 milyon varile çıkması
beklenmektedir. İngiltere ve Norveç dışında ciddi bir enerji kaynağına sahip olmayan
Avrupa ülkeleri petrol gereksinimleri açısından yüzde 55-60 dolayında bu bölgeye
bağımlıdır. Bu bağımlılık Japonya ve Çin için yaklaşık yüzde 70 dolayındadır. ABD ise
petrol ithalatının yüzde 25’ini bu bölgeden gerçekleştirmektedir. 20 milyon varil günlük
petrol tüketimiyle Dünya petrol tüketiminin yüzde 25’ini gerçekleştiren ABD; bu
gereksiniminin yüzde 55’ini dış pazarlardan karşılamaktadır. Ancak ABD’nin tek başına
gerçekleştirdiği petrol ithalatı da aynı petrol tüketimi gibi Avrupa’nın toplam ithalatına ve
Çin ve Japonya’nın da yer aldığı Asya-Pasifik ülkelerinin toplam ithalatına eşittir.
TOPLUMSAL VE SİYASAL İSTİKRAR UNSURLARI
Körfezde bulunan devletler esas olarak bir bütün halinde Müslüman devletler olarak
bilinmelerine rağmen, aralarındaki mezhep ayrılıkları, ideolojik sorunlar, sınır sorunları,
rekabetten kaynaklanan sorunlar, siyasal sorunlar, tarihsel ve psikolojik sorunlar, politik
önceliklerinin farklı olması ve farklı politik tercihlere sahip olmaları, ayrıca Batılı ülkelerle
www.altinicizdiklerim.com 5
bire bir ilişkileri, güçlü bir birlik oluşturamamalarına ve bölgeyi ilgilendiren pek çok
uluslararası sorun karşısında birlikte hareket edememelerine neden olmuştur.
Bölgede yaşayan halkın hemen hepsinin Müslüman olması din unsurunu, halk arasında
dayanışmayı sağlamak ve halkın yönetime sadakatini devam ettirmek amacıyla
kullanılan bir araç halinde getirmektedir. Dinin bu birleştirici özelliğinden yararlanan
iktidarlar, bununla hem siyasal istikrarı sağlama, hem de kendi anti-demokratik yönetim
anlayışlarını sürdürme çabası içinde görünmekteler. Bu anlamda, kabile geleneği de
siyasal ve toplumsal hayatla ilgili önemli bir istikrar faktörü olarak devreye girmektedir.
Modern Körfez ülkelerinde hala kabile geleneğinin etkisi görülmektedir. Kabile
toplumunda siyasal sadakatin şeklinin hiyerarşik nitelikte olması, Körfezdeki siyasal
istikrarın önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Kabile önderlerinin ve şeyhlerin yerini
Krallar, Emirler ve Sultanlar almış olmakla beraber, eski adet ve gelenekler olduğu gibi
sürdürülmektedir.
Din, kabile ve aile yapısı olmak üzere üç ana başlık altında toplanmaya çalışılan
faktörler, bölgedeki geleneksel otoriter rejimlere karşı sık sık ayaklanmalarının olmayışının
ve göreceli siyasal istikrarın devamlılığının önemli bir nedeni sayılmaktadır.
Körfez ülkeleri arasındaki mezhep ayrılıkları da önemli bir istikrarsızlık faktörü olarak rol
oynamaktadır. Şii-Sünni ayrılığı temelinde odaklanan mezhep farklılığı Körfezde önemli
sorunlara yol açmaktadır. Şiiler Irak’ta nüfusun yaklaşık yüzde 60’ını, Bahreyn’de yüzde
60-70’ini Kuveyt ve Katar’da yüzde 25’ini, BAE ve Suudi Arabistan’da ise yüzde 10’unu
oluşturmaktadır.
OPEC’İN KURULUŞU
OPEC, (petrol ihraç eden ülkeler örgütü) 1960 Eylül’ünde ilk olarak Irak, İran, Suudi
Arabistan, Kuveyt ve Venezüella tarafından kurulmuştur.
Petrolün siyasallaşma sürecinde petrol fiyatlarının ucuz olduğu dönemlerde yedi kız
kardeşler (BP, Shell, Exxon, Mobil, Socal, Gulf, Texaco) denen petrol şirketleri bunun
fiyatını ucuz tutarak belli ölçüde de bilinçli bir şekilde 1950’li yıllarda Avrupa’da ve diğer
yerlerde endüstride temel enerji kaynağı olan kömürün yerini almasını sağlamışlardı.
Oysa petrol fiyatlarının ucuz oluşu üretici ülkeleri olumsuz etkilemekteydi. Bu çerçevede
OPEC’in ortaya çıkışında petrol üzerinde daha fazla söz sahibi olmak isteyen üretici
ülkeler arasındaki dayanışma gereksinimi önemli rol oynamış ve OPEC bir anlamda
bunun sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle, petrol üreticisi ülkelerin fiyatı
istikrara kavuşturmak ve petrolün fiyat ve miktarında daha fazla belirleyici olacak bir
siyasi güce sahip olma isteği bu örgütün doğmasına yol açan başlıca faktör olmuştur.
OPEC’İN ETKİSİZLEŞMESİ
1990’ların sonlarından itibaren OPEC fiyat istikrarını sağlamada tamamen etkin bir güç
olmaktan çıkmıştır. 1970’lerdeki gücünü kaybeden OPEC’in artık sıradan bir örgüt haline
geldiği ve piyasadaki arz talep konusunda olsun fiyat konusunda olsun gerektiğinde
önlemler alabilecek yeni bir örgütün gerekliliği tartışılmaya başlanmıştı. Artık Piyasadaki
arz konusu hatta bazıları OPEC dışında yer alan ülkelerden oluşan birkaç ülkenin işbirliği
ile düzenlenmeye başlanmıştı. Dolayısıyla piyasalara müdahale ancak Suudi Arabistan,
www.altinicizdiklerim.com 6
Venezüella, Kuveyt, İran gibi OPEC üyesi ülkelerle Norveç ve Meksika gibi örgüte üye
olmayan bazı ülkelerin işbirliğiyle söz konusu olabilmektedir. Bu çabaların da piyasalar
üzerinde ciddi bir etkisinin olduğunu söylemek oldukça zor. Aslında OPEC içinde de asıl
kararlı alanlar büyük petrol üreticisi ülkeler diğerleri ise seremonim nitelikli bu toplantılara
katılarak dokümanları imzalamaktalar.
AMERİKAN POLİTİKASININ TEMEL PARAMETRELERİ
1970’lerin başına kadar ABD’nin Körfeze yönelik politikası genelde Orta Doğu politikasının
bir parçası gibi görünse de, tarihsel süreç içinde ilişkilerin seyrine bakıldığında bölgeye
ayrı bir önem verildiği anlaşılmaktadır.
İngiltere’nin bölgeden ayrılmasıyla birlikte harekete geçen ABD; Vietnam’la başı dertte
olduğu için doğrudan askeri angajmanlara girmese de, İran ve Suudi Arabistan’a dayalı
iki ayaklı politikayı geliştirerek, bölge ülkelerine askeri ve ekonomik desteğini arttırmıştı.
ABD, 1980-88 İran-Irak Savaşı boyunca Irak ve İran arasındaki dengenin özellikle İran
lehine bozulmasının bölgeye olumsuz yansımaları olabileceğini düşünerek Irak’ı
desteklemeyi çıkarlarına daha uygun bulmuştu. Bu noktada, Irak bir anlamda İran’ın
bölgeye yönelik yayılmacı eğilimlerini engelleyebilecek bir tampon ülke olarak
görülmüştü. Dolayısıyla Irak’ın savaş yeteneklerini destekleyen ABD; Körfez ülkelerinin de
aynı yönde davranmasını sağlamıştır.
1990’ların son çeyreğinde, özellikle Hatemi’nin iktidara gelmesinden sonra, İran’ın
bölgeye yönelik politikasında bir yumuşama söz konusu olsa da , yine de İran’daki İslami
yönetimin nükleer programa ağırlık vererek uzun menzilli füze geliştirme programlarına
yönelmesi, bu ülkenin gerek ABD gerekse bölge ülkeleri tarafından bir tehdit olarak
algılanmaya devam etmesine yol açmıştır.
Soğuk Savaşın sonuna kadar hatta 2000’li yıllara kadar Orta Doğuya yönelik geleneksel
Amerikan politikasının ana hedefleri, petrolün (ABD denetiminde) düzenli bir şekilde
sevkinin sürekliliğini sağlamak, bölgenin ve bölgedeki petrol kaynaklarının içeriden veya
dışardan bir başka gücün kontrolüne girmesini önlemek veya üretici ülkeler üzerinde
denetim kurarak petrolün sevkini engellemek veyahut petrolü ve petrol üreticisi ülkeler
üzerinde sağladıkları denetimi Batı dünyasına karşı kullanmaya çalışmalarını engellemek;
Körfezdeki Amerikan müttefiki olan geleneksel rejimleri iç ve dış tehditlere karşı koruyarak
mevcut istikrarı sürdürmek; İsrail’in güvenliğine, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne
yönelik gerçek ve olası tehditleri önlemek ve tüm bu amaçları gerçekleştirmek için
gerekirse askeri güç kullanmaktı.
Sovyet imparatorluğunun çökmesi ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle ortaya çıkan güç
boşluğu, ABD’nin söz konusu amaçlarına dünya liderliği amacını eklemesine ve en temel
politika haline getirmesine yol açmıştır. Artık Amerikan yönetimlerinin öncelikli hedefi
hegemonik bir güç haline gelmek ve bu pozisyonlarını sürdürmek için gerekli finansal,
politik, askeri ve coğrafi koşulları yerine getirmektir.
Özellikle petrol üzerindeki denetimi elinde bulundurarak rakiplerin rekabet güçlerini
zayıflatmak; hatta onları rekabet edemez hale getirmek; ayrıca olabildiğince daha
www.altinicizdiklerim.com 7
geniş bir coğrafyada kontrolü sağlamak; özellikle stratejik noktaları denetim altında
bulundurmak; uluslararası siyasal karar organlarında rakiplerine inisiyatif kullandırmamak;
bu çerçevede BM’yi Amerikan çıkarları dışında karar alamaz hale getirmek; Amerikan
politikaları için tehdit oluşturan İran ve Suriye gibi ülkeleri terörist devletler olarak niteleyip
uluslararası toplumun dışına atarak cezalandırmak; hatta boy hedefi haline getirmek,
tüm bu amaçları gerçekleştirmek için askeri harcamaları olabildiğince arttırmak ve bu
çerçevede dünyanın en büyük askeri gücünü elinde bulundurmaya devam etmektir.
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen hemen her ABD Başkanı, Orta Doğunun ve
Körfezin Amerika için hem ekonomik, hem siyasal hem de stratejik olarak önemli
olduğunu vurgulamıştır.
EKONOMİK ÇIKARLAR VE PETROL FAKTÖRÜ
ABD’nin bölgeyle petrol dolayısıyla ilgisinin güvenlik ilişkilerine yansıması II. Dünya
Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Bu tarihe kadar İngiltere dolayısıyla bölgenin ciddi bir
güvenlik sorunu söz konusu değildi. Ancak zamanla İngiltere’nin bu rolünü yerine
getiremeyecek hale gelmesi, Batı endüstrisi için hayati önem taşıyan Orta Doğunun ucuz
petrolünün (1971’e kadar ham petrolün varili 2 doları geçmemiştir) Sovyetlere karşı
korunması gereğini gündeme getirmiştir.
1970’lerde yaşanan gelişmelerle petrolün 35 dolara kadar çıkması bölgenin önemini bir
anda farklılaştırmıştır. Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya petrol gereksinimlerinin neredeyse
yüzde 75’ini, her şeye rağmen ABD de yüzde 25’ini bölgeden karşılamaktaydı. Ayrıca
şimdi güç, petrol şirketlerinden üretici ülkelere doğru kaymıştı. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda
İsrail’e yardım ettikleri gerekçesiyle uygulanan petrol ambargosu petrolün artık bir siyasal
silah olarak kullanılabileceğini göstermişti. Petrol fiyatlarında ikinci bir şok yükselme de,
1979’da İran Devrimi ve arkasında yaşanan İran-Irak savaşı dolayısıyla söz konusu
olmuştur.
1986’dan itibaren petrol fiyatlarındaki gerileme ve Sovyetlerin dağılmasıyla yeni
üreticilerin piyasaya girmesi, OPEC ülkeleri açısından petrolün bir siyasal silah olarak
kullanılma olanağını neredeyse ortadan kaldırmıştı.
Dolayısıyla ABD’nin bölgeye yönelik politikasının belirlenmesinde temel kaygının
ekonomik çıkarların korunması olduğu düşünüldüğüne, ilginin odak noktasını doğal
olarak petrol oluşturmaktadır. Çünkü petrole bağımlılıkları giderek biraz daha artan ABD
ve Batılı müttefikleri, petrol gereksinmelerinin önemli bir kısmını bu bölgeden
karşılamaktadır.
Batılı ülkelerin petrol gereksinimleri arttığı ve petrole alternatif olabilecek yeni enerji
kaynakları devreye sokulmadığı sürece bölgeye olan bağımlılığın devam edeceğinden
kuşku duyulmamaktadır.
Diğer yandan, petrol arzının azalması veya petrol sevkinin kesintiye uğraması dünya
ekonomisini oldukça olumsuz şekilde etkilemektedir.
www.altinicizdiklerim.com 8
Alternatif enerji kaynakları üzerindeki çalışmalar bütün hızıyla devam etse de bölge
petrol bakımından hala rakipsiz olma özelliğini korumaktadır. Zira Körfez petrolü, üretim
maliyeti en düşük petrol olmaya devam ettiği gibi, bölgede 735 milyar varil rezervin
bulunduğu düşünülürse, dünya petrolünün yüzde 67’sinin yer aldığı bir bölge olarak da
en azından gelecek 20yıl için alternatifsiz olmayı sürdüreceğe benzemektedir. Dünya
petrol üretiminin yüzde 40’ını karşılayan bölge, fazla üretim kapasitesi en yüksek olan
bölge olma özelliğini de korumaktadır.
Ayrıca, Orta Doğu yüzde 65-70’lik payla dünya silah pazarında ilk sırada yer alırken, ABD
de silah satan ülkeler sıralamasında yüzde 67’lik payla ilk sırada yer almaktadır. Özellikle
Orta Doğu ülkelerinden silaha yılda ortalama 20 milyar dolan para harcayan Suudi
Arabistan yüzde 23’lük payla dünyada en fazla silah satın alan ülke özelliğini de elinde
bulundurmaktadır. Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’nin toplam silah ithalatı dünya silah
ithalatının yaklaşık yüzde 28’ine denk gelmektedir.
Suudi Arabistan’dan ABD’ye ortalama yıllık net sermaye transferi 5.1 milyar dolar olup,
her geçen yıl artarak devam etmiştir.
Genel olarak, özel kişi ve kurum yatırımları da dahil edilirse Körfez ülkelerinin yurt dışındaki
toplam sermayelerinin iki trilyon dolar dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Bu petrodolarların en az yarısı Amerikan piyasasında değerlendirilmektedir. Diğer yarısı ise Batı
Avrupa ekonomisi için vazgeçilmez bir kaynak olmaya devam etmektedir.
STRATEJİK VE SİYASAL ÇIKARLAR
Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir güvenlik kuşağı oluşturmak amacıyla
komşu ülkeler üzerinde doğrudan veya dolaylı bir biçimde baskı oluşturması ve bazıları
egemenliği altına alması bölge ülkelerinin kuşkularını haklı çıkardığı gibi, ABD’nin Sovyet
tehdidi retoriğinin inandırıcılığını güçlendirmiştir.
Savaştan önemli ölçüde güç kaybederek çıkan İngiltere ise, Orta Doğudaki taahhütlerini
yerine getirecek durumda olmadığından, Türkiye ve Yunanistan’a yönelik siyasi
taahhütlerinden vazgeçerken, 1940’ların sonlarına doğru Hindistan ve Filistin’den ve
1950’lerin ortalarında Süveyş’ten çekilmek zorunda kalmış ve 1960’ların sonlarında da
Basra Körfezinden çekileceğini açıklamıştı. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bölgedeki
siyasal sorumluluklarından kurtulmaya çalışan İngiltere, ekonomik çıkarlarını sürdürme
konusunda oldukça istekli görünmüş, hatta İran ve Arap devletleri üzerinde ABD ile
zaman zaman çıkar çatışmaları bile söz konusu olmuştur.
ABD bu çerçevede Orta Doğunun ve Körfezin Sovyet etki ve kontrolüne geçmesine karşı
geleneksel İngiliz politikasının yerini alarak, bir taraftan bölge ülkeleriyle ilişkilerini
geliştirirken, diğer taraftan tampon işlevi gören kuzey kuşak ülkelerine askeri ve teknik
yardımlar yapmıştır.
ABD İLE İRAN ARASINDAKİ İLİŞKİLER
İran’ın Orta Asya ve Kafkaslarda etki alanı oluşturmaya çalışması, Orta Doğu ülkelerine
rejimini ihraç ve o bölgelerdeki Şiiler aracılığıyla bu ülkeleri istikrarsızlaştırması olasılığı ve
sonuçta Orta Asya’dan Hint Okyanusu ve Kızıl Deniz’e kadar çok geniş bir alanda etki
www.altinicizdiklerim.com 9
alanına sahip olması, ABD açısından İran’ı öncelikli bir tehdit haline getirmeye devam
edecektir. Bu açıdan, ilk etapta İran’a, SSCB’ye uygulandığı gibi, rejimin çökmesine
kadar sürecek kuşatma mantığına dayanan bir çevreleme politikası uygulanmıştır.
Ancak burada özellikle Irak’taki Baas rejiminin 2003’te çökmesinden sonra ABD’nin,
Clinton döneminde başlatılan “çifte kuşatma” politikasında bir değişiklik olduğunu
belirtmekte yarar var. Bu bağlamda İran, Irak’tan sonra, kuşatılması gereken tek ülke
olarak kalmış ve ABD’nin Bush Doktrini ve önleyici savaş stratejisi çerçevesinde
kuşatmanın ötesine geçilerek, İran bir tehdit olarak devam ettiği sürece doğrudan bir
askeri müdahalenin hedefi durumuna gelmiş ve tehdidin ortadan kaldırılması da rejim
değişikliğine bağlanmıştır.
Ambargonun İran ekonomisinin olumsuz etkilediğini ileri sürenler, riyalin hızla değer
kaybetmesine, petrol alıcısı ülkelerle örneğin Çin, Fransa, Japonya, İtalya, Portekiz ve
İspanya ile yapılan kontratların ancak belli ıskontolar sağlanarak gerçekleştiğine, petrol
çıkarma işlemlerinde kullanılan ve daha önce ABD’den alınan makine ve teçhizatların
üçüncü ülkelerden daha pahalıya temin edilebildiğine, dolayısıyla İran’ın petrol altyapı
yatırımlarının yenilenmesinin oldukça maliyetli hale geldiğine, dışarıdan silah alımlarının
düştüğüne, IMF başta olmak üzere uluslararası örgütlerin, devletlerin özel finans
kurumlarının İran’a borç vermede çekingen davrandıklarına, bunun da İran’ın daha kötü
koşullarla borçlanmasına yol açtığına, 1996’da Conoca ile yapılan kontratın (Basra
Körfezi’nde petrol çıkarılması için) Amerikan yönetimince engellenmesi üzerine devreye
Fransız Total şirketi girmişse de yapılan kontratın İran’ı tatmin edecek ölçülerde
gerçekleşmediğine ve Azerbaycan tarafından konsorsiyumdaki kendi payından yüzde
5’ini İran’a verme girişiminin ABD baskısıyla engellendiğine dikkat çekmişlerdir. Yine bu
çevrelere göre, Japonya 1995’te aldığı bir kararla, Karun nehri üzerindeki baraj inşaatının
finansmanı için İran’a vermeyi öngördüğü kredilerin 450 milyon dolarlık ikinci dilimini
dondurduğunu, Çin de 1995 Eylül’ünde İran’a iki adet 300 MW’lık nükleer reaktör
vermeye ilişkin yapılan prensip anlaşmasını askıya aldığını, 1996 Kasım’ında ise Uranyum
dönüştürme cihazının satışının iptal edildiğini açıklamıştır. Ayrıca, Güney Afrika ile yapılan
15 milyon varil ham petrol satımı sözleşmesi de iptal edilmiştir. Bütün bunlar ya ABD
baskısından ya da ilgili tarafların ABD ile ilişkilerin bozmak istememesinden
kaynaklanmıştır.
Bill Clinton tarafından İran’a ticaret yasağı getirilmesini ve 1996’da De Amato yasasıyla
getirilen ekonomik yaptırımları kullanmaktaydılar. Dolayısıyla bunlara göre ABD’nin
amacı, İran’ı tecrit ederek ve böylece ekonomik anlamda çöküntüye uğratarak İran’ın
ABD açısından bir tehlike olmaktan çıkmasını sağlamak ve en nihayetinde de rejimi
yıkmak olduğundan, bu ülkeyle ilişkileri geliştirmeye çalışmak gereksiz ve yararsızdır.
Diğer taraftan, İran’ın Buşehr, Natanz ve Arak’taki nükleer santralleri henüz inşa
aşamasında bulunmaktadır. Bunlardan Rusya’nın yardımıyla inşa edilmekte olan Buşehr
santrali 1000 MW’lık bir nükleer enerji santralidir. İranlılara göre bunun nükleer bomba
yapımıyla bir ilgisi bulunmuyor. Nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için kullanımı
çerçevesinde faaliyet göstermesi öngörülmektedir. Rusya da zaten İran’a yönelik
nükleer teknoloji yardımını, nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için kullanımıyla ilgili
olduğunu ileri sürerek, bu işbirliğinin arkasında olduğunu göstermiştir. Natanz’da inşa
edilen santral de, İranlılara göre Uranyum zenginleştirme ile ilgili değildir.
www.altinicizdiklerim.com 10
SUUDİ ARABİSTAN-ABD İLİŞKİLERİ
Suudi Arabistan ile ABD arasındaki diplomatik ilişkiler, Washington yönetiminin bu ülkeyi
1931’de tanımasıyla başlamıştır.
Suudi Arabistan ile ABD arasındaki ilişkilerin başlamasında Standart Oil of California
şirketinin Suudi hükümetiyle 1933’te el-Hasa bölgesindeki petrolün araştırılmasını ve
işletilmesini öngörün 60 yıllık bir imtiyaz anlaşması yapması önemli rol oynamıştır. Başka
ortakların da katılımıyla daha sonra ARAMCO (Arap-Amerikan Petrol Şirketi) adıyla
anılacak olan bu şirket 1938’de petrol üretimine başlıyordu.
Geçmişte olduğu gibi 1990 sonrasında da temel politikalarının bölgedeki bu zenginliğin
bölge içi veya bölge dışı bir gücün eline geçmesini engellemek olduğunu açıklamaya
devam etmekteydi. Temel amacı krallığın bütünlüğünü ve egemenliğini sürdürmek olan
Suudi yönetiminin kendi başına hem bu amacına ulaşması hem de elinde bulunan
ekonomik zenginliği koruması oldukça zor olduğundan ABD’nin siyasal ve askeri
desteğine dayanmak zorunda kalmıştır.
Bu zorunluluk Soğuk Savaş boyunca tarafların birlikte hareket etmesini gerektirmiştir. Bu
çerçevede, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Amerikan yönetimi Hasa petrol
yataklarının bulunduğu Dahran’da modern bir hava üssü kurmak için Suudi hükümeti
nezdinde girişimlerde bulunmuştur.
ABD’NİN DİĞER BÖLGE ÜLKELERİYLE İLİŞKİLERİ
Bahreyn, İngiltere’nin 1971’de Körfezden çekilmesiyle birlikte onun bıraktığı boşluğu
dolduran ABD’nin bölgeye yönelik yeni askeri stratejisindeki yerini almıştı. 1948’den
1968’e kadar geçen sürede ABD; Körfezi İngiltere’nin korumasında gördüğü için,
bölgeye yönelik özel bir strateji geliştirmemişti. Çünkü söz konusu bölge askeri ve siyasal
bakımdan İngiltere’nin denetimi altındaydı. Dolayısıyla, Süveyş Kanalı’nın doğusunda
kalan bu bölge, Sovyet etkisine karşı da güvence sayılmaktaydı.
Amerikan şirketlerinin bölgedeki yatırımları artmaya ve petro-dolarların ABD’ye gelmeye
başlamasına paralel olarak bu ilgi de yoğunlaşmıştır. Bölgede başlayan millileştirme
girişimlerine kadar bol miktarda çıkarılarak düşük fiyattan satıldığı için, ABD’nin petrole
yönelik fazla bir endişesi yoktu. Millileştirme faaliyetlerinin başlaması ve petrol üzerindeki
egemenliğin şirketlerden devletlere geçmesi ile birlikte devletleri de içine alacak şekilde
bölgede kontrol sağlamak ABD’nin temel askeri ve siyasal politikası haline gelmiştir.
Diğer Körfez devletlerinden Kuveyt ile ABD arasındaki ilişkilerin gelişmesinde, bu devletin
Irak’la olan sınır sorunlarının büyük ölçüde etkili olduğu söylenebilir. Kuveyt, Irak’a karşı
güvenliğini koruyabilmek için, Sovyetlerle olduğu gibi ABD ile de ilişkilerini geliştirmekte
yarar görmüş ve güç dengesi sistemi içinde esnekliğini korumaya çalışmıştır.
ABD’nin Umman ile ilişkisi ise bu devletin Hürmüz Boğazı’nın kontrolünde İran kadar
önemli bir pozisyonda bulunmasına dayanmaktadır.
www.altinicizdiklerim.com 11
İran Devrimi’ni Şahın iç politikasına olduğu kadar, dış politikasına yönelik bir tepkinin
sonucu olarak da düşünmek gerekir. İran, ABD’nin doğal müttefiki durumundaydı ve bu
çerçevede Amerikan yönetimleri Körfezdeki ulusal çıkarlarını korumak düşüncesiyle bu
ülkeye aşırı miktarda silah satmışlardı. Çünkü İran, Körfezde 1000 km’lik kıyısıyla ve
Sovyetler Birliği’nden bölgeye gelebilecek bir tehlike için tampon durumunda olmasıyla
stratejik bir konuma sahipti. Dolayısıyla İran’ın bu jeopolitik özelliği ABD’nin Körfez
bölgesine yönelik stratejisindeki önemini arttırıyordu.
1972’de Başkan Nixon, nükleer silahların dışında Şaha her türlü konvansiyonel silahın
verilebileceğini açıklamıştı. Oysa aynı dönemde ABD, İsrail dışında bölgedeki hiç bir
devlete bu şekilde açık bir çek vermemiştir. Nitekim 1973’te petrol fiyatlarının aşırı bir
şekilde artması Şahın silahlanma yönündeki amaçlarını gerçekleştirmesine yardım etmişti.
1977’de İran, ABD’den 6 milyar dolar tutarında silah alırken 12 milyar dolarlık da sipariş
vermişti. Şah, İran’ı dünyadaki sayılı konvansiyonel güçler arasına sokmak isterken, bir
taraftan da Körfezin jandarmalığını yapmak istiyordu. Halbuki İranlıların çoğu, ABD’ye bu
kadar yakın olmayı bağımsızlığın erozyona uğraması olarak görüyordu.
MONARŞİYİ DESTEKLEYEN GRUPLAR
Şah rejimi, toplumun bazı kesimleri tarafından desteklenmekteydi. Bunların başında da
doğal olarak toplumun alt kesimlerinden gelmiş ve Şah sayesinde belli noktalara
yükselmiş olan ordu mensupları ve iç güvenlik görevlileri gelmekteydi. Bu kesim Şahın
devrilmesine kadar monarşiyi desteklemeye devam etti, ancak krizin önlenemeyeceği
anlaşılınca çabalarından vazgeçtiler. (Bu başarısızlıkta, rejim için bir tehlike
oluşturmalarını önlemek amacıyla hava, kara ve deniz kuvvetlerinin Şah tarafından
birbiriyle rekabet halinde olacak şekilde örgütlenmiş olması ve dolayısıyla kriz sırasında
bunlar arasında gerekli koordinasyonun sağlanamamış olması etkili olmuştur)
Monarşiyi destekleyen gruplardan bir diğeri de, nüfusları oldukça kalabalık olan burjuva
sınıfı olmakla beraber, Şahın bunları harekete geçirmeye yönelik hiç bir şey yapmadığı
görülmektedir. Aslında bir siyasi parti vardı fakat oldukça sınırlı sayıda insana açıktı.
Dolayısıyla devrim süreci ile birlikte bu kesimden bir çok insanın ülkeyi terk ettikleri
görülmüştür.
Şahın toprak reformu programı sayesinde durumları düzelmiş olan İran’daki zengin çiftçi
kesimi de monarşiyi desteklemekteydi. Oysa bunlar oldukça dindar kimseler
olduklarından, devrimci liderler tarafından kolayca hareketin içine çekildiler.
Bunların dışında, rejimden bir takım maddi ve manevi çıkarları olan gönüllü destekçiler
denilebilecek çevreler, ayrıca teknokrat sınıfı ve bürokraside üst düzey makamları işgal
eden geleneksel seçkinler de Şahı desteklemekteydi.
DEVRİMİ DESTEKLEYEN GRUPLAR
İran’da devrimi destekleyen muhalefeti altı grupta toplamak mümkündür.
Radikal İslamcı Grup: Camileri ve dini okulları temel alan bu grubun en önemli ortak
yönü, Şaha ve monarşiye şiddetle karşı olmaları.
www.altinicizdiklerim.com 12
Ilımlı İslamcılar: Monarşinin bütünüyle kaldırılmasına karşıydılar. Siyasal anlamda aşırı
İslamcılardan çok milliyetçilere yakın bu grup, ekonomik ve toplumsal konularda tutucu
görünmekteydi.
Milliyetçiler: Demokratik değerlere önem veren bir İslam Cumhuriyetini
savunmaktaydılar.
Liberaller: Temel olarak orta sınıf desteğine dayanan ve aşırı İslamcı grubu
desteklemekteydiler.
Ilımlı Solcular: Dini devrimci bir üslupla yorumlamakta ve toplumsal ve ekonomik alanda
radikal değişiklikleri savunmaktaydılar.
Radikal Solcular: Toplumsal ve siyasal alanda Marksist devrimi savunmakta ve bu arada
dini de reaksiyoner bir güç olarak örmekteydiler.
Bunlar arasında İslamcı grup denetimi ele geçirerek, devrimi kendi istediği doğrultuda
yönlendirmeyi başarmıştır. Şahın diktatörlüğü süresince sendikalar, siyasal partiler ve
meslek örgütleri gibi meşru siyasal katılım yolları yasaklandığından, diğer gruplar
faaliyetlerini rahatça sürdüremezken daha çok camilere, dini okullara dayalı örgütlenme
yapısına sahip olan İslamcı grup faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Toplumu örgütlemeyi,
propagandayı ve kamuoyunu harekete geçirmeyi iyi bilen liderlerin olması Humeyni’nin
durumunu güçlendiren en önemli etken olmuştur.
İRAN’IN DEVRİM İHRACI POLİTİKASI VE BÖLGE ÜLKELERİNE YANSIMALARI
Humeyni, İran’daki İslam Devrimi’nin, öncelikle komşu ülkelere yayılmasının, diğer bir
deyişle devrim ihracının kendi misyonu olduğuna inanıyor ve çeşitli konuşmalarında
bunun kendileri için zorunlu bir görev olduğuna yer veriyordu. Humeyni, bu devletleri
İslami birer devlet olarak kabul etmediği gibi, bunlarında İran tipi bir İslam Cumhuriyeti
modelini benimsemelerini istiyordu.
Devrim ihracını İran’ın bölgedeki çıkarları açısından da gerekli gören Humeyni’nin temel
hedeflerinin, Basra Körfezi başta olmak üzere Afganistan, Lübnan, Orta Asya ve Sovyet
Kafkasya’sı olduğu ileri sürülmekteydi. Sovyetler Birliği’nde Azerbaycan ve Türkmenistan,
Körfez bölgesinde ise Irak’ın yanı sıra Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn özel hedefler
olarak seçilmişti.
İran’ın bu dönemdi kısa, orta ve uzun vadeli olmak üzere üç temel amaca yöneldiği
görülmekteydi. Bunlar, kısa vadede içeride İslam Cumhuriyeti’nin savunulması ve rejimin
korunması, orta vadede İran’ın bölgesel güvenliğinin sağlanması, uzun vadede ise İslami
değerlerin hakim olacağı bir dünya düzeninin kurulmasıydı.
1. Suudi Arabistan
Yaklaşık yüzde 5-10 dolaylarında oldukları tahmin edilen Suudi Arabistan’daki Şiiler
özellikle petrol bölgesi olan Hasa yöresinde bulunmakta olup, bu ülkede çalışan
işgücünün yüzde 40-60 dolaylarında bir kısmını oluşturmaktadır.
Bu ülkede örgütlü bir Şii muhalefeti bulunmamakla beraber, bu durum muhalefetin hiç
olmadığı anlamına da gelmemekteydi. Şiiler toplumsal, siyasal ve ekonomik konularda
kendilerine farklı davranıldığından şikayet etmekteydi.
www.altinicizdiklerim.com 13
Suudi Arabistan ile İran arasında yetmişli yıllarda iyi ilişkiler kurulmuş, Körfezin güvenliği ile
ilgili konularda işbirliği yapılmış ve Suudi Arabistan bu dönemde İran ile dostluğu dış
politikasının ayrılmaz bir parçası olarak görmüştü. İki ülke arasındaki bu dostluk ilişkileri
zaman zaman ortaya çıkan bazı olaylardan etkilenmişse de, İran’daki devrimin
başlamasına kadar devam etmiştir.
2. Kuveyt
İran-Kuveyt ilişkileri birçok açıdan, İran’ın diğer Körfez ülkeleri ile olan ilişkilerinden farklılık
göstermektedir. Dolayısıyla Kuveyt’in durumu biraz daha farklıdır. Bir tarafında nüfusunun
yüzde 95’i Şii olan İran, diğer tarafında nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ı Şii olan ve Kuveyt
toprakları üzerinde birtakım hak iddialarında bulunan Irak bulunmaktaydı.
Ayrıca Kuveyt’te yüzde 25 oranında Şii Arap, yüzde 14 oranında İranlı ve İran’daki
devrime sempati ile bakan önemli sayıda Filistinli yaşamaktaydı. İran’daki devrimden bir
süre sonra Kuveyt’te de gösterilen düzenlenmeye başlandı. Bu olaylar Şiilerin daha da
politize olmasına neden olurken, İran-Irak Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Irak’tan kaçan
Şiiler Kuveyt’teki toplumsal rahatsızlıkları daha da su yüzüne çıkardı.
3. Bahreyn
Nüfusunun yüzde 60-70’ini ve ülkede yaşayanların tamamı dikkate alındığında yüzde
50’sini Şiilerin oluşturduğu Bahreyn gerek İran’dan gerekse Irak’tan Kuveyt’e göre daha
uzakta olmasına karşılık, bu durum tehlikenin boyutlarını değiştirmiyordu. Çünkü Humeyni
de Şah gibi İran’ın güvenlikle ilgili çıkarlarını Basra Körfezi’nde üstünlük kurmakta
görüyordu. İran, tarih boyunca Kuveyt’ten Umman’a kadar bütün bölge ülkelerindeki
siyasal gelişmeleri etkilemeye çalışmıştı.
İki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmeye başlaması esas itibariyle İran Devrimi’nin önde
gelen liderlerinden Ayetullah Sadık Ruhani’nin 1979 Temmuzunda, İran’ın Bahreyn
üzerindeki geleneksel iddialarını tekrarlamaya başlamasıyla birlikte söz konusu olmuştur.
Ruhani, açıklamasında, İran Parlamentosunun 1970’te İran’ın Bahreyn’e yönelik
iddialarından vazgeçtiğine ilişkin kararının artık geçersiz olduğunu ve İran’ın hala
Bahreyn’i on dördüncü ili olarak gördüğünü söylüyordu.
Sonuç olarak, İran Devrimi ile birlikte Körfez devletleri acil bir tehdit ile karşı karşıya
kalmışlar ve özellikle Suudi Arabistan, Bahreyn ve Kuveyt’te istikrarın korunması endişesi
bunların bölgesel bir örgüt etrafında toplanmaları gereğini ortaya çıkarmıştır.
Dolayısıyla İran Devrimi’nin etkisiyle, Suudi Arabistan ile diğer Körfez ülkeleri arasındaki
ilişkilerin ve işbirliğinin geliştirilmesi zorunlu hale gelmişti. Çünkü bir taraftan İran Devrimi,
1958’deki Irak Devrimi gibi, yirmi yıl sonra tekrar bölgede bulunan monarşileri tehdit
ederken, diğer taraftan devrimle birlikte bu devletin olası bir Sovyet tehdidine karşı
tampon işlevi de tehlikeye girmiş bulunuyordu.
HATEMİ’DEN AHMEDİNECAD’A RADİKALLEŞEN İRAN
2001’de Afganistan’ı, 2003’te ise Irak’ı işgal eden ABD tarafından kendisinin kuşatıldığını
düşünen İran barışçıl nükleer teknolojiye sahip olma adı altında nükleer silaha sahip
olmaya çalışarak kendisi için bunu caydırıcı bir güç olarak görmeye başlamıştır.
www.altinicizdiklerim.com 14
Petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından dünyada ikinci sırada gelen İran’ın nükleer
enerjiye gereksinimi olmadığını; dolayısıyla bunun tamamen nükleer silah üretimine
yönelik olduğunu iddia eden ABD, bu devletin NPT anlaşmasına aykırı hareket ederek
uluslararası hukuku ihlal ettiğini ileri sürmektedir. Bu nedenle Washington yönetimi, diğer
batılı ülkelerden daha da ileri giderek İran’ın nükleer faaliyetlerini bütünüyle durdurmasını
istemektedir. Zira Amerikan karşıtı bir rejimin atom bombasına sahip olmaya çalışmasını
hem bölgedeki Amerikan varlığına hem de başta İsrail olmak üzere diğer müttefiklerine
yönelik doğrudan bir tehdit olarak gören Amerikan yönetimi bu tür silaha sahip olan bir
devletin Hamas ve Hizbullah ile ittifak ilişkisi içinde olmasında da son derece rahatsız
olmaktadır.
İRAN-IRAK ARASINDAKİ İLİŞKİLER VE SAVAŞIN NEDENLERİ
İran’da 1979’da Şahın devrilmesi ve yerine geçen Humeyni’nin Şii rejimi, Irak’ın hem dış
güvenliği hem de iç güvenliği açısından tehditler içermekte ve Saddam’ın emelleri
önünde önemli bir engel teşkil etmekteydi. Çünkü İran’daki Şii ideolojisine dayanan
devrimci rejimin, Baas ideolojisine alternatif bir ideoloji olarak ortaya çıkmış olması ve
bunun bölge devletlerinde yayılması Saddam’ın konumunu ciddi şekilde sarsabileceği
gibi, bu rejimin Irak’taki Şii toplumları tarafından benimsenmesi Baas rejimi için kuşkusuz
önemli bir tehlikeydi.
Devrimin, yüzde 90’ı Şii olan bir ülkede gerçekleşmesi bölgede bulunan siyasal ve
ekonomik bakımdan geri kalmış Şii toplumlarını hareket geçirmişti. Bu doğrultuda
İran’daki devrimden bir süre sonra Irak’taki Şiiler arasında da kıpırdanmalar başlamış,
Necef, Kerbela ve Bağdat’ta yer yer olaylar çıkmıştı. Dolayısıyla Saddam, Humeyni’yi ve
onun devrimci ideolojisini kendi açısından bir tehlike olmaktan çıkarmak istiyordu.
Irak, nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ının Şii olması nedeniyle, Bahreyn’den sonra İran
dışında Şiilerin en yoğun oldukları ülke durumundaydı. Irak’ı bu noktada diğer Körfez
ülkelerinden ayıran önemli bir özelliği, Kerbela ve Necef gibi, Şii dünyası tarafından kutsal
sayılan şehirlerin burada bulunmasıydı.
Saddam’ın amacı, İran’daki devrimin etkilerini başta Irak olmak üzere bölgeye
yayılmasını engellemek, ayrıca İran’ın “zayıf” olduğu varsayımından hareketle bu devleti
büyük bir yenilgiye uğratarak, Şatt-ül Arap sorunu başta olmak üzere, iki ülke arasındaki
pek çok sorunu istediği şekilde çözümlemekti.
İki ülke arasında tarihsel bir sorun olarak Şatt-ül Arap su yolunun paylaşılması ve denetimi
sorununun kökeni, Osmanlı dönemine kadar dayanmaktaydı.
Dicle ve Fırat nehirlerinin Basra’nın kuzeyinde birleşmesiyle meydana gelen ve Körfeze
kadar 185 km uzunluğunda bir su yolu oluşturan bu nehre Araplar “Şatt-ül Arap” adını
verirken, İranlılar “Arvand nehri” adını kullanmaktadır. Körfeze dökülürken yaklaşık 2 km.lik
bir genişliğe sahip bulunan bu su yolu üzerindeki, Irak’a ait Basra ve İran’a ait Hürremşehr
ve Abadan liman kentleri savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da ekonomik ve
stratejik değere sahip yerleşim merkezleridir.
www.altinicizdiklerim.com 15
İki ülke arasında 1975 Martında imzalanan Cezayir Antlaşması ile başta Kürt sorunu ve su
yolunun denetimi sorunu olmak üzere, pek çok sorun çözümüne kavuşturulmuştu. Ancak
Saddam zorunlu şartlar altında imzaladığını iddia ettiği bu antlaşmadan hoşnut değildi.
Dolayısıyla Irak, İran’da 1979 Şubatında gerçekleşen devrimden sonra ortaya çıkan
kargaşa ortamından yararlanarak 18 Eylül 1980’de Cezayir Antlaşması’nı tanımadığını
açıkladı.
Saddam, İran’ı kesin bir yenilgiye uğratarak bölgede hakim güç haline gelirken, Şatt-ül
Arap üzerinde mutlak egemenliği tesis etmeyi, bunu yaparken de Kürtlere yapılan İran
desteğini Kuzistan Araplarıyla dengelemeyi düşünüyordu.
İran’da Şahın devrilmesi ve otoritenin kaybolması, ayrıca İran Kürtlerinin bağımsızlık
hareketleri, İran-Irak sınırının İran toprakları içinde kalan bölgelerini Irak Kürtleri için de bir
sığınak haline getirmişti. Irak hükümetinin takibinden kaçan Kürtler İran’ın bu bölgelerine
sığınmaktaydı. Oysa Irak’ın kendi ülkesindeki Kürt ayaklanmalarını bastırabilmesi için
Türkiye ve İran’ın işbirliğine gereksinmesi vardı. Türkiye Irak’la bu işbirliğine yanaştığı
halde İran’la benzer bir işbirliğini gerçekleştirmek mümkün olmamıştı. Bunun için Irak, İran
Kürtlerinin Irak Kürtleriyle bağını kesmek ve onlara bir uyarı olması amacıyla 4 Haziran
1979 günü İran’ın Sonandaj bölgesindeki Kürt köylerini bombaladı. Bu bombalama olayı
bir süre için netice vermiş fakat İran ile Irak arasındaki sınır çatışmalarını sona
erdirememiştir.
Ayrıca Saddam Hüseyin, İran’la yapılacak bir savaşın içeride ulusal birliğin sağlanmasına
yol açacağını ve muhalefete uygulanacak birtakım baskılara meşruluk kazandıracağını
düşünüyordu. Liderlerin içeride ciddi bir krizle karşılaştıklarında veya ulusal bütünlüğün
dağılması tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları durumlarda, halkın gözünü bir dış tehdide
çekmeyi ve gerekirse savaşa başvurmayı gerekli gördükleri bilinen bir gerçektir.
Dolayısıyla savaş, Saddam’ın iç muhalefeti bastırmasını meşrulaştırmasına ve otoritesini
tekrar sağlamasına da yardımcı olacaktı. Çünkü Saddam, savaştan hemen önce ülke
içinde ciddi bir muhalefetle karşı karşıya bulunuyordu.
Saddam’ın amacı, İran’daki Şii kökenli İslam Devrimi’nin ülkesindeki etkilerin sınırlamak,
1975 Cezayir Antlaşması ile İran’a bırakmak zorunda kaldığı toprakları geri almak, Şatt-ül
Arap üzerindeki denetimi ele geçirmek, Kürtler üzerinde kesin hakimiyet kurmak, Kuzistan
Araplarının özgürlüklerini kazanmalarına yardım ederek İran’ın bu bölgede sahip olduğu
petrol alanlarından mahrum kalmasına yol açmak, ulusal birliği sağlamak ve hepsinden
önemlisi bölgede egemen güç haline gelmekti.
Irak’ın saldırı açısından böyle bir zamanı seçmesinin arkasında yatan nedenler ise daha
çok İran’ın zayıf olduğu yönündeki değerlendirmeyle ilgiliydi.
İran’da Irak’ın saldırısı ile birlikte içeride siyasal istikrar hızla sağlanmaya başlamış ve bir
yerde Humeyni rejiminin ayakta kalmasına yardım edilmiştir.
Irak hükümeti, Sovyetlerin askeri desteğe devam edeceğini düşünerek kendi gücünü
fazla abartmıştı. Aslında gerek 1972 Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması, gerekse 1978’de
www.altinicizdiklerim.com 16
Moskova ile Bağdat arasında silah alımı konusunda varılan anlaşma çerçevesinde Irak’ın
böyle bir beklenti içinde olması doğaldı. Fakat savaşın başında Sovyetler Birliği’nin
tarafsızlığını açıklayarak Irak’a silah vermede isteksiz davranması Bağdat’ı hayal
kırıklığına uğrattı. Sovyetlerin bu şekilde davranmasının önemli bir nedeni Saddam’ın
Irak’ta komünistlere karşı yoğun bir baskı uygulaması, Afganistan işgalini kınaması ve
tutucu Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme çabaları doğrultusunda Arap dünyasının lideri
olma ve Sovyetlerden bağımsız davranma çabalarıydı. Sovyetler Birliği’nin
davranışlarında etkili olan bir başka neden ise stratejik olarak kendisi için çok daha
önemli olan İran’ı kazanma fırsatını kaçırmak istememesiydi.
IRAK-İRAN SAVAŞI
Irak’ın 22 Eylül 1980 günü baskın şeklinde 700 km.lik bir cephede saldırıya geçmesiyle
birlikte sekiz yıl sürecek savaş başlamış oldu.
Savaşın ilk günlerinde büyük kayıplara uğrayan İranlılar savaşın sekizinci gününde
dengeyi sağlamayı başardılar. İran-Irak’a göre kalabalık bir nüfusa sahip olması,
pilotlarının niteliğinin daha üstün olması, askeri teçhizat bakımından Şah zamanından
kalma sağlam bir yapısının olması ve askerlerin Humeyni’ye fanatik bir şekilde bağlılığı,
Irak’ın durdurulmasında ve savaşın yönünün değişmesinde etkili olmuştur.
1982 Mayısının ortalarına gelindiğinde Irak’ın İran’daki kuvvetlerinin merkezle bağları
kesilmişti. 24 Mayıs’ta Saddam diğer Arap devletlerinden acil yardım göndermelerini
istedi.
Savaşın başında İran’ın toprak bütünlüğüne önem veren bir tutum içinde olan Suudi
yönetimi bu defa Irak’ın İran tarafından işgal edilmesinden endişe etmeye başlamıştı.
Öte yandan İran, savaşı durdurmaya yönelik girişimler karşısında şu şartları ileri
sürmekteydi:
· Irak’ın İran topraklarından tamamen ve koşulsuz olarak çekilmesi,
· Savaş tazminatı (50 ile 150 milyar dolar arasında) ödenmesi,
· Irak’ın savaş suçlusu ilan edilmesi veya bir uluslararası hakem komitesinin
saldırganı belirlemesi,
· Saddam tarafından sınır dışı edilen 100 bin dolayındaki Şii Müslüman’ın Irak’a geri
dönmesine izin verilmesi ve
· Saddam Hüseyin ve Baas rejiminin yönetimden çekilmesi.
Savaşın artık Irak için oldukça masraflı hale gelmiş (ayda yaklaşık 1 milyar dolar)
olmasına rağmen İran’ın özellikle son şart üzerinde ısrarla durması savaşın sürdürülmesini
Irak yönetimi için kaçınılmaz hale getirmişti.
1984 yılı İran-Irak Savaşı’nın en önemli olaylarının geçtiği bir yıl oldu. Çünkü bu yıldan
itibaren Körfezde tankerlere saldırılar düzenlenecek ve kimyasal silahların savaşta
kullanılması söz konusu olacaktı. Ancak Irak’ın kimyasal silah kullanmasına sessiz kalan
Körfez ülkeleri ve dünya kamuoyu İran’ın tankerlere ateş açması karşısında tepki
göstermekte geç kalmadılar ve onu saldırgan ilan ettiler.
www.altinicizdiklerim.com 17
1986 Şubatında İran birlikleri Basra’nın güneyinden Şatt’ı geçerek 750 km karelik Fao
yarımadasını aldı. 1987 Mayısının başında çeşitli yayın organları Suudi Arabistan’ın
Suriye’ye, İran yerine Irak’ı desteklemesi karşılığında günde 50 bin varil petrolü bedava
vermeyi teklif ettiğini haber veriyordu.
1988 yılına gelindiğinde gerginlik bir ölçüde azalmış olmakla beraber Irak, bir taraftan
Sovyetler Birliği’nden aldığı füzelerle Tahran’ı füze yağmuruyla çökertmek istiyor, bir
taraftan da sınırda Fransa ve İngiltere’den aldığı kimyasal silahları kullanıyordu. Söz
konusu kimyasal silahların kullanılması en geniş çapta Halepçe’de olmuş ve 5.000 Kürdün
öldüğü bu olay tarihe Halepçe Katliamı olarak geçmiştir. Diğer taraftan Irak’ın İran
petrolü taşıyan tankerlere saldırması, Kuveyt havayollarına ait bir uçağın İran’a
kaçırılması, ayrıca bir Amerikan muhribinin mayına çarparak yara almasına misilleme
olarak ABD’nin İran’a ait iki petrol platformunu vurması 1988’in önemli olaylarıydı. Yine bu
yıl içinde Irak, yaklaşık iki yıldır İran’ın elinde bulunan Fao yarımadasını ve Mecnun
adalarını geri aldı.
1988 yılının ortalarına doğru İran artık bir taraftan silah ve teçhizat eksikliği, diğer taraftan
Irak saldırıları karşısında zor durumda bulunuyordu. Irak sınırda da kimyasal silah
kullanmaya başlamıştı. ABD’nin ve Körfez ülkelerinin Irak’a olan desteklerini iyice
artırmaları üzerine yapacak bir şey kalmadığını anlayan İran yönetimi BM’nin ateşkes
kararını kabul etmek zorunda kalmıştır. İran’ın BM’nin 598 sayılı kararını kabul ettiğinde
tarihler 18 Temmuz’u gösteriyordu. Sekiz yıl süren savaş hiç beklenmedik bir anda
böylece sona ermişti.
SAVAŞIN İRAN VE IRAK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
1979’un başında önemli ölçüde desteğini yitirmiş ve büyük bir muhalefetle karşı karşıya
olan Humeyni rejimi ise, Irak’ın saldırısından kısa bir süre sonra hızla toparlanmış ve içeride
siyasal istikrar büyük ölçüde sağlanmıştı. Rejim için istikrarsızlık faktörü olan grupların
(Azeriler, Kürtler, Türkmenler ve Sünni Müslümanlar) muhalefetinin savaşın başlamasıyla
beraber desteğe dönüşmesi gerçekten şaşırtıcı olmuştur. Zira, İran’ın kısa bir süre içinde
çökeceği ve rejimin parçalanacağı beklenmekteyken, Humeyni’nin İslami rejimi Irak’ın
saldırısı ile birlikte daha da derlenip toparlanmıştı.
Irak’ın savaştan önce 2.6 milyon varil olan (bu bir ara 3.5 milyon varile çıkmıştı) günlük
petrol üretimi savaşın başlamasından sonra birdenbire düşmüştü. Ayrıca İran’ın Körfezin
denetimini ele geçirmesi, Irak’ın deniz yoluyla yaptığı ticaretin kesilmesine neden
olmuştu.
Buna 1982 Nisanında Suriye’nin ülkesinden geçen boru hattını kapatması da eklenince,
1982 sonunda Irak’ın durumu pek parlak gözükmüyordu. Bu durumda 1982 Nisanında,
Irak’ın petrol ihracını sürdürdüğü tek boru hattı, Türkiye’den geçen Yumurtalık boru hattı
kalmıştı.
1980’de yıllı petrol geliri 26 milyar dolar olan Irak’ın, savaş süresince aylık petrol gelirinin 1
milyar doların da altına düştüğü gözlenmiştir.
www.altinicizdiklerim.com 18
Aslında hiçbir taraf savaşı kazandığını iddia edecek durumda değildi. Her iki taraf da
sekiz yıl süren savaşta ağır şekilde yıpranmıştı.
SAVAŞ ESNASINDA BÖLGE ÜLKELERİNİN POLİTİKALARI
İran’ın çevrelenmesinde yarar gören Körfez ülkeleri başta olmak üzere, Irak’ın Arap
devletleriyle ilişkilerinin gelişmesine yol açmış ve bu çerçevede Irak’ın savaş kapasitesi,
İran’ı bir tehdit olarak gören bu devletler tarafından savaş boyunca sürekli bir şekilde
desteklenmiştir. Irak’a yardım eden Arap devletleri, savaşla birlikte Humeyni rejiminin
ülkeleri üzerindeki etkilerinden bu şekilde kurtulacakları düşüncesinden hareket
etmişlerdir. Süper devletler ise savaşın gidişatına göre ve güç dengesinin bozulmasının
söz konusu olduğu anlarda desteklerini birinden diğerine kaydırarak dengenin
bozulmasını önlemişlerdir. Çünkü İran-Irak Savaşı her ne kadar bölgesel bir sorun olsa da,
hem petrolün sevkini tehlikeye sokmakta hem de bölgedeki güç dengesini
etkilemekteydi.
İran’ı geleneksel anlamda Irak karşısında bir denge unsuru olarak gören Kuveyt ve Suudi
Arabistan özellikle İran Devrimi’nin beraberinde getirdiği ideolojik ve etnik nedenlerle, bir
tehdit unsuru olarak gördükleri İran karşısında Irak’a savaş boyunca önemli ölçüde
destek sağlamışlardır.
Kuveyt ve Suudi Arabistan finansal desteğin yanı sıra, Irak’a önemli miktarda lojistik
destek de sağlamıştı. Büyük bir gizlilik içinde yürütülmeye çalışılmış olmakla birlikte,
savaşın daha başında Suudi Arabistan, Kızıl Deniz’deki üç limanını Irak’a tahsis etmişti.
Bütün bunlar yine de ABD’nin bilgisi dahilinde gerçekleşmekteydi.
Suudi Arabistan İran’ın toprak bütünlüğünün bozulmasıyla ilgili bir sonucun bölgedeki
güç dengesini altüst edeceğini düşünerek ilk başlarda Irak’ı en azından açıktan
desteklemeyi sakıncalı buluyordu. Ayrıca İran ile Irak arasındaki çatışmanın
denetlenememesinden ve dolayısıyla Körfezdeki petrol sevkinin kesintiye uğramasından
endişe etmekteydi. Suudi Arabistan daha çok siyasal amaçların sınırlı tutulduğu kısa süreli
bir savaştan yana görünüyordu.
Riyad, Bağdat ve Amman arasında krizin boyutlarının ele alındığı toplantılar yapılmaya
başlandı.
Körfez ülkeleri ne Irak’ın ne de İran’ın savaştan güçlenmiş bir şekilde çıkarak bölgede
egemen güç haline gelmesini istememekteydiler. Irak’a verilen destek ise İran
Devrimi’nden ve Humeyni’den duyulan endişeden kaynaklanmaktaydı.
Körfez bölgesi dışındaki devletlere gelince, bunlar arasında Ürdün, Irak’ın en büyük
destekçisi durumundaydı. Ürdün’ün bu şekilde davranmasının temel nedeni, Suriye ile
ilişkilerinin iyi olmaması ve Humeyni’den duyulan endişeydi.
Kendisi de bir monarşi olan Ürdün, bir anlamda Irak ile Arap monarşileri arasında bir
köprü işlevi görüyordu. Gerçekten Arap devletleri ile Irak arasındaki ilişkilerin
geliştirilmesinde Ürdün önemli bir fonksiyonu yerine getirmiştir.
www.altinicizdiklerim.com 19
Irak’ı savaş sırasında destekleyen bir başka devlet olarak Mısır, Irak’a yaklaşımında çok
yönlü beklentiler içindeydi. Sedat’ın ölmesi Irak ve Arap dünyası ile kopmuş olan bağların
tekrar kurulması için iyi bir fırsat olarak görülüyordu. Ayrıca Mısır, Irak’a yapacağı yardımın
diğer Arap devletleriyle ilişkilerinin düzelmesine yardım edeceğini düşünmekteydi. Bunun
yanı sıra Saddam gibi Mübarek de, Humeyni’den ve onun İslami rejiminden endişe
duymaktaydı.
Mısır uzun bir süredir Sovyetlerden silah alan bir ülke olduğundan, Irak’ın kullanabileceği
silahlara sahipti ve bu konuda önemli ölçüde destek sağlıyordu.
Öte yandan Suriye, savaş sırasında İran’ı destekleyen devletlerin (bölge devletlerinden
Suriye’nin yanı sıra Libya, Cezayir ve FKÖ de İran’ın en büyük destekçileri durumundaydı)
başında gelmekteydi. İki devlet arasındaki bu yakınlıkta Humeyni ve Hafız Esad’ın
Saddam’a karşı duydukları nefretin etkisi oldukça büyüktü.
Suriye ile İran arasında iki anlaşma imzalandı. İran Suriye’ye günde 20.000 varil petrolü
karşılıksız olmak üzere, 10.000 varili normal fiyat üzerinden ve 100.000 varili de OPEC’in
belirlediği tavanın altında bir fiyattan satıyordu. İran’ın Suriye’ye bu derece cömert
davranmasının temel nedenlerinden biri, bu ülkeden silah almak (Suriye’nin dışında
İran’ın ilah satın aldığı ülkeler arasında Kuzey Kore ve İsrail de yer almaktaydı. Batılı
devletlerden Fransa da İran’a silah satan ülkeler arasındaydı) zorunda oluşuydu. Bu
çerçevede iki ülke arasında 1982’de silah ticaretini öngören gizli bir anlaşma yapılmış ve
İran bu yolla Suriye’den istediği birçok silahı elde etmişti.
SAVAŞ ESNASINDA AMERİKAN VE SOVYET POLİTİKALARI
Gerek Sovyetler Birliği gerekse Amerika Birleşik Devletleri savaşın başında kesin bir tutum
ortaya koymamış olsalar da özellikle ABD’nin Irak’ı, İran’a saldırma konusunda teşvik
ettiği bir gerçekti. ABD her iki ülke arasında uzun sürecek bir savaşın kendi yararına
olduğunun farkındaydı ve bu nedenle savaşın başında açıkça tavır almaktan ziyade her
iki tarafa da eşit mesafede görünmeye çalışmıştır. Bununla beraber Irak’ın İran’a
saldırması konusunda ABD tarafından cesaretlendirildiğini veya 1990’da Kuveyt’i işgal
etmesinde olduğu gibi herhangi bir şekilde karşı olmadığı yönünde izlenim vermesi Irak’ın
İran’a saldırısında etkili olmuştur.
Amerikan yönetimi, savaşın hemen öncesinde bir taraftan Irak’la ilişkilerini geliştirmeye
özen gösterirken, diğer taraftan İran dışındaki muhalifleri bir araya getirmeye
çalışmaktaydı.
ABD’nin savaş öncesine rasgelen aylarda Irak’la ilişkilerini geliştirme çabası içerisinde
olmasında hem İran’daki rejimin Amerikan çıkarları açısından bir tehdit olarak
algılanması hem de Irak’ın özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Sovyetlerden
uzaklaşma ve Batıya yaklaşma çabası önemli rol oynamıştır. 1978’de Afganistan’da
Sovyet yanlısı darbeden sonra Irak yönetimi, Irak Komünist Partisi’nin faaliyetlerini
sınırlamış ve bu durum Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde soğukluğa yol açmıştı. Afganistan
işgali ile beraber kendi ülkesinde de böyle bir gelişmenin olabileceğinden endişe eden
Bağdat yönetimi İran’ın Batı için bir tehdit haline gelmesinden de faydalanarak ABD ve
Batıyla ilişkileri geliştirmek için ortamın uygun olduğunu düşünmüştü.
www.altinicizdiklerim.com 20
Sovyetler Birliği’ne gelince savaşın başında herhangi bir tarafı açıkça desteklemekten
kaçınan Moskova bir taraftan İran’daki yeni rejimin Amerikan karşıtı olmasından
yararlanarak bu devleti kazanmaya çalışırken, diğer taraftan bağımsız bir politika izleme
eğiliminde olan ve bu doğrultuda Arap dünyasında ve özellikle Körfez bölgesinde
egemen güç olmak isteyen Irak’ın tutumunu desteklemeyi kendi çıkarlarına aykırı
görmekteydi.
Sovyetler aralarındaki mevcut anlaşmalara rağmen, Irak’a silah transferini durdurmuş ve
1980 sonlarına doğru da bu devletin geleneksel düşmanı olan Suriye ile bir Dostluk
Antlaşması imzalamıştır. Moskova ile Şam arasındaki bu Antlaşma, Irak tarafından,
Moskova’nın İran tarafına kaydığının bir işareti olarak algılanmıştır. Diğer taraftan
Sovyetler İran’a askeri, ekonomik ve teknik yardım teklifinde bulunarak, ticareti arttırarak,
ABD’nin ekonomik ambargo uygulanması kararına karşı çıkarak, kendisi açısından
stratejik bakımdan oldukça önemli olan İran’ı kazanmaya ve bu devletle ilişkilerini
geliştirmeye çalışmıştır.
Ancak İran’ın savaşta Irak karşısında üstünlüğü ele geçirmesi üzerine, Sovyetler Birliği
Bağdat’a tekrar silah sevkine başladı. Sovyetler İran’ın Irak’ı yenerek savaşta gelip
gelmesinin bölgedeki güç dengesini bozacağını düşünerek tutumunu değiştirmişti.
Ayrıca İran, bir taraftan Afganistan’daki mücahitlere yardım etmekte, diğer taraftan
ülkedeki sol gruplar üzerindeki baskılarını yoğunlaştırmaktaydı. Bunun dışında Sovyet Orta
Asya’sında yaşayan milyonlarca Müslüman üzerinde Humeyni’nin artan karizması
dikkate alındığında, İslam devriminin bölgede yayılması Moskova’nın çıkarlarına ters
düşmekteydi.
Savaşta İran’ın galip gelerek Irak’ta kendi güdümünde bir Şii İslam Cumhuriyeti’nin
kurulmasını sağlaması, yalnız bölgenin jeopolitik yapısında önemli bir değişiklik olarak
kalmayacak, dünya finans çevrelerini de akıl almaz şekilde etkileyecekti. Her şeyden
önce, Irak’ın geniş petrol yatakları İran’ın mevcut yataklarıyla birlikte düşünüldüğünde,
bu iki devlet Suudi Arabistan’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip
olacaktı. Bu durum gerçekleştiğinde ise dünya petrol rezervinin yüzde 10’unu elinde
bulunduran Kuveyt’in de bu güçlü komşusu tarafından ilhak edilmesi olasılığı yüksekti.
Ayrıca İran’ın savaşta galip gelerek Irak’ın işgal etmesi durumunda, İran’ın başta Suudi
Arabistan ve Kuveyt olmak üzere Irak’ın ABD ve Batılı devletlere olan savaştan kalma
borçlarını ödemekten kaçınabileceği ve böyle bir durumun dünya ekonomisini ve finans
sistemini altüst edebileceği olasılığı söz konusuydu.
ABD’nin ikili oynadığı ve İran’a gizlice silah sevkıyatında bulunduğunun 1986 Kasımında
kamuoyuna yansıması bölgedeki Amerikan müttefiki ülkeleri rahatsız etmişti. Söz konusu
silah sevkıyatından elde edilen gelirler, yine gizli yollardan Nikaragua’daki kontralara
aktarıldığından adına Contra-gate skandalı da denen İran-gate skandalı Reagan
yönetimini hem içerde hem dışarıda zor duruma düşürmüştü. Bu durumu telafi etmeye
çalışan Amerikan yönetimi bu olaydan sonra İran karışında Irak’a daha fazla destek
vermeye başlamıştır. Bunun üzerine durumunu düzelten Irak, 1988’de Fao yarımadasını
tekrar ele geçirmiştir. Amerikan Viscennes savaş gemisinin içinde 290 yolcu bulunan bir
www.altinicizdiklerim.com 21
İran uçağını düşürmesi üzerine durumun kötüye gittiğini gören Humeyni yönetimi 18
Temmuz 1988’de BM’nin ateşkes kararını kabul etmiştir.
1988 Martında gündeme gelen binlerce insanın hayatını kaybettiği ve kimyasal silahların
kullanıldığı Halepçe Katliamına ABD’nin, tepkisi oldukça düşük düzeyde olmuştur.
1990 başına gelindiğinde Irak, ABD’nin Suudi Arabistan ve İsrail’den sonra Orta Doğudaki
üçüncü ticari ortağı durumuna gelmişti. ABD, Irak’tan 1988’den beri günde 500.000 varil
petrol satın almaktaydı.
KÖRFEZ KRİZİ’NİN TÜRKİYE AÇISINDAN SONUÇLARI
1990 Krizi, ABD’nin Orta Doğu ve özellikle Basra Körfezi politikasına daha doğrudan
girmesine yol açarken, kriz ve ABD’nin öncülüğündeki müdahale bugüne kadar
bölgede Türkiye’nin çıkarlarını derinden etkileyen en önemli gelişme olmuştur.
Türkiye 2,5 milyar dolarlık bir ticaret hacmine sahip olduğu Irak’a karşı BM’nin ambargo
kararına katılmış ve bu doğrultuda Kerkük-Yumurtalık boru hattının faaliyetlerini
durdurmuştur. Ayrıca Türkiye, üs ve tesislerini ABD ve Koalisyon ülkelerinin kullanımına
tahsis etmiştir.
ABD ve Batılı ülkelerin tutumunda bölgedeki petrol kaynaklarının Irak’ın eline geçmesi ve
petrolün Batıya güvenli ve sürekli bir şekilde transferinin aksayacağı endişesi önemli rol
oynarken, Türkiye’nin politikalarında etkili olan unsur, bu gelişme sonucunda bölgedeki
dengenin Türkiye aleyhine bozulmuş olmasıydı. Kriz öncesinde su sorunu dolayısıyla Irak
ve Türkiye arasındaki ilişkiler gerginleşmiş ve Irak’ın sorunu diplomasi yerine güç yoluyla
çözmek istediğinin işaretleri ortaya çıkmıştı.
Özellikle 1990 Ocak-Şubat aylarında Atatürk Barajı için su tutma girişimi sırasında TürkiyeSuriye-Irak ilişkileri gerginleşmişti. Türkiye yine de 1990-91 Krizi sırasında Irak’ın toprak
bütünlüğünü bozmaya dönük girişimlere oldukça temkinli yaklaşmıştır. Türkiye’nin Krize ve
sonrasına yaklaşımı bölgede ve Irak’ta kendi aleyhine bir durumun oluşmasına engel
olmaya yönelik olmuştur. Türkiye bağımsızlığını tehdit edecek bir denge değişikliğine
veya ülke bütünlüğüne tahdit oluşturacak bir durumun ortaya çıkmasına karşı bir politik
tavır ortaya koymuş ve bu çerçevede BM ile işbirliği yapmaktan kaçınmamıştır.
Krizin niteliği ve farklılığı Özal Türkiye’sini daha aktif bir tutum almaya yöneltmişti. “Bir
koyup üç alma” olarak belirtilen politik söylem ise Irak’ta ortaya çıkacak bir siyasal ve
fiziki statüko değişiminin Türkiye aleyhine bir gelişme gösterme aşamasında müdahale
ederek Musul’u topraklarımıza katmayı amaçlamaktaydı. Irak’ın toprak bütünlüğüne
yönelik bir değişim söz konusu olmadığı için böyle bir gelişme de yaşanmadı. Türkiye
Körfez Krizi’nde mali yapısı derinden etkilenen az sayıda ülkelerden biri olmuştur. Irak’a
uygulanan ve 12 yılı aşkın devam eden ambargo Türkiye’yi yaklaşık 50 milyar dolar
kayba uğratmıştır.
KÖRFEZ KRİZ’İ SONRASI DENGELER
Kuveyt’in Irak tarafından işgaliyle başlayan Körfez Krizi ya da birinci Irak Savaşı diğer
krizlerden farklı bir ortamda başlamış ve gelişmiştir. Dünyanın iki kutuplu yapısının bir
www.altinicizdiklerim.com 22
sonucu olarak gündeme gelen ve Soğuk Savaşın bir simgesi olarak görülen Berlin
Duvarı’nın 1989’da yıkılması ile birlikte uluslararası ilişkiler yeni bir biçim almaya
başlamıştır. Körfez Krizi esnasında şimdiye kadar karşı taraflarda yer alan ABD ve SSCB bu
kiriz esnasında görülmedik bir işbirliği örneği sergileyerek, BM bünyesinde peş peşe
kararların alınmasını sağlamışlardır. İran-Irak Savaşı boyunca ve sonrasında İran tehdidini
engellediği için ödüllendirilen ve silahlandırılan Saddam’ın bu gücünü, tarihsel
iddialarının bulunduğu Kuveyt’i işgal etmede kullanması, uluslararası barış ve güvenliğe
yönelik son derece ciddi bir tehdit olarak değerlendirilmiştir.
1991 Körfez Krizi sonrasında dünyada ve Orta Doğuda yaşanan gelişmeler gerek
uluslararası alanda gerekse bölgede dengelerin yeniden oluşmasına yol açarken bazı
aktörler siyaset sahnesinden silinmiş, bazıları ise siyasetin merkezine oturmuştur. Özellikle
Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğu’nun dağılması iki kutuplu yapıyı sona erdirirken,
bölgede ABD’yi uluslararası ve bölgesel politikanın belirleyicisi veya aktif öğesi
konumuna getirmiştir.

Konular