EĞİTİM BAKIMINDAN GÜLİSTAN

ÖZET
Bu çalışma çerçevesinde öncelikle Osmanlı Devleti’nin son çeyrek asrıyla Cumhuriyet’in
ilk çeyrek yüzyılını idrak etmiş; bilhassa terbiye ilmine dair ve biyografiye ait eserleriyle tanınmış,
son derece verimli bir şair ve yazar olan İbrahim Alâeddin Bey’in 1925 yılında bir terbiye
dergisinde yayımlanmış olan “Terbiye Nokta-i Nazarından Gülistan” başlıklı yazısının yeni
harflere çevirdiğimiz aslıyla günümüz Türkçesine aktarılan şekli takdim edilecektir. Bu eser,
eğitim tarihimizin yazılabilmesi için, millî tarihimizde tesirli olmuş, mektep ve medreselerde uzun
zaman boyunca okutulmuş; asırlar ve nesillerce gördüğü rağbet dolayısıyla “bizim klâsiklerimiz”
diye-bildiğimiz eski edebî eserlerimizin incelenmesi gerektiğini belirten ve Sadî-i Şirâzî’nin
Gülistan’ı üzerinde bu görüşün tatbikî örneğini veren bir etüttür.
Anahtar kelimeler: Eğitim, Gülistan, İbrâhim Alâeddin Bey, “Terbiye Nokta-i Nazarından
Gülistan”
EDUCATION IN POINT OF GÜLİSTAN
ABSTRACT
In this paper first of all we want to give “Education in Point of Gülistan” named paper
with latin letters and nowadays Turkish. This paper was published in a manner journal in 1925 and
its’ writer is İbrahim Alâeddin who was alive between last quarter century of Ottoman State and
first quarter of Turkish Republic. This paper is a working wants to say that our old literature books
-which can be named as “our classics”- are to be examinated. And this paper was effective for our
national history to write our education history, were read long time in Moslem seminary and
schools.
Key words: Education, Gülistan, İbrâhim Alâeddin Bey, “Terbiye Nokta-i Nazarından
Gülistan”
Değerli meslektaşım Atabey Kılıç, merhum Prof. Dr. Tunca Kortantamer hatırasına misafir
editör olarak hazırladığı derginin sayısı için benden de bir yazı isteyince, böyle takdire şayan bir
çalışmaya nasıl bir makaleyle katılmanın uygun olacağını düşünmeye başladım... Aslında birkaç
sene önce hoca için son vazife yeri olan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde mesai arkadaşları
ve öğrencileri tarafından hazırlanan armağana ben de bir yazıyla katılma isteği duymuştum...
Çünkü 1995 yılında, yani tam on iki sene önce, öğretim üyeliğine atanmam için kurulan jürinin
üyelerinden biri de Tunca Bey’di. Yüksek lisans ve doktoramı, orta dereceli okullarda öğretmenlik
yaparak tamamladığım için, tezler dışında ilmî çalışma ve yayın yapmaya pek vakit bulamamıştım.
Bundan dolayı, dosyamda henüz yayımlanmamış doktora tezimden başka, gazete ve dergilerde
çıkmış birkaç yazımla neşredilmemiş birkaç makalem vardı. Esasen yardımcı doçentlik kadrosu
için adayın sadece doktora tezinden, yaptıkları ve yapabilecekleri hakkında bir fikir edinmenin
mümkün görüldüğü malûmdur... Diğer jüri üyelerinin raporu, kısa sayılabilecek bir zaman zarfında
üniversitemize ulaştığı hâlde, Tunca Bey’in raporu, nedense, gecikiyordu... Raporu da hatırlatmak
maksadıyla kendisine bir bayram tebriği göndermiştim. Nihayet gelen kısa ve olumlu raporundan,
dosyamda bulunan yazıları okuduğu anlaşılıyordu. Bölümümüzde asistan ve öğretim üyesi olarak
çalışan eski öğrencilerinin anlattıklarından, titiz ve güç beğenir bir bilim adamı olduğunu
öğrendiğimiz hocanın bu yardımına fiilî bir teşekkür niyetiyle basılmış doktora tezimi
göndermiştim kendilerine... Bir makalesindeki atfından anlaşıldığına göre, bu mesnevînin, daha
ziyade mizaha dair bölümü dikkat nazarını çekmişti hocanın...
Hastalığa yakalandığı ve tedavisinin devam ettiği zaman, (galiba 2001 yılıydı),
bölümümüzdeki bazı öğretim elemanlarıyla birlikte kendilerini fakültedeki odasında ziyaret
etmiştik. Bizim daha ziyade dinleyici olduğumuz bu ziyarette, hoca mizah konusundaki makale ve
tebliğlerinden bahsetmiş; bu arada gülmenin, ağlamanın, mizahın İslâm kültüründeki yerinden,
İslâm âlim ve filozoflarının fikirlerine atıflarda bulunarak bahsetmiş; Hz. Peygamber’in bir

*
Prof. Dr., Celal Bayar Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, MANİSA.
ceyhanadem@hotmail.com
229 Âdem CEYHAN

nüktesini de ona saygısını belirten bir ses tonuyla gülümseyerek anlatmıştı. Ayrılırken, Tunca
Bey’in bir makalesindeki tenkitlerinden nasibini alan bir hocanın selâmlarını da iletmiştim
kendilerine... Lisans ve doktora yaparken dersler aldığım bu zat, Tunca Bey’in ağır hastalığından
bahsettiğimde, samimî bir teessür göstermiş; kendilerine selâmlarını ve şifa dileklerini iletmemi
istemişti benden... 2002 yılı güzünde, galiba bir eylül günüydü... Yıllık tatilimi geçirdiğim
şehirden yurda döndüğümde, beni havaalanında karşılamaya gelen arkadaşım vermişti hocanın
vefat haberini... Kendileriyle çok tanışıklığımız olmamasına rağmen, bilim dalımızın bu kaybına
üzülmüştüm gerçekten. Takdir karşısında ne denebilirdi ki?. Allah’tan rahmet diledik; taksiratının
affedilmesini diledik... İzmir’e hemen hemen her gidiş gelişimde, Bornova Mezarlığı’nın önünden
geçerken, onu hatırlıyor; hayatın ve ölümün manası üzerinde derin düşüncelere dalıyordum...
Öğrencisi ve mesai arkadaşı olmasam da meslek hayatımın başında hakkımda müsbet bir
rapor yazan, ayrıca makale ve kitaplarını okuduğum, talebeme de yeri geldikçe tavsiye ettiğim bu
değerli hoca adına hazırlanan armağana bir yazıyla katılmak, benim için bir gönül borcuydu. Fakat
maalesef, bir öğretim üyesinin zamanının önemli bir kısmını alan lisans ve yüksek lisans dersleri,
imtihanlar, ayrıca o sırada tamamlamak mecburiyetinde olduğum makale ve tebliğ(ler) yüzünden,
hocanın itinasına yakışacak bir yazıyı bitirip gönderememiştim. Tunca Bey’in Eski Türk
Edebiyatı’nda hiciv ve mizah konusunda değerli yazı ve radyo programlarının olduğunu, hatta
bölümünde bu konuda bir ders koyduğunu biliyordum. Şahsen ben de mizahı sevdiğim, şair ve
yazarlarımızın nüktelerini belli başlı biyografik kaynaklarımızı tarayarak derlemeyi de öteden beri
tasarladığım için, “Nasihatnamelere Göre Mizah Adabı” başlıklı bir makale hazırlamayı
düşünüyor; burada şair ve yazarlarımızın hem millî ve manevî değerlerimizin temel kaynaklarına,
hem de şahsî tecrübe ve müşahedelerine dayanan düşünce ve tavsiyelerini topluca ele almayı
plânlıyordum. Gülmenin, mizahın millî tarih ve kültürümüzle gündelik hayatımızdaki yeri
üzerinde durmayı, “espri” anlayışının bilgi, görgü, zekâ ve ahlâkî seviyeye, hatta coğrafî mıntıka
ve ülkelere göre nasıl farklılıklar gösterdiğini belirtmeyi, zamanımızda “nükte” kelimesinin ifade
ettiği inceliğe aykırı olarak kaba, kırıcı, küçük düşürücü, korkutucu, utandırıcı örneklerine
üzülerek şahit olduğumuz “şaka” programlarını ve ahlâkî sınırları aşan “mizah” dergilerini tenkit
etmeyi de hedefliyordum. İşaret ettiğim engellerden ötürü, diğer bazı projelerim gibi, bu da
düşünce safhasında kaldı...
Şu takdim yazısında, hoca hakkındaki bazı ufak tefek hatıra ve intibalarımı da yazmanın
faydadan hâlî olmayacağını düşünüyorum. Çünkü bizde eski hocalar hakkındaki acı, tatlı nice
hatıra, maalesef çeşitli sebepler, endişeler dolayısıyla kayda geçirilmediği ve sözlü rivayetler
hâlinde kaldığı için, kaybolup gidiyor... Ben “Tunca Kortantamer” adını, galiba ilkin 1990’lı
yılların başında, bir doktora öğrencisiyken duymuştum. “Eski Türk Edebiyatı” bilim dalında
doçentlik imtihanına giren akademisyenlerin, titizliği ve güç beğenirliği dolayısıyla en çok
çekindiği, hatta korktuğu isimlerden biriydi “Kortantamer” adı... Doçentlik sözlü imtihanına giren
bir hocanın, Tunca Bey’in o esnadaki tavrından kızgınlıkla bahsettiğini hatırlıyorum meselâ... Jüri
üyesi, tenkitlerinde ne kadar objektif ve adil, ona karşı şiddetli reaksiyon gösteren aday, itirazında
ne derece haklıydı? İki tarafı da dinlemeden ve tenkit edilen çalışma ve yayınları görmeden bu
hususta sıhhatli bir fikir edinmek mümkün değildi elbette... Anlatılanlara bakılırsa, Kortantamer
önüne gelen dosyadaki yayınları öyle kolay kolay beğenip olumlu görüş ifade eden bir kişi
değildi... Şahsen ben de ilmî çalışmaları ve eserleriyle doktorluk, doçentlik gibi bir akademik
unvanı gerçekten hak eden kişinin o dereceyi elde etmesinin türlü sebeplerden dolayı
engellenmesini ne kadar ahlâk, adalet ve insafa aykırı buluyorsam, hak etmeyen bir kişiye de öyle
mühim bir payenin verilmesini kaliteyi düşürücü, kolaycılığa sevk edici, haksız bir yükseltme
olduğu kanaatine sahibim. Kortantamer’in titizliğinde ve menfi olduğu söylenen bu gibi
tavırlarında, benimsediği dünya görüşünün ve yaşama biçiminin ne kadar tesiri olmuştur, onu şu
anda iyice bilmiyorum, ama adayları daha dikkatli ve itinalı çalışmaya zorladığı için, bu
davranışını takdire değer bulduğumu belirtmek isterim...
1993 yılında Marmara Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları
Dergisi’nde yayımlanan “Genç Edebiyat Araştırmacısının Yanlışları” başlıklı uzunca yazısı,
hocanın lisansüstü çalışmalarda gördüğü birtakım eksiklik ve yanlışlar hakkındaydı. Tunca Bey,
burada tarihî edebî metinlerin neşri, şerhi, tez plânının yapılışı, ilmî yazılarda üslûp, tenkitli metin
(edisyon kritik) gibi konulardaki dikkate değer tecrübe, tavsiye ve düşüncelerini aksettiriyor; genç
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 230

(orta yaşlı, hatta eğer tavsiyelerden faydalanabilecek kabiliyete sahipseler, bazı ihtiyar) edebiyat
araştırmacılarına da yol gösteriyordu... Belki hocanın söz konusu yazısında ifade ettiği bir kısım
fikirlerine itiraz edilebilir, bazı tenkitlerine karşı mazeretler ileri sürülebilir, hatta kendi akademik
çalışma ve yayınlarında da benzer eksiklik ve yanlışlar bulunabilir(di) ama bir hayli faydalanılacak
tarafların olduğu da muhakkaktı(r)... Mezkûr yazısında isim vermeden tenkit ettiği hocalardan
birinin, Tunca Bey’in 1993’te yayımlanan Eski Türk Edebiyatı- Makaleler kitabını, kusur bulma
gayretiyle okuduğunu düşündüren notlarını görmüştüm... Fakat hocanın andığımız kitabında yer
alan makaleleri, gerçekten ülkemizde Eski Türk Edebiyatı ilim dalına ait yayınların ortalama
seviyesinin üzerinde bir itina ve kaliteyi gösteriyordu. Meselâ, bu kitapta yer verilen
makalelerinden “Nâbî’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu Eleştirisi” ve Mehmed Akif’le Sadî’nin
mukayesisi konusundaki yazıları, benim de beğenerek okuduğum, gerçekten emek mahsulü,
kıymetli ilmî metinlerdi...
1994 yılında doktorasını yeni bitirmiş bir asistan olarak bir üniversitenin Fen-Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışmaya başlayınca, öğrencileri olan bazı mesai
arkadaşlarımdan, Tunca Kortantamer’le ilgili hayli hatıra ve intibayı dinledim, bazan gülerek,
bazan üzülerek...
Tunca Bey’in eski asistanlarından olan ve tarihten edebiyata, dinî ilimlerden siyasete kadar
birçok konuya dair engin bilgisi bulunan, bundan dolayı benim kendisine yarı şaka, yarı ciddî
“Dede Korkut gibi ‘Oğuz’un tüm bilicisi” diye takıldığım bir arkadaşım, her hususta olduğu gibi,
bu mevzuda da nice malûmat, hatıra ve intibaya sahipti... Anlattığına göre, Tunca Bey, 1980’li
yılların sonunda ve 90’lı yılların başında yüksek lisans derslerine asistanların da girmesini ister...
Dostumuzsa malûm engin bilgisi ve dayanılmaz muhalefet huyu dolayısıyla, derslerde zaman
zaman söylediklerini tasvip etmediğini belirtmek üzere, kafasını iki yana sallayıp kaşlarını
kaldırarak hocaya “Hayır, o mesele öyle değil!..” dedikçe, tabiî, Tunca Bey kızar ve öğrencilere
“Bu konuyu araştırın; haftaya birlikte tartışalım!..” diye ödevler verir... İtiraz eden için hava
hoştur!.. Ama bu gerginliğin ve itirazların kendilerine ödevler, hatta belki ders tekrarı gibi fazladan
külfetler getirmesinden endişe eden diğer öğrencilerinse yüreklerinin yağı erimektedir...
Derslerden alı al, moru mor çıktıklarında, soluğu derhâl onun yanında alıp “Tamam kardeşim, sen
haklısın!.. Ama ne olur hocaya itiraz etme!..” diye onu bu huyundan vaz geçirmeye çalışırlar...
Ama ne fayda?..
Tunca Bey, belki bu müzmin muhalefet huyu yüzünden, belki de ona başlangıçta tasarladığı
şekli veremediği için, yıllar geçmesine rağmen, bahis konusu arkadaşımızın doktoraya
başlamasına bir türlü müsaade etmez... Türk atasözlerini yeri geldikçe bir bilge edasıyla kullanan
dostumuz, bir gün Tunca Bey’e, hem övmek, hem de tenkit etmek üzere, “Hocam, ulu çınar
gölgesinde ot bitmez!..” demiştir. Bu sözüyle ona, “Evet, siz belki büyük bir hocasınız... Ama
yanınızdaki gençlerin yetişip ilerlemesine imkân vermiyorsunuz...” demek istediği anlaşılıyor.
Kıdemli asistanının anılan sözünü, Tunca Bey de tuhaf bularak zaman zaman nakledermiş...
Arkadaşımız, Tunca Bey’in yanında doktoraya başlayamamak yüzünden epey çile çekip
muhalefetleriyle de hocalarına çektirdikten sonra, başka bir bilim dalında doktora yaptı...
“Azizim, bazan tohumu çürütmemek ve muhafaza etmek de kârdır...” sözü de o çilekeş ve emektar
asistanın, benim “yörük temsilleri” dediğim hikmetli sözlerinden biridir...
Dostumuzun “folklorik” denebilecek bilgiççe cevaplarından biri de şudur: Bir gün Tunca
Bey, fakülteye geç gelen bu arkadaşa “Nerdeydin?!” diye sertçe sorar. O yıllarda henüz
evlenmemiş olan (...) Bey, hocaya belki mahallî bir halk görgüsüyle ilgili şu beklenmedik cevabı
verir: “Hocam, bekâr adama nerden geldiği sorulmaz!..”
Bir kısım hatıralarını naklettiğimiz dostumuz gibi, bazı öğrencilerinin müşahede ve
intibalarına göre, Tunca Bey, ilim dalının gerektirdiği okumalar neticesinde millî, manevî
kültürümüze ait birçok şeyi öğrenen, fakat türlü engellerden ötürü bu bilginin gerektirdiği
istikamette yaşayamayan, iç dünyasındaki çatışmalar yüzünden huzursuz bir hocaydı... Belki her
insan gibi, hem eskiyi merak eden ve seven, hem de yeniye ilgi duyan, hem inanan, hem de şüphe
eden bir kişidir o... Bu bakımdan, “zaman zaman muhafazakâr duygu ve düşüncelere sahip bir
sosyal demokrat, inançlı ve şüpheci bir yerli şarkıyatçı...” şeklinde tarif etmek mümkündür onu...
“Taassub, bağnazlık” diye tarif ettiği birtakım tezahürlere karşıdır ama ilmî çalışmaları için Kur’an
veya tefsir okuyacağı zaman, abdest almayı da ihmâl etmez... “Divan edebiyatı” konusunda
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
231 Âdem CEYHAN

yıllarca süren mütalâaları sonucunda bu husustaki birçok iddianın doğru olup olmadığını kontrol
etme imkânı bulduğundan, daha sağ duyulu ve insaflı değerlendirme yapar; öğrencilerine Cevdet
Kudret’in Türk Dili dergisinde yayımlanan “Divan Şiirine Uzaktan Merhaba” yazısını okutur...
(Bu, benim de haberdar olduktan sonra lisans ve yüksek lisans öğrencilerime tavsiye ettiğim, divan
şiirine yöneltilen bazı tenkitleri ele alan, aynı zamanda onun değerini belirten, insafla yazılmış,
güzel bir yazıdır). Bu itibarla onu Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl misali medeniyet yönünden ikilik
içinde bulunan Tanzimat devri şair ve yazarları çizgisine bağlamak mümkündür. Eski Arap, Fars
ve Türk edebiyatından hoşlanan, duygularıyla doğuya, millî kültürüne bağlı, ayrıca Almanca bilen,
Batı edebiyatından ve Avrupa’daki ilmî çalışmalardan da haberdar, yeniliklere ilgisiz kalmayan,
var oluşla alâkalı şüphe ve soruları bulunan, felsefî bir huzursuzluk denebilecek entellektüel
problemleri olan bir bilim adamı...
İşte böyle bir ilim adamı için, Osmanlı Devleti’nin son çeyrek asrıyla Cumhuriyet’in ilk
çeyrek yüzyılını idrak etmiş; bilhassa terbiye ilmine dair ve biyografiye ait eserleriyle tanınmış,
son derece verimli bir şair ve yazar olan İbrahim Alâeddin (Gövsa, 1889- 1947) Bey’in “Terbiye
Nokta-i Nazarından Gülistan” başlıklı yazısının yeni harflere çevirdiğimiz aslıyla günümüz
Türkçesine aktardığımız şeklini takdim etmeye karar verdik. Bu tercihimiz için, Tunca Bey’in
yukarıda temas ettiğimiz gibi, klâsik Türk edebiyatına yöneltilen tenkitler konusunda Cevdet
Kudret gibi insaflı davranarak sağduyudan ayrılmaması, Sadî’yle Mehmed Âkif’i mukayese eden
bir makalesinin bulunması, mizahı sevmesi, rind-meşreb bir hoca olmakla birlikte, manevî
kültürümüz hususunda düşmanca bir tavır takınmaması... gibi bazı sebepler sayabiliriz: İbrâhim
Alâeddin Bey de Sa‘dî-i Şirâzî’nin Gülistan’ını terbiye, yani şimdiki karşılığıyla eğitim yönünden
incelemiş; aynı zamanda Mehmed Âkif Bey’in bazı edebî görüşlerini kabul etmiş; o eski dostunun
fikir ve şiirleri dolayısıyla şiddetli tenkitlere uğradığı zamanlarda sanattaki maharet ve
meziyetlerini ifade etmekten çekinmemiş bir yazardır... Yine İbrâhim Alâeddin Bey de mizah ve
hicvi seven, bu türde bazı güzel eserleri olan bir şairdir. İki edebiyatçı ve eğitimci arasındaki başka
bir ortak yön, İbrâhim Alâeddin Bey’in de edebiyatımızın bin yıllık tarihi, belli başlı devirleri
hakkında hayli isabetli ve hakikate uygun fikirler ifade etmiş bir yazar oluşudur. Onun edebiyat
öğretimi konusunda bazı tecrübe ve tavsiyelerini de aksettiren bu görüşlerini, edebî bir anket
mahiyetindeki bir eserden nakletmeyi faydalı buluyoruz. Gövsa, Mehmet Behçet Yazar’ın 1938’de
yayımlanan Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı adlı eserinde, edebiyatımız hakkındaki fikirlerini
şöyle anlatıyor:
“İslâmiyetten evvelki Türk edebiyatı hakkında maalesef tetkikim ve sarih bir fikrim yoktur.
Avrupa milletlerinin edebî ve ilmî dilleri on altıncı asırdan önce lâtince olduğu gibi, bizim
de ilim ve edebiyat dilimiz eskiden arapça ve farisî olduğu için edebiyatımızın Türk tarihi ve
medeniyeti kadar engin bir mazisi olmayışını tabiî bulmalıdır. Bununla beraber en eski edebî
eserlerimiz yine hayli zengindir. Türk edebiyatı yine dünyanın en eski edebiyatlarından biri
sayılabilir.
Divan edebiyatıyle tekke ve Halk edebiyatları gibi ayni asırlarda yaşamış muhtelif çeşitteki
edebî eserleri bence tedvin edilmiş ve edilmemiş olmak üzere ayırmak daha doğru olur. Çünkü
Divan Edebiyatı dediğimiz nev’i meydana getirenlerin de halktan başka bir zümre teşkil
etmedikleri aşikârdır.
Ümmî olanları halktan, medrese görenleri başka zümreden saymak indî ve yanlış olur
sanırım.
Divan edebiyatını yalnız saraya ve enderuna mensup ve asıl halktan uzak saymak son
zamanlarda onu anlamayanlarca takip edilen bir moda oldu. Edebiyat kitabınızda bu düşünüşle
mücadele edilmesini ehemmiyetle temenni ederim. Âşık Ömer, Bayburtlu Zihni, hattâ Yunus
Emre gibi halk şairlerinden sayılan zevatın yazılarından büyük bir kısmı Divan tarzında değil
midir? Farkları daha beceriksiz ve kültürsüz olmalarından ibaret kalmaz mı? Divan şairlerinden de
tekkeye, tarikate mensup olmayanlar ve tasavvuf çeşnili eserler yazmayanlar ne kadar mahduttur.
Kanaatimce bizim müdevven olmıyan eserlerimiz arasında hakikaten şiir ve edebiyat değeri
yüksek olanlar hayli azdır ve onların çoğu ancak (folklor) noktasından tetkiki faydalı olan
şeylerdir. Kültürsüz adamlar tarafından yazılan şeylerin klâsik mahiyeti olamıyacağından bunları
liselerimizde uzun uzun tedrise kalkışmamız faydasız, hattâ edebî seviye ve zevk itibarile
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 232

zararlıdır. Nitekim Çağatay, Azerî vesair lehçelerdeki zayıf edebî eserlerin büyük bir kısmı da
mekteplerde tedris edildiği zaman edebiyat hazzını azaltmaktan başak bir şeye yaramıyorlar.
Dil ve edebiyat bahislerinde ‘Osmanlı’ tâbirini kullanmazsak ilmî ve edebî bahisleri siyasî
duygu ve düşüncelerin tâbiiyetinden kurtarmış oluruz. Çünkü böyle yapmazsak vaktile İstanbulda
veya onun etrafında yaşamış bütün san’at cereyanlarını Osmanlı diye kötülemek icap ediyor ve
buna mukabil kenarda bucakta kalmış hareketleri millî diye vasıflandırmak lâzım geliyor. Halbuki
ben, meselâ Baki’yi gayrimillî, Âşık Ömer’i millî saymayı havsalama sığdıramam. Doğrusu şudur
ki, Tanzimattan evvelki edebiyatımız divanlarıyle, saz ve nükte şairlerinin eserlerile yani
müdevven olan ve olmayan şekillerile birlikte tamamile şark ve İslâm kültürünün eserleridir.
Tanzimat devrinden sonra kültürümüze Avrupa aşısı giriyor. Avrupa bilgisinin üstünlüğüne
o tarihlerde inanmaya başladık. Ondan evvel Avrupayı gören Türkler, kültürce zerre kadar
müteessir olmamışlardı. İçlerinde yalnız teknik cihetlere ehemmiyet verenler vardı. Yirmi sekiz
Mehmet Çelebi ve oğlu Sait Ef. gibi meselâ bentler, cetveller veya matbaacılık vesaire gibi
hususlara dikkat edenler bulundu. Üçüncü Selim zamanında başlayan Avrupa temayülü o zamanlar
yalnız maddî ve şeklî meselelere münhasır bulunuyordu. Önce askerî ıslahat münasebetile
Fransadan muallim getirildi. Daha sonra oraya yine askerî tekâmülden istifade için talebe
gönderildi. Hattâ Pariste Mektebi Osmanî açıldı. Teknik sahaya inhisar eden, hattâ inhisarına
ayrıca ihtimam olunan bu temas yavaş yavaş manevî ve içtimaî bilgilere ve o arada edebiyata da
sirâyet etmiştir. Tamamiyle şarklı olan kültürümüzün Avrupaya teveccühü ve bilhassa Fransız
dilinden ve ilminden tesir almaya başlaması tabiîdir ki şuursuz bir halde birer emrivâki olmaya
başlıyordu. Tanzimatın üç mühim rüknü olan Reşit, Âli ve Fuat Paşalar sefirlik münasebetile
temas ettikleri Avrupadan ilk kültür hamulesini alan adamlarımızdır ki, memlekette işgal ettikleri
mühim mevkiler dolayısıle gerek yazıda, gerek telâkki ve âdetlerde Avrupaya teveccüh itibarile o
devrin zeki ve uyanık zümresi üzerinde çok müessir oldular ve böyle gençlerin Avrupaya giderek
veya Fransızca öğrenerek başkalaşmalarına doğrudan doğruya âmil teşkil ettiler.
Şinasi, Kemal, Akif Paşa, Vefik Paşa, Ziya Paşa, Sadullah Paşa gibi o zamanların
edebiyatçıları şarkta hiç bulunmayan edebî nevileri dilimize sokmaya başlamışlardı. Makalecilik,
gazetecilik, roman, tiyatro ve muayyen mevzuu olan manzum yazı onlarla başladı. Şüphe yok ki
Tanzimat ile başlayan mühim kültür inkılâbı edebiyatımızın Avrupalılaşmak sadedinde ilk
hamledir. Yalnız o devrin adamları ve bilhassa kalem mensupları yine şarklı ve müslüman
an’anesine tamamile sadık kalmak şartile Avrupa ilim ve edebiyatından istifadeyi düşünmüş
adamlardı. Onlar Avrupa medeniyetine imtisal değil, bu medeniyetten istifade ederek şark ve
müslüman medeniyetini ayrı ve müstakil bir şekilde muhafazayı istiyorlardı ki, bu düşüncenin,
meselâ Mehmet Akif merhum gibi, mümessilleri sonraları da hayli zaman devam etmiştir. Ahmet
Vefik Paşa gibi lise tahsilini Fransada yapan bir adam, yaşayışında tamamile şarklı olduğu gibi,
yazılarında da şarklı kaldı. Nitekim Molière’in eserlerine mükemmel kavuk giydirdi ve onları
âdeta ihtida ettirdi.”1

İbrahim Alâaddin Bey’in 1925 yılında bir terbiye dergisinde yayımlanmış olan “Terbiye
Nokta-i Nazarından Gülistan” başlıklı incelemesi, eğitim tarihimizin yazılabilmesi için, millî
tarihimizde tesirli olmuş, mektep ve medreselerde uzun zaman boyunca okutulmuş; asırlar ve
nesillerce gördüğü rağbet dolayısıyla “bizim klâsiklerimiz” diye-bildiğimiz eski edebî
eserlerimizin incelenmesi gerektiğini belirten ve Sadî-i Şirâzî’nin Gülistan’ı üzerinde bu görüşün
tatbikî örneğini veren bir etüttür. Yazar, aynı derginin sonraki sayılarında da Hayriyye2
ve
Lutfiyye3
gibi tanınmış ahlâkî mesnevîlerimizi terbiye bakımından inceleyen birer yazı yazmıştır.
Bu yazının neşrinden sonraki 80 küsur yıl zarfında Kelile ve Dimne, Kutadgu Bilig, Kabusnâme,
Mesnevî-i Manevî, Yunus Emre Dîvânı, Kitâb-ı Dede Korkut, Fuzûlî Dîvânı, Ahlâk-ı Alâî,
Hayriyye, Lutfiyye, Safahat gibi meşhur edebî eserlerimizi terbiye ve ahlâk bakımından ele alıp
inceleyen birçok ilmî çalışma yahut neşriyatın yapıldığı bilinmekteyse de bizce, bunların henüz
istenen sayı, seviye ve rağbete eriştiğini söylemek kolay değildir. Biz, Arap, Fars ve Türk
edebiyatına ait büyük eserlerin eğitim, pedagoji, psikoloji gibi ilimler bakımından nasıl

1
Mehmet Behçet Yazar, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, İstanbul 1938, s. 206-208. 2 İbrâhim Alâeddin, “Nâbî’ye Göre Terbiye”, Tedrîsat Mecmuası, Mart 1341, nr. 65, s. 141-151.
Turkish Studies
3 İbrâhim Alâeddin, “Sünbülzâde Vehbî’ye Göre Terbiye ve Tahsil”, Tedrîsat Mecmuası, Nisan 1341, nr. 66, s. 209-218.
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
233 Âdem CEYHAN

incelenebileceği konusunda güzel bir nümune olmak üzere, Gülistan’ı terbiye ve psikoloji
yönünden inceleyen bu yazının aslıyla günümüz Türkçesine aktarılmış hâlini sunacağız.
(s. 67)
Terbiye Nokta-i Nazarından Gülistan4
Muallim mektepleri programında terbiye târihinin bâzı muhtasar mevâddı da mevcuddur.
Fakat şark âsâr ve mütefekkirîni bu nokta-i nazardan hemen hiç tedkik edilmemiş olduğu için
muallim namzedlerine verilen fikirler bi’t-tabi‘ çok defâ yalnız garb menbâlarına münhasır kalıyor
ve terbiye hakkındaki endişelerin güft ü gûy-ı a‘sâr içinde münhasıran garbda mevzû-ı bahs olduğu
vehmi hâsıl oluyor.
Pek ziyâde şâyân-ı temennîdir ki imkân ve vesâikı ve bilhassa salâhiyeti bulunan
muallimlerimiz, şark mütefekkirleri ve eserleri arasında mesleğimize taallûk eden mevadd ve
efkârı pey-der-pey cem‘ ve neşretsinler; tâ ki yavaş yavaş bizde de bir terbiye târihine esas olacak
vesâik meydana gelmiş olsun.1
Ben Şeyh Sâdî’nin Gülistân’ında terbiyeye dâir bâzı vecîzelerin mevcûdiyetini bilir ve idâdî
tahsîlimden beri bunları kısmen hatırlardım. Fakat bir gün Gülistân’ın çocuk rûhiyâtına dâir bir
müşâhedesine, nasîhatden daha derin bir îzâhına tesâdüf etdim. Aşağıda bahsedeceğim bu çok
şâyân-ı dikkat kıt‘a çocukluğun neye yaradığı hakkında zamânımız mütefekkirlerinin yapdıkları
tarz-ı îzâhı pek mücmel ve mükemmel bir şekilde ifâde ediyordu. Bunun üzerine Gülistân’ı bir
terbiye ve rûhiyyat heveskâr ve müntesibi göziyle bir defâ dikkatlice okumaya karar verdim.
Fârisî’ye vukûfum kuvvetli olmadığı için, Gülistân’ın asliyle birlikde Türkçe iki şerhine ve
Fransızca iki tercümesine de mürâcaat etmek mecbûriyetinde kalıyordum. Lisânımız nâmına
teessüfle söylemek mecbûriyetindeyim ki bunların arasından en ziyâde Döfremeri’nin (s. 68)
mükemmel tercümesinden müstefîd oldum.2
Bütün Avrupa lisanlarında Gülistân’ın müteaddid ve mükemmel tercümeleri bulunduğu ve
meselâ İngilizce’de yirmi beşi mütecâviz Gülistan tercümesinin mevcûdiyeti düşünülürse,
lisânımızda hiç olmazsa bir tâne tercümenin bulunmaması ve Acem ağzıyla yazılmış şerhlerin de
Türk gençleri için tâkibe değer kıymet ve lezzetde bulunma[ma]ları ayrıca şâyân-ı teessürdür.
§ Şeyh Sâdî’nin Gülistânı’nı terbiye ve rûhiyyat nokta-i nazarından tedkîkine başlarken, bu
şâheserin mâhiyet ve muhteviyâtı hakkında umûmî ve muhtasar bir tahlil yapmayı fâideden hâlî
görmedim. Kâri’lerimin bir kısmı böyle bir hulâsadan müstağnî olsa bile bir kısm-ı dîgeri müstefîd
olacakdır zannederim. Çünkü bizim an‘anevî tahsîlin şekli tebeddül etdiği zamandan beri yetişen
gençlerin bu kabil ümmehât-ı âsâr ile ülfetleri çok azalmışdır. Hâlbuki Sâdi:
Ó´J ½·k fÍE iB· ÉچI
Ó³iË jÎI Å¿ ÆBNn¼· k
fqBI sqË kËi WÄ{ ÅÎÀÇ ½·
fqBI tÌa ÉrÎÀÇ ÆBNn¼· ÅÍË
Yâni: “Bir yaprak gülden ne fâide görürsün; benim Gülistân’ımdan bir yaprak al ki gülün
ömrü beş, altı güne münhasır olduğu hâlde bu Gülistan müebbeden güzelliğini muhâfaza eder”
beytiyle bihakkın söylediği gibi Gülistan; dünyânın ebediyyete namzed ve mikdârı pek mahdud
şâheserlerinden biridir.
Gülistan; şekil itibâriyle küçük küçük nesir ve nazım parçalarından mürekkebdir. Orada
yedi sekiz beyti tecâvüz eden manzûmelere, bir iki sahîfeye bâliğ olan mensûrelere nâdir tesâdüf
olunur. Uzunca bir hikâye bile bi’l-münâsebe îrâd edilmiş olan beyitler, kıt‘alar ve mesnevîlerle
fâsılalıdır.
Şekle âid olan bu câzibe-i tenevvü‘ bile belki kitâbı müellifin kendi tâbîriyle (s. 69) “her an
hoş yapan” bir müessir olmuşdur. Hele ruh ve mânâ itibâriyle bu câzibe büsbütün kuvvetlidir.
Gülistân’ın belki her sahîfesinde yüksek, nâfiz fakat aynı zamanda şuh ve şakrak bir rûhun te’sîr-i
sirâyeti duyulur. Orada hikemiyyât abûs bir nâsih olmakdan çok uzakdır. Nitekim kendisi de

4 İbrâhim Alâaddin, “Terbiye Nokta-i Nazarından Gülistan”, Tedrîsât Mecmuası, Şubat 1341 (Şubat 1925), nr. 64, s. 67-81. 1
Fâzıl arkadaşım M. Cevdet Beğ’in şark tâlim ve terbiye târihine âid hazırladığı ve bir defâ yangına uğradıkdan sonra
tekrar yazmaya başladığı eserin karîben hitâm ve intişârı temennîsini burada dahi zikr ve tekrâr edeyim.
Turkish Studies
2 Gulistan ou le Parterre de rose. Tarduit par: Defrémery.
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 234

kitabının hâtimesine yakın bir yerde ÉNbοE jI O¯Aj£ fÈrI OZÎvà c¼M ÔËiAe cümlesiyle acı nasîhat ilâcını
zarâfet balıyla karışdırarak sunduğunu söylüyor. Şiir, tasavvuf, felsefe, ahlâk, hikâye, fıkra, latîfe
Gülistan’da ne güzel imtizâc etmişdir.
Kitabın başlangıcı an‘ane-i İslâm’a tebean Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i şânını ve mahlûkâtın
tahmîd-i şükrânını terennüm eder. Bundan sonra Hazret-i Fahr-i Kâinât Efendimizin evsâf-ı
Peygamberânelerine âid parçalar gelir.
Aşk-ı İlâhî ve Peygamberî’yi veciz ve derin bir sûretde ifâde eden bu parçalardan sonra
Sâdî, zamânının pâdişâhı Muzafferü’d-dîn Ebû Bekir bin Zengî’nin medâyihine birkaç sahîfe
ayırmakda, ondan sonra da “Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb”ı söylemekdedir.
Sâdî, Gülistân’ın sebeb-i te’lîfi hakkında yazdığı mensur ve manzum parçalarda hulâsaten
şunları söylemekdedir: Şeyh Sâdî, bir gece geçmiş günlerini düşünür ve hayâtının elli yılını gaflet
içinde güzâr etmiş addederek geri kalan beş günde âhiret esbâbını hazırlamak lâzım geldiğini,
bunun için de hayât-ı dünyeviyyeden el çekerek uzlet etmeği ve artık perîşan sözlerine nihâyet
vermeği tasmîm eder. Fakat dostlarından biri bu i‘tikâf ve sükût niyetini nâ-muvâfık bularak ve
“Ali’nin Zülfikâr’ı kınında, Sâdî’nin de dili ağzında durması, ukalâ re’yine mâkûsdur” diyerek
hayli ısrâr eder. Nihâyet Sâdî sükût ve i‘tikâf karârını tebdîl ederek dostuyla sohbete başlar ve
teferrüce çıkarlar. Teferrüc, bahâra, gülün zamân-ı saltanatına, bülbülün menâbir-i ağsân üzerinde
terennüm etdiği zamâna tesâdüf ediyor. Sâdî, geceyi dostlarından birinin güller, lâleler, kuşlar ve
meyvelerle mutarrâ nefis bahçesinde geçiriyor. Ertesi sabah avdet ederken, yâr-i kadîminin eteğini
gül, fesleğen, sünbül gibi bir çok çiçeklerle doldurduğunu görüyor ve ona diyor ki: “Sebâtı
olmayan bu şeylere gönül bağlamaya gelmez, sana bir Gülistan ( s. 70) te’lîf edeyim ki, hazan
rüzgârı onun yaprağına zarar vermesin ve ezmânın teâkubü onun hâl-i rebîîsini tağyîr eylemesin!”
Bunun üzerine dostu eteğindeki gülleri dökerek Sâdî’nin eteğine yapışıyor, va‘dini edâ
etmesini ricâ ediyor. İşte bir iki bâbı o birkaç gün içinde tesvîd edilen Gülistan, bu vesîle ile
vücûda gelmeğe başlıyor.
§ Gülistan, sekiz bâba ayrılır. Birinci bab pâdişahların sîreti, ikinci bâb dervişlerin ahlâkı,
üçüncü bâb kanâatin fazîleti, dördüncüsü sükûtun fevâ’idi, beşincisi aşk ve civanlık, altıncısı za‘f
ve ihtiyarlık, yedinci bab terbiyenin te’sîri, sekizinci bab da sohbetin âdâbı hakkındadır.
§ Gülistan, Hicret’in altı yüz elli altıncı senesinde yazılmışdır.5
Sâdî bunu (s. 71) şu kıt‘a-i
târîhiyye ile ifâde ediyor:

5
Sâdî (Şeyh Muslihüddîn- Şîrâzî) eâzım-ı şuarâ-i Îran’dan ve hükemâ-i sûfiyyundan olup altıncı karn-ı hicrî evâhirinde ve
atabegân-ı Fârs’dan Sa‘d bin Zengî’nin zamânında Şîraz’da tevellüd etmekle, hükümdâr-ı müşârün ileyhe mensub
bulunmuş olan pederi tarafından onun nâmına nisbetle “Sâdî” tesmiye olunmuş idi. 102 sene ömür sürüp
tufûliyetle geçen 12 seneden mâadâ ömrünün 30 senesini tahsille, 30 senesini seyâhat ve askerlikle ve 30 senesini
dahi inzivâ ve ibâdetle geçirdiği meşhurdur.
691 târihinde vefât etdiği mâlûm olup bu hâlde 589 târihinde tevellüd etmiş olması ve Gülistân’ı yazdığı 656 senesinde 67
yaşında olması lâzım gelir. Hâlbuki kendisi Gülistan’da ÓIAÌa ie Ë O¯i ÊBVÄ{ É· ÔA mısrâiyle elli yaşlarında olduğunu
gösteriyor. Binâen aleyh vilâdeti daha sonra olup vefâtında doksan yaşlarında olması lâzım gelir. Nazımda Firdevsî
ve Enverî’den başka misl ü nazîri olmayıp nesirde ise bî-nazîr addolunabilir. Gülistan, Bostan unvanlı meşhur
kitaplariyle dîvanları ve kasâ’id ve mülemmâtı ve sâ’ir eş‘ârı fesâhat ve belâgatine ve fazl ü kemâline burhân-ı
âdildir. Letâ’if ve nikât-ı edîbâneye meyli ve pek güşâyişli tab‘-ı latîfi olmakla dâ’imâ küberâ meclislerinde
bulunurdu. Hümâm-ı Tebrîzî ile bâzı mülâtafeleri geçmişdir. Hayâtında te’lîfâtı aktâr-ı âleme intişâr edip büyük bir
şöhret ve itibar kazanmış olmakla her yerde fevkalâde hürmet ve itibâra mazhar olurdu. Bağdad’da Medrese-i
Nizâmiye’de meşhur Şeyh Ebü’l-ferec Cevzî’den tahsîl-i ilm etmiş ve bir müddet medrese-i mezkûrede tedris dahi
etmişdir. Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî ve pîr-i tarîkat Hazret-i Abdülkâdir Geylânî’den ahz-ı inâbet etmişdi. On
dört defâ hacca ve ziyâret-i Ravza-i Mutahhara’ya gidip ömrünün büyük bir kısmını Irâk ve Şam’da geçirmiş ve
Mısır, Rum, Horasan, Hind, Mâverâü’n-nehr ve Kâşgar’a kadar seyâhat ve cihad tarîkıyle gitmiş ve ehl-i salîb
muhârebâtında Frenklerin eline esir düşüp bir müddet Trablus Şam istihkâmının inşâsında amele gürühiyle
çalışdırılmış ve nihâyet Haleb ağniyâsından biri tarafından fidye ile tahlîs olunmuş idi. Şîraz civârında inzivâya
çekilip ibâdetle meşgûl olduğu vakit ekâbir-i asr ziyâretine gidip et‘ime-i lezize takdîm etmekle yediğinden
fazlasını oradan geçen oduncular yesinler diye bir zenbille pencereden asmağı âdet edinmişdi. En büyük şöhreti
gazeliyyatda olup bunların ekseri rumûz-ı tasavvufiyye ve hakâyık-ı ârifâneyi mutazammındır. Gülistan ve
Bostân’iyle sâir bâzı âsârı Avrupa’nın ekser elsinesine defâatle tercüme olunmuşdur. Türkçe’de müteaddid şerhleri
ve Gülistân’ın güzel bir Arabî tercümesi dahi vardır ki Mısır’da tab‘ ve neşr olunmuşdur. Külliyât-ı âsârı Îran’da
ve Hindistan’da defâatle tab‘ olunduğu gibi, Gülistan ve Bostân’ı İstanbul’da dahi mükerreren basılmışdır.
Merkadi elyevm mâmur ve ziyâretgâhdır. Eş‘ârı nümûne îrâdına ihtiyacdan vâreste olacak derecede meşhûr
olduğundan yalnız şu beyt-i hakîmânesinin îrâdiyle iktifâ ederiz:
Turkish Studies
iBÎqÌÇ j¤Ã ie lJm ÆBNaie ºjI
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
235 Âdem CEYHAN

eÌJqÌa O³Ë AiB¿ ɸMf¿ ÆAie
ÌJrq Ë ÊBVÄ{ Ë fvrq PjVÇk
ÁÎN°· Ë eÌI OZÎvà B¿ eAj¿
ÁÎN¯i Ë ÁÍej· AfaBI O»AÌY
Şu basit hulâsayı yapdıkdan sonra Gülistân’ın terbiye ve rûhiyyat hakkındaki fikirlerini
araşdırmaya başlayalım. Ancak unutmamalı ki bu fikirleri yedinci bâba münhasır zannedersek, çok
aldanırız.(s. 72)
Şâir, Gülistân’ın her tarafında ahlâka, terbiyeye, ictimâî hayâta ve rûh-ı beşere temas ve
taallûk eden vecîzeler îrad ve düsturlar edâ eylemişdir.
§ Gülistan gibi gûnâ-gûn fikirlerin haşir ve neşrolduğu yedi asırlık bir mecelle-i şi‘r ü
edebde terbiye ve rûhiyyat mes’elelerinin intizam ve insicâm ile mevzû-ı bahs edilmemiş olacağını
hatırlatmaya bile lüzum yokdur. Orada ahlâkî, ictimâî veyâ siyâsî her kanâat gibi rûhî ve terbiyevî
bahislere de muhtelif fıkralar ve hikâyeler vesîlesiyle ancak temâs edilmişdir. Lâkin şeklen sathî
olan bu temâs, çok defâ ruh ve mânâ itibâriyle pek derin ve düşündürücüdür.
Gülistân’ın terbiye hakkında asırlardan beri birer darb-ı mesel hâlinde ağızdan ağıza
dolaşan vecîzelerinden birkaçını birinci bapdaki bir hikâye münâsebetiyle îrâd edilmiş buluruz.
Hikâyenin hulâsası şudur:
“Bir hırsız tâ’ifesi der-dest olunur. Pâdişah hepsinin idâmını emreder. Vüzerâdan biri,
hırsızlar arasında ve henüz ilk gençlik çağında bulunan birini ileride ve terbiye sâyesinde müfîd bir
bahadır olabileceği şefâatiyle kurtarmak ister. Hakîm olan pâdişah bu tavassutu tensîb etmeyerek
şu cevâbı verir:
OmfI teBÎÄI É· jÇ ejθà ÆB¸Îà ÌMj{
OmfJÄ· jI ÆB·ej· ÆÌچ Ai ½ÇA Bà OÎIjM
Yâni: “Aslı fenâ olanlar iyi insanların te’sîrinden müstefîd olamazlar. Lâyık olmayanı
terbiyeye kıyâm, kubbe üzerinde ceviz durdurmaya benzer!”
Bunun üzerine genç şakînin kâbil-i ıslâh olacağı hakkında birtakım delâ’il serd eder ve
nitekim:
¢Ì» jnÀÇ Or· iBÍ ÆAfI BI
fq Á· sMÌJÃ ÆAfÃBa
fÄچ ÔkËi ±È· LBZuA ¹m
fq Âej¿ Ë O¯j· ÆB¸Îà ÓI
“Haremi fenâlarla hemdem olduğu için Hazret-i Lût’un hânedân-ı nübüvveti mahvolmuşdu
(s. 73) ve Ashâb-ı Kehf’in köpegi birkaç gün iyilerin izini tâkîb etdiği için insan mertebesine
ermişdi” diyerek ricâ ve müdâfaasını takviye eder. Nihâyet dîger vezirlerin de iltihâk-ı ricâsiyle
pâdişah şakî-zâdeyi istemeyerek afveyler. Delikanlı senelerce vezirin sarayında mükemmel tâlim
ve terbiye görerek yetişir ve herkesin teveccühünü kazanır. Fakat buna rağmen pâdişah-ı hakîm
tebessüm ederek:
eÌq ºj· ÊeAk ºj· OJ³B§
eÌq ºilI Ó¿eE BI Éچj·
Yâni: “İnsanlarla birlikde büyümüş olsa bile kurdun oğlu nihâyet kurd olur” demekden hâlî
kalmaz. Filhakîka bu delikanlı bir zaman sonra şehrin eşirrâsiyle birleşerek bir çete teşkîl eder ve
velî-nimeti olan veziri iki oğluyla birlikde öldürdükden ve servetini de çaldıkdan sonra babası gibi
dağa çıkar ve aslına avdet eder. Bundan haberdâr olan pâdişah:

iB·ej· O¯j¨¿ OnÍjN¯e Ó³iË jÇ
(Kâmûsü’l-a‘lâm).
§ Laros Ansiklopedisi’ndeki kuyûda nazaran Sâdî Mîlâd’ın 1184 senesine tesâdüf eden Hicret’in 580 senesinde doğmuş ve
1291 Mîlâdî, 690 Hicrî târihinde vefât etmişdir. Bu rivâyete göre Gülistân müellifi Şemsî hesâb ile 107, kamerî
sene hesâbiyle de 110 sene muammer olmuş demekdir.
Turkish Studies
Döfremeri de şâirin hayâtına âid ve mebzûl vesâ’ika müstenid olan uzun mukaddimesinde muhtelif rivâyetleri mukâyese
ederek bu târihleri dîger ihtimâllerden daha kuvvetli bulmakdadır.
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 236

Ón· fÄ· ÆÌچ fI ÅÇEk ¹Îà jÎrÀq
o· ÁθY ÔA eÌrà OÎIjNI o·BÃ
OnÎà ²Ýa s¨J O¯Bñ» ie É· ÆAiBI
oa Ë ÂÌI ÊiÌq ie Ë fÍËi É»Ü ®BI ie
Yânî “Fenâ bir demirden nasıl iyi kılınç imâline imkân yoksa, aslı fenâ insanı terbiye ile
ıslâh da mümkün değildir. Nitekim letâfet-i tab‘ında şüphe olmayan yağmur bile bağda lâle, fakat
çorak yerde çörçöp hâsıl eder” kıt‘asını söyler ve bu beyitleri de ilâve eder:
fIBÎà jI ½JÄm ÊiÌq Åοk
ÆAej¸¿ ©ÍBy ½À§ ÁbM Ë ie
OnÃBÄچ Æej· ÆAfIBI ÓÍ̸ÎÃ
ÆAej¿ ¹Îà ÔBVI Æej· fI É·
“Çorak yerde sünbül yetişmeyeceği için, tohm-ı sa‘yini beyhûde heder etme! Fenâlara iyilik
etmek, iyi insanlara fenâlık etmeye benzer!” (s. 74)
Bu hikâye gösteriyor ki Sâdî, verâset te’sîri muvâcehesinde terbiyeyi kudretsiz bulur.
Denebilir ki, bu hususda “Öjenik”cilerin, yâni “nesl-i beşeri ıslâh” tarafdarlarının gayr-ı irâdî
pişvâsıdır.
Şu hikâye münâsebetiyle mevzû-ı bahs etdiği kanâati Sâdî Gülistân’ın yedinci (Te’sîr-i
Terbiyet) bâbında dîger bir hikâye içinde tekrar ve te’yîd etmişdir. O zarif fıkra şudur:
“Vüzerâdan biri ahmak olan oğlunu bir âlime tevdî ederek ‘Bu çocuğu terbiye et, belki
akıllanır’ tenbîhinde bulunur. Âlim, bir müddet çocuğun tâlim ve terbiyesiyle uğraşır fakat hiç bir
semere elde edemez. Nihâyet babasına birisi vâsıtasiyle şöyle bir haber gönderir: Bu çocuk
akıllanmıyor, beni de dîvâne ediyor!”
Fıkrayı şu beyitler tâkîb ediyor:

½IB³ jÇÌ· ½uA eÌI ÆÌچ
fqBI jQA ËieAi OÎIjM
ej· fÃAfà ̸à ½´Îu چÎÇ
ÔÌr¿ ÉÃB¸N°Ç ÔBÍifI ¹m
fqBI jMfμ{ fqjM ɷ
fÃjI ɸÀI tj· ÓnΧ ja
fqBI ja kÌÄÇ fÍBÎI ÆÌچ
“Terbiyenin te’sir bırakabilmesi için cevherin aslen kâbiliyetli olması lâzımdır. Cinsi fenâ
olan demiri hiç bir cilâ ıslâh edemez. Köpeği yedi denizde yıkama, çünkü ıslandıkça murdar olur.
Bilfarz Îsâ’nın eşeğini Mekke’ye götürseniz, avdet etdiği zaman yine eşekdir!”
Aynı istikâmet-i fikriyye dâhilinde, yâni fıtrî kâbiliyetin lüzum ve zarûreti bahsinde
Gülistân’ın muhtelif yerlerinde fıkralar mevcuddur. Meselâ sekizinci (Âdâb-ı Sohbet) bâbındaki
küçük bir manzûmenin ihtivâ etdiği zarif bir fıkra da bu mevzû dâhiline idhâl olunabilir: (s. 75)
“Câhilin biri bir eşeğe konuşmayı öğretmek için uğraşır, dururmuş. Oradan geçen bir hakîm
bu hâli görerek demiş ki: ‘Be hey câhil! Hayvanın senden konuşmayı öğrenmesine imkân yokdur,
hiç olmazsa sen ondan sükûtu öğren!”
§ Çocuk rûhiyyâtiyle iştigâl edenler hayât-ı beşerde çocukluk devrinin neye yarayacağını ve
insan çocukluğunun dîger hayvanlardakine nisbetle neden daha imtidadlı olduğuna îzâh için
Gülistân’ın sekizinci bâbındaki şu beyitleri hatırlamalıdır:
fJ¼ ÔkËi Ë fÍE ÆËjI ÉzÎI kA ¹«j¿
lÎÀM Ë ½´§ kA jJa eiAfà ÉچI Ó¿eE Ë
fÎmjà ÔlÎچI Or· Ón· ÊB·Bà ɸÃE
lÎچ ÉÀÇ kA Oqh¸I PBÎz¯ Ë ÅθÀNI ÅÍË
OnÎà tif³ ÆE kA OnÇBU ÉÀÇ ÉÄθIE
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
237 Âdem CEYHAN

lÍl§ OnÃE kA fÍE OmfI iAÌqe ½¨»
Yâni “Kuş yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz rızkını arayabilir. İnsan yavrusu ise akıl ve
temyîzden haberdar bile değildir. Birden kemâle eren kuş hiç bir mertebeye erişemez. İnsan
yavrusu ise temkin ve fazîlet ile, yâni tedrîc ile ona her hususda tefevvuk eder. Sırça, her yerde çok
olduğu için kıymetli değildir. Cevherin kıymetdâr olması ele geçmesinin müşkilâtındandır.”
Filhakîka bugün yapılan îzahlara göre çocuk doğduğu andan itibâren tâ bülûğ zamânına
kadar, belki daha fazla bir müddetle insan olmak için lâzım gelen maddî, rûhî kâbiliyetleri
edinmeğe uğraşıyor. Çocukluğun imtidâdı yeni intibâlar, yeni şekiller almak kâbiliyetinin devâmı
demekdir. Hayvanlarda çocukluk müddetinin mahdûd olması da namzed oldukları hayâtın ve
vazîfelerin pek ibtidâî bulunduğuna delâlet eder.
Şarkın ve dünyânın en büyük mütefekkirlerinden biri olan Sâdî zâhiren basit olan şu
“civciv- çocuk” mukâyesesiyle bugünkü biyoloji tedkiklerinin bir îzâhını yedi buçuk asır evvel
[fikr-i] dâhiyânesiyle sezmiş ve hulâsa etmiş demekdir.
§ Gülistân’ın “Te’sîr-i Terbiyet” hakkındaki yedinci bâbında Şeyh Sâdî hikâye (s. 76)
münâsebetiyle bülûğun alâmâtı hakkındaki kanâatini ifâde ediyor ki ilk gençlik rûhiyyatına taallûk
etdiği için buraya naklediyorum:
“Çocukdum, bir büyükden bülûğ hakkında mâlûmât istedim. ‘Kitaplarda üç alâmeti olduğu
söylenmişdir’ dedi. Birincisi on beş yaşına vâsıl olmak, ikincisi ihtilâm olmak, üçüncüsü kasık
tüyü gelmek. Ammâ hakîkatde bir nişânı vardır ki o da kendisinde rızâ-yı Bârî kaydının hazz-ı
nefs kaydına mukaddem olmasıdır. Her kim ki onda bu sıfat mevcud değildir, ehl-i tahkîk onu
bâliğ saymazlar.”
Bülûğ çağı hakkında Sâdî’nin dürüst ve hemen hemen tam olan uzvî târiflerinden kat‘-ı
nazar, sonuncu kaydı, cidden câlib-i dikkatdir. Çünkü ilk gençliğin bâriz evsâf-ı rûhiyyesinden biri
de ferdin nefsinden hârice taşması ve fikren cemiyet, gâye, insanlık, nihâyet ulûhiyet gibi yüksek
ve mücerred mefhumlara doğru yükselmesidir.
Sâdî’nin bülûğ hakkındaki bu fıkrasını mânen ona merbût bir kıt’a tâkîb eder ki bir çok
emsâli gibi bu da eğer teşbih zarâfetini ihlâl etmese, kuvvet itibâriyle dinamit kabîlindendir
denebilir:
LE Êjñ³ fq Ó¿eE PiÌvI
fÃB¿ ÁYi ifÃA iAj³ tkËi ½چ É·
OnÎà LeA Ë ½´§ Ai É»Bm ½چ j· Ë
fÃAÌa Ó¿eE fÍBrà μδZNI
“Kırk gün rahm-ı mâderde kalan bir damla su, insan sûretine inkılâb ediyor. Şu hâlde kırk
yılda akıl ve edeb iktisâb edemeyene insan demek lâyık değildir.”
§ Mekteplerde inzibât mes’elesine, bilhassa inzibâtdaki mülâyemet ve şiddetin hisse ve
derecesine temâs eden şâyân-ı ibret bir hikâyeyi yine “Te’sîr-i Terbiyet” bâbından aynen
naklediyorum:
“Diyâr-ı Mağrib’de bir mektep hocası gördüm ki, ekşi yüzlü, acı sözlü, [bed-hûy] merdüm-
âzâr ve dilenci tabiatlı, fâsık bir adamdı. Onu gören müslümanın işi rast gitmez ve Kur’ân okuması
insanın gönlünü siyah (s. 77) ederdi. Bir takım temiz çocuklar ve bâkire kızcağızlar, onun dest-i
cefâsına esîr olmuşdular. Ne gülmeğe cür’etleri, ne de konuşmaya kudretleri vardı. Bâzan birinin
ârız-ı sîmînine bir tokat vurur, bâzan ötekinin sâk-ı billûruna bir sille indirirdi. Nihâyet işitdim ki
zâlimliği anlaşılarak onu döğmüşler ve koğmuşlar. Mektebi de sâlih bir zâta tevdî etmişler ki sûfî,
selîm, güzel huylu, halîm, zarûret olmadıkça konuşmaz ve kimseyi incitecek bir söz tefevvüh
etmezdi. Çocuklar, ilk hocanın korkusunu unutunca ve ikinci muallimin melek gibi ahlâkını
görünce, birbirinin şeytanı oldular ve hocanın hilmine güvenerek dersi bırakdılar ve ekser-i
vakitlerinde ancak oyun oynamak için toplanır ve yapılmamış ders levhalarını birbirlerinin başında
kırarlardı.”
iAkE Á· eÌI Ìچ Á¼¨¿ eBNmA
iAkBI ie ÆB·eÌ· fÃkBI ¹m ja
“Muallim mülâyim olursa, çocuklar pazarda birdir bir oynarlar.”
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 238

“İki hafta sonra o mescidin kapısından geçdim ve muallim-i sâbıkı gördüm ki gönlünü hoş
etmişler ve yine makâmına iâde eylemişler. Müteessir oldum ve lâ havl okuyarak yine, dedim,
neden iblisi meleklere muallim yapmışlar? Sözümü cihan-dîde bir pîr işitdi ve bana bu beyt ile
cevâb verdi:
eAe KN¸ÀI jn{ ÓÇBqeB}
eBÈÃ iBÄ· jI sÎÀÎm `Ì»
ilI ÉNqÌÃ ËA `Ì» jI
if{ jÈ¿ k ÉI eBNmA iÌU
Yânî “Pâdişâhın biri oğlunu mektebe verir, gümüş yazı tahtasını da koltuğunun altına koyar.
O levhanın üzerinde altunla yazılıdır ki: Hocanın şiddeti, babanın şefkatinden hayırlıdır.”
Bu hikâyede Sâdî’nin lüzûmundan fazla hilm ve mülâyemet kadar cebr ve şiddeti de tasvîb
etmediği kâfî derecede vâzıhdır. (s. 78)
§ Aynı bâbın dîger bir yerinde Sâdî şöyle bir hikâye naklediyor:
“Ulemâdan biri bir şehzâdeye ders verirken, bî-muhâbâ döğer ve hesapsız tekdîr edermiş.
Çocuk bir gün babasına şikâyet etmiş ve elbisesini çıkararak dayak izlerini göstermiş. Babasının
canı sıkılarak hocayı celb ile ‘Sen teb‘amın çocuklarına bu kadar cefâyı lâyık görmediğin hâlde
benim evlâdıma bu gadrin sebebi nedir?’ demiş. Muallim şu cevâbı vermiş: Herkese düşünerek
söylemek ve hareket etmek lâzımsa da hükümdar için elzemdir. Çünkü mülûkün elinden ve
dilinden çıkan her şey, ağızdan ağza tekrâr eder, avâmın kavli ve fiili ise o kadar dikkati celb
etmez! Şu hâlde hükümdar çocuklarının tashîh-i harekâtı için avâmınkinden daha ziyâde şiddet
göstermek zarûrîdir.”
Sâdî’nin bu hikâye arasında îrâd etdiği bir kıt‘ayı terbiyenin zaman ve mevsimi hakkındaki
kanâati ifâde etdiği için naklediyorum:

fÄĸà LeA sÍeja ie É· jÇ
OmBajI ËkA `ݯ Ó·ilI ie
چÎ{ ÓÇAÌa ɸÃBÄچ AijM LÌچ
OmAi sMFI lU ¹ra eÌrÃ
Yâni “Küçüklüğünde te’dîb edilmeyenin büyüklüğünde felâh ihtimâli yokdur. Yaş fidanı
istediğin gibi eğip bükersin; kuru ağaç ateşden başka şeyle doğrulmaz!”
§ Gülistân’ın muhtelif fasıllarında terbiyeye, ahlâka, âdâba ve içtimâî hayâta taallûk eden
pek çok fıkralar ve vecîzeler vardır. Ben bunların mevzûmuza mümkün olduğu kadar taallûk eden
bâzı kısımlarını iktibâs ediyorum.
İkinci, yâni Der-Ahlâk-ı Dervîşân faslında şöyle bir hikâye var:
“Üstâdım bana mûsikî ve yârân meclislerinde bulunmamayı nasîhat ederdi. Ben de gençlik
sâ’ikasiyle devamdan men‘-i nefs edemezdim. Bir gün bir mûsikî mahfilinde pek ziyâde fenâ sesli
bir mugannîye tesâdüf etdim. O gece çok azap çekdim. Ertesi (s. 79) günü herifi görünce riâyet
gösterdim, bir de altın verdim. Ahibbâ bu hareketime şaşdılar. Hâlbuki ben bu nevi meclislerden
şu mutrib sâ’ikasiyle el çekmiş olmamın şükrânesini vermişdim. Nitekim Lokmân’a ‘Edebi
kimden öğrendin?’ diye sormuşlar. O da ‘Edepsizlerden öğrendim. Çünkü onlarda benim nazarıma
hoş gelmeyen ne gördümse, o ef‘âli işlemekden ictinâb etdim’ demiş.”
Üçüncü bâbın sonunda zarif bir hikâye daha vardır ki bu mevzûa mânen merbût ve
münâsebetsiz şeklindeki fart-ı gayret erbâbı hakkında dâ’imâ îrâdı mümkündür:
“Pek fenâ sesli bir adam bağırarak Kur’ân okuyordu. Yanından bir hakîm geçerken, ‘Bu
hizmete mukâbil aldığın maaş nedir?’ diye sordu. O ‘Hiç!’ diye cevap verdi. ‘O hâlde ne için bu
zahmete katlanıyorsun?’ suâline mukâbil de ‘Allah rızâsı için’ dedi. Bunun üzerine hakîm ‘Öyle
ise Allah rızâsı için okuma!’ ricâsında bulundu.”
Kanâatin Fazîleti unvanlı bapda bulunan:
OnÃej· j·g Ë ÅNnÍk ÔAjI ÆeiÌa
OnÃeiÌa jÈI kA ÅNnÍk É· f´N¨¿ ÌM
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
239 Âdem CEYHAN

“Yemek yaşaman ve zikr-i Hak’da bulunmak içindir. Hâlbuki sen yaşamayı yemek için
zannediyorsun” meâlindeki beyt, Molyer’in garpda bir darb-ı mesel olan latîfesine ne kadar
benzer.
Sâdî’nin hayat hakkındaki telâkkisi çok tabîî ve insânîdir. Meselâ Hicâz kerbânında bürehne
ser ü pâ bir fakir lisânından söylediği
ÂiBI jÍk jNmA Ìچ ÉÃ ÂiAÌm jNq AjI ÉÃ
ÂiBÍjÈq ÂÝ« Éà OΧi fÃËAfa ÉÃ
ÂiAfà ÂËf¨¿ Õ ÓÃBrÍj{ Ë eÌUÌ¿ Á«
ÂiE jnI ÔjÀ§ Ë ÊeÌmE Áà lο Ón°Ã
“Ne devenin üstünde, ne de katır gibi yük altındayım. Ne teb‘anın efendisi, (s. 80) ne
pâdişâhın kölesiyim. Varlığın gamından ve yokluğun perîşanlığından âzâde ve âsûde yaşar ve
ömrümü bu sûretle ikmâl ederim” kıt‘asiyle ser-âzâdlığın zevkıni terennüm eder. Mâmâfih Sâdî
rind-meşreb olmakla berâber hiçbir zaman maddî hayâtı, lüzûm-ı refâh ve gayreti ihmâl husûsunda
telkînâtda bulunmaz. Bilakis:
tÌ{ ÓÇAÌa Éچ jÇ Ë tÌ· ½À§ i
tËe jI Á¼§ Ë Éà jm jI XBM
OnÎÃ ÓqÌ{ pÝ} ie ÔfÇAk
tÌ{ o¼A Ë tBI ºB} fÇAk
“Bir işe çalış da istediğini giy! İlim ile tezeyyün et, başına taç koy! Zâhidlik eski giymekle
değildir, zâhid-i pâk ol da istersen atlas giy!”
Sâdî’nin bir hikâye münâsebetiyle îrâd etdiği:
lοE OZ¼v¿ ®Ëie
lθÃA ÉÄN¯ OmAi kA ÉI
“İş bitiren yalan, fitne çıkaran doğrudan hayırlıdır!” meâlindeki beyti, bir darb-ı mesel
şeklinde edâ olunur. Âşikâr ki Gülistan mübdii yalancılık hakkında ahlâkî bir müsâhele göstermiş
değildir. Nitekim dîger bir yerde:
LAËekA OmjNÈI Ó¿eE μñÄI
LAÌu Ô̸à j· ÉI ÌM kA LAËe
Yâni “İnsan, hayvanlara nutuk ile fâ’ik olduğuna göre, sen doğru söylemezsen, hayvanlar
senden iyidir” diyor.
Gülistân’ın bütün ahlâkî vecîzelerini zikretmek bu mevzûun ve bilhassa bu makâlenin
kudret-i tahammülünden fazla olur. Bunların pek çoğu öyle âlemşumûl ve insânî esaslardır ki, her
zaman ve mekânda kâbil-i îrâd ve istifâdedirler. Bahsi ikmâl ederken bunlardan pek meşhur olan
birini zikretmeden geçemeyeceğim: (s. 81)
fÃj¸Íf¸Í ÔBz§A ÂeE ÓÄI
fÃjÇÌ· ¹Í k sÄÍj¯E ie É·
iB·kËi eiËE eifI ÔÌz§ Ìچ
iAj³ fÃBÀà AiBÇÌz§ j¸Íe
ÓÀ« ÓI ÆAj¸Íe OÄZ¿ k É· ÌM
Ó¿eE fÄÈÃ O¿BÃ É· fÍ BrÃ
“Âdem oğulları aynı bedenin âzâsıdırlar. Çünkü hılkatde aynı cevhere mensupdurlar. Tâli‘
bir uzva elem verirse, diger uzuvlar için de imkân-ı huzur kalmaz. Ey başkalarının mihnetine lâ-
kayd olan! Sana insan unvânı şâyân değildir!”
Bu mesnevî, ihtivâ etdiği kudret-i teblîğ ile, yüksek ve insânî kanâat ile sanki on sene evvel
bilfarz Jores’in ağzından çıkmış bir sosyalist hitâbesi zannolunabilir. Filhakîka yüksek başlar
mürtefi şâhikalar gibi her zaman ve mekânda mümâsil vasıflar gösteriyor.
İbrâhim Alâeddin. (s. 67)
Eğitim Bakımından Gülistan
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 240

Öğretmen okulları programında eğitim tarihinin bazı kısa meseleleri de bulunmaktadır.
Fakat doğu eser ve düşünürleri bu bakış noktasından hemen hiç incelenmemiş olduğu için,
öğretmen adaylarına verilen fikirler, tabiatiyla çok defa yalnız batı kaynaklarına mahsus kalıyor ve
eğitim hakkındaki düşüncelerin, asırların dedikodusu içinde sadece batıda bahis konusu olduğu
kuruntusu ortaya çıkıyor.
Pek fazla temenniye değer ki, imkân ve vesikaları ve bilhassa liyakati bulunan
öğretmenlerimiz, doğu düşünürleri ve eserleri arasında mesleğimizle alâkası olan mesele ve
fikirleri bir birinin ardı sıra toplasın ve yayımlasınlar, tâ ki yavaş yavaş bizde de bir eğitim tarihine
esas olacak vesikalar meydana gelmiş olsun.6
Ben Şeyh Sâdî’nin Gülistân’ında eğitime dair bazı vecizelerin bulunduğunu bilir ve idâdî
tahsilimden beri bunları kısmen hatırlardım. Fakat bir gün Gülistân’ın çocuk psikolojisine dair bir
görüşüne, nasihattan daha derin bir izahına rastladım. Aşağıda bahsedeceğim bu çok dikkate değer
kıt’a, çocukluğun neye yaradığı hakkında zamanımız düşünürlerinin yaptıkları izah tarzını pek
kısa, öz ve mükemmel bir şekilde ifade ediyordu. Bunun üzerine Gülistân’ı bir eğitim ve psikoloji
heveslisi ve ilgilisi gözüyle bir defa dikkatlice okumaya karar verdim. Farsça bilgim kuvvetli
olmadığı için, Gülistân’ın aslıyla birlikte Türkçe iki şerhine ve Fransızca iki tercümesine de baş
vurmak zorunda kalıyordum. Dilimiz adına üzülerek söylemek mecburiyetindeyim ki, bunların
arasından en fazla Defrémery (Döfremeri)’nin (s. 68) mükemmel tercümesinden faydalandım.7
Bütün Avrupa dillerinde Gülistân’ın birçok ve mükemmel tercümeleri bulunduğu ve meselâ
İngilizce’de yirmi beşi geçen Gülistan tercümesinin varlığı düşünülürse, dilimizde hiç olmazsa bir
tane çevirinin bulunmaması ve Fars ağzıyla yazılmış şerhlerin de Türk gençleri için takibe değer
kıymet ve lezzette bulunma[ma]ları, ayrıca üzülmeye lâyıktır.
§ Şeyh Sâdî’nin Gülistânı’nı eğitim ve psikoloji bakımından incelemeye başlarken, bu
şaheserin aslı ve içine aldığı şeyler hakkında umumî ve kısa bir tahlil yapmayı, faydasız
görmedim. Okuyucularımın bir kısmı böyle bir özete muhtac olmasa bile bir başka bir kısmı ondan
faydalanacaktır sanırım. Çünkü bizim geleneğe bağlı öğrenimin şekli değiştiği zamandan beri
yetişen gençlerin, bu gibi ana eserlerle dostlukları çok azalmıştır. Hâlbuki Sâdî:
Ó´J ½·k fÍE iB· ÉچI
Ó³iË jÎI Å¿ ÆBNn¼· k
fqBI sqË kËi WÄ{ ÅÎÀÇ ½·
fqBI tÌa ÉrÎÀÇ ÆBNn¼· ÅÍË
Yani: “Bir yaprak gülden ne fayda görürsün? Benim Gülistân’ımdan bir yaprak al ki, gülün
ömrü beş, altı güne mahsus olduğu hâlde, bu Gülistan sonsuza kadar güzelliğini korur” beytiyle
tam olarak söylediği gibi, Gülistan; dünyanın ebediyete aday ve miktarı pek sınırlı şaheserlerinden
biridir.
Gülistan; şekil itibariyle küçük küçük nesir ve nazım parçalarından meydana gelmiştir.
Orada yedi sekiz beyti geçen manzumelere, bir iki sayfaya ulaşan mensurelere az rastlanır. Uzunca
bir hikâye bile sırası gelince söylenmiş olan beyitler, kıt’alar ve mesnevilerle aralıklıdır.
Şekle ait olan bu çeşitlilik cazibesi bile belki kitabı, yazarın kendi tabiriyle (s. 69) “her an
hoş yapan” bir tesir edici olmuştur. Hele ruh ve mana itibarıyla bu cazibe büsbütün kuvvetlidir.
Gülistân’ın belki her sayfasında yüksek, içe işleyici, fakat aynı zamanda şuh ve şakrak bir ruhun
yayılma tesiri duyulur. Orada hikmete ait şeyler, somurtkan bir nasihat edici olmaktan çok uzaktır.
Nitekim kendisi de kitabının sonuna yakın bir yerde ÉNbοE jI O¯Aj£ fÈrI OZÎvà c¼M ÔËiAe cümlesiyle acı
nasihat ilâcını zarafet balıyla karıştırarak sunduğunu söylüyor. Şiir, tasavvuf, felsefe, ahlâk,
hikâye, fıkra, latîfe, Gülistan’da ne güzel karışıp birbirine uygun düşmüştür.
Kitabın başlangıcı, İslâm âdetine uyarak Cenab-ı Hakk’ın şanının büyüklüğünü ve
yaratılmış olanların şükran hamdini eder. Bundan sonra Hazret-i Fahr-i Kâinât Efendimizin
peygamberce vasıflarına ait parçalar gelir.

6
Faziletli arkadaşım M. Cevdet Bey’in doğu öğretim ve eğitim tarihine ait hazırladığı ve bir defa yangına uğradıktan sonra
tekrar yazmaya başladığı eserin yakında sona ermesi ve yayımlanması temennisini burada da anıp tekrar edeyim.
Turkish Studies
7 Gulistan ou le Parterre de rose. Tarduit par: Defrémery.
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
241 Âdem CEYHAN

Allah ve Peygamber aşkını veciz ve derin bir şekilde ifade eden bu parçalardan sonra Sâdî,
zamanının padişahı Muzafferü’d-dîn Ebû Bekir bin Zengî’nin övülmeye lâyık iş ve hareketlerine
birkaç sayfa ayırmakta, ondan sonra da “Kitabı Yazış Sebebi”ni söylemektedir.
Sâdî, Gülistân’ın telif sebebi hakkında yazdığı mensur ve manzum parçalarda öz olarak
şunları söylemektedir: Şeyh Sâdî, bir gece geçmiş günlerini düşünür ve hayatının elli yılını gaflet
içinde geçmiş sayarak geri kalan beş günde ahiret[te kurtuluş ve saadet] vesilelerini hazırlamak
lâzım geldiğini, bunun için de dünya hayatından el çekerek tenhada yalnız yaşamayı ve artık
perişan sözlerine son vermeyi tasarlar. Fakat dostlarından biri bu itikâf (bir yere kapanıp ibadetle
vakit geçirme) ve susma niyetini uygun bulmayarak ve “Ali’nin Zülfikar’ı kınında, Sâdî’nin de dili
ağzında durması, akıllı insanların görüşüne aykırıdır” diyerek çokça ısrar eder. Sonunda Sâdî sükût
ve itikâf kararını değiştirerek dostuyla sohbete başlar ve ferahlamak için gezintiye çıkarlar.
Gezinti, bahara, gülün saltanat zamanına, bülbülün dal minberleri üzerinde şakıdığı zamana
rastlıyor.. Sâdî, geceyi dostlarından birinin güller, lâleler, kuşlar ve meyvelerle taze, nefis
bahçesinde geçiriyor.. Ertesi sabah dönerken, eski dostunun eteğini gül, fesleğen, sümbül gibi bir
çok çiçeklerle doldurduğunu görüyor ve ona diyor ki: “Kalıcı olmayan bu şeylere gönül bağlamaya
gelmez.. Sana bir Gülistan (s. 70) yazayım ki, güz rüzgârı onun yaprağına zarar vermesin ve
zamanların birbirini takip edişi, onun bahar hâlini bozmasın!”
Bunun üzerine dostu eteğindeki gülleri dökerek Sâdî’nin eteğine yapışıyor; sözünü yerine
getirmesini rica ediyor. İşte bir iki bölümü o birkaç gün içinde karalanan Gülistan, bu vesile ile
meydana gelmeye başlıyor.
§ Gülistan, sekiz bâba ayrılır. Birinci bap padişahların hâli, tavrı, ikinci bap dervişlerin
ahlâkı, üçüncü bap kanaatin fazileti, dördüncüsü susmanın faydaları, beşincisi aşk ve gençlik,
altıncısı zayıflık ve ihtiyarlık, yedinci bap terbiyenin tesiri, sekizinci bap da sohbetin kaideleri
hakkındadır.
§ Gülistan, Hicret’in altı yüz elli altıncı senesinde [milâdî 1258’de] yazılmıştır.8
Sâdî bunu
(s. 71) şu tarihî kıt’a ile ifade ediyor:

8
Sâdî (Şeyh Muslihüddîn- Şîrâzî) İran şairlerinin pek büyüklerinden ve sûfîlerin bilgelerinden olup altıncı Hicrî asır
sonlarında ve Fars atabeklerinden Sa‘d bin Zengî’nin zamanında Şîraz’da doğduğu için anılan hükümdara mensup
bulunmuş olan babası tarafından onun adına nisbetle “Sâdî” ismi verilmişti. 102 sene ömür sürüp çocuklukla geçen
12 seneden başka ömrünün 30 senesini tahsille, 30 senesini seyahat ve askerlikle, 30 senesini de inziva ve ibadetle
geçirdiği meşhurdur.
691 [1292] tarihinde vefat ettiği bilinmiş olup bu hâlde 589 [1193] tarihinde doğmuş olması ve Gülistân’ı yazdığı 656
[1258] senesinde 67 yaşında olması gerekir. Hâlbuki kendisi Gülistan’da ÓIAÌa ie Ë O¯i ÊBVÄ{ É· ÔA [Ey elli yılı
gitmişken hâlâ uykuda olan] mısraiyle elli yaşlarında olduğunu gösteriyor. Bundan dolayı doğumu daha sonra olup
vefatında doksan yaşlarında olması gerekir. Nazımda Firdevsî ve Enverî’den başka benzeri olmayıp nesirde ise
eşsiz sayılabilir. Gülistan, Bostan adlı meşhur kitaplariyla divanları ve kasideleri, mülemmaları ve diğer şiirleri,
fesahat ve belâgatine ve fazilet ve olgunluğuna adil delildir. Latifelere ve edipçe nüktelere meyli ve pek neşeli, hoş
yaratılışı olduğundan, daima büyüklerin meclislerinde bulunurdu. Hümâm-ı Tebrîzî ile bazı şakalaşmaları
geçmiştir. Hayatında yazdığı eserler, dünyanın her tarafına yayılıp büyük bir şöhret ve itibar kazanmış olduğundan,
her yerde fevkalâde hürmet ve itibara mazhar olurdu. Bağdad’da Nizâmiye Medresesi’nde meşhur Şeyh Ebü’lferec
Cevzî’den ilim tahsil etmiş ve bir müddet anılan medresede ders de vermiştir. Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî ve
tarikat kurucusu Hazret-i Abdülkadir Geylânî’nin müridi olmuştu. On dört defa hacca ve Ravza-i Mutahhara
ziyaretine gidip ömrünün büyük bir kısmını Irak ve Şam’da geçirmiş ve Mısır, Rum, Horasan, Hind, Mâverâü’nnehr
ve Kâşgar’a kadar seyahat ve din için çalışıp savaşma yoluyla gitmiş ve Haçlı savaşlarında Frenklerin eline
esir düşüp bir müddet Trablus Şam istihkâmının yapılmasında işçi takımıyla çalıştırılmış ve sonunda Halep
zenginlerinden biri tarafından fidye ile kurtarılmıştı. Şiraz civarında inzivaya çekilip ibadetle meşgul olduğu vakit
devrin büyükleri ziyaretine gidip leziz yemekler takdim etmekle yediğinden fazlasını oradan geçen oduncular
yesinler diye bir zembille pencereden asmayı âdet edinmişti. En büyük şöhreti gazele ait şeylerde olup bunların
çoğu tasavvufî işaretler ve ârifçe hakikatleri ihtiva eder. Gülistan ve Bostân’iyle diğer bazı eserleri Avrupa’nın pek
çok diline defalarca çevrilmiştir. Türkçe’de birçok şerhleri ve Gülistan’ın güzel bir Arapça tercümesi de vardır ki
Mısır’da basılıp yayımlanmıştır. Eserlerinin tamamı İran’da ve Hindistan’da defalarca basıldığı gibi, Gülistan ve
Bostan’ı İstanbul’da da defalarca basılmıştır. Kabri bugün mamur ve ziyaret yeridir. Şiirleri örnek verme
gereğinden kurtulmuş olacak derecede meşhur olduğundan, yalnız şu bilgece beytini söylemeyi kâfî görürüz:
iBÎqÌÇ j¤Ã ie lJm ÆBNaie ºjI
iB·ej· O¯j¨¿ OnÍjN¯e Ó³iË jÇ
[Akıl sahibinin nazarında, ağaçların yeşil yaprakları, Allah’ın varlığını anlamak için birer defterdir].
[Ş. Sâmî], Kamûsü’l-a‘lâm, [İstanbul 1311/ 1894, IV, 2572-73].
Turkish Studies
§ Laros Ansiklopedisi’ndeki kayıtlara göre, Sâdî, Mîlâd’ın 1184 senesine rastlayan Hicret’in 580 senesinde doğmuş ve
1291 Mîlâdî, 690 Hicrî tarihinde vefat etmiştir. Bu rivayete göre, Gülistan müellifi, Şemsî hesapla 107, kamerî
sene hesabiyle de 110 sene yaşamış demektir.
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 242

eÌJqÌa O³Ë AiB¿ ɸMf¿ ÆAie
ÌJrq Ë ÊBVÄ{ Ë fvrq PjVÇk
ÁÎN°· Ë eÌI OZÎvà B¿ eAj¿
ÁÎN¯i Ë ÁÍej· AfaBI O»AÌY
Şu basit özeti yaptıktan sonra Gülistan’ın terbiye ve psikoloji hakkındaki fikirlerini
araştırmaya başlayalım. Ancak unutmamalı ki bu fikirleri yedinci bâba mahsus zannedersek, çok
aldanırız. (s. 72) Şâir, Gülistan’ın her tarafında ahlâka, terbiyeye, sosyal hayata ve insan ruhuna
temas eden ve ait olan vecizeler söylemiş; kaideler ifade etmiştir.
§ Gülistan gibi türlü türlü fikirlerin haşir ve neşrolduğu yedi asırlık bir şiir ve edep
kitabında eğitim ve psikoloji meselelerinin intizam ve insicamla bahis konusu edilmemiş olacağını
hatırlatmaya bile lüzum yoktur. Orada ahlâkî, sosyal veya siyasî her kanaat gibi rûhî ve terbiyevî
bahislere de çeşitli fıkralar ve hikâyeler vesilesiyle ancak temas edilmiştir. Fakat şeklen üstünkörü
olan bu dokunma, çok defa ruh ve mana itibariyle pek derin ve düşündürücüdür.
Gülistan’ın terbiye (eğitim) hakkında asırlardan beri birer atasözü hâlinde ağızdan ağza
dolaşan vecizelerinden birkaçını birinci baptaki bir hikâye münasebetiyle söylenmiş buluruz.
Hikâyenin özü şudur:
“Bir hırsız takımı yakalanır. Padişah hepsinin idamını emreder. Vezirlerden biri, hırsızlar
arasında ve henüz ilk gençlik çağında bulunan birini, ileride ve terbiye sayesinde faydalı bir yiğit
olabileceği şefaatiyle kurtarmak ister. Akıllı ve hikmet sahibi olan padişah, bu aracılığı uygun
bulmayarak şu cevabı verir:
OmfI teBÎÄI É· jÇ ejθà ÆB¸Îà ÌMj}
OmfJÄ· jI ÆB·ej· ÆÌچ Ai ½ÇA Bà OÎIjM
Yani: “Aslı fena olanlar, iyi insanların tesirinden faydalanamazlar. Lâyık olmayanı
terbiyeye kalkışmak, kubbe üzerinde ceviz durdurmaya benzer!”
Bunun üzerine (vezir) genç haydudun ıslahının mümkün olacağı hakkında birtakım deliller
söyler ve nitekim:
¢Ì» jnÀÇ Or· iBÍ ÆAfI BI
fq Á· sMÌJÃ ÆAfÃBa
fÄچ ÔkËi ±È· LBZuA ¹m
fq Âej¿ Ë O¯j· ÆB¸Îà ÓI
“Karısı, kötülerle dost olduğu için, Hazret-i Lût’un peygamber ailesinden olma şerefini
kaybetti (s. 73) ve Ashâb-ı Kehf’in köpegi birkaç gün iyilerin izini takip ettiği için insan
derecesine ermişti” diyerek rica ve müdafaasını kuvvetlendirir. Sonunda diğer vezirlerin de
ricasının katılmasıyla padişah yol kesicinin oğlunu istemeyerek affeder. Delikanlı, yıllarca vezirin
sarayında mükemmel öğretim ve terbiye görerek yetişir ve herkesin sevgisini kazanır. Fakat buna
rağmen akıllı ve bilgili padişah tebessüm ederek:
eÌq ºj· ÊeAk ºj· OJ³B§
eÌq ºilI Ó¿eE BI Éچ j·
Yani: “İnsanlarla birlikte büyümüş olsa bile kurdun oğlu sonunda kurt olur” demekten geri
kalmaz. Gerçekten bu delikanlı bir zaman sonra şehrin kötülük eden fesatçılarıyla birleşerek bir
çete kurar ve veli-nimeti olan veziri, iki oğluyla birlikte öldürdükten ve servetini de çaldıktan
sonra babası gibi dağa çıkar ve aslına döner. Bundan haberdar olan padişah:
Ón· fÄ· ÆÌچ fI ÅÇEk ¹Îà jÎrÀq
o· ÁθY ÔA eÌrà OÎIjNI o·BÃ
OnÎà ²Ýa s¨J O¯Bñ» ie É· ÆAiBI
oa Ë ÂÌI ÊiÌq ie Ë fÍËi É»Ü ®BI ie

Turkish Studies
Döfremeri de şairin hayatına ait ve bol vesikaya dayanan uzun girişinde çeşitli rivayetleri mukayese ederek bu tarihleri
diğer ihtimallerden daha kuvvetli bulmaktadır.
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
243 Âdem CEYHAN

Yani “Kötü bir demirden nasıl iyi kılıç yapmaya imkân yoksa, aslı fena insanı terbiye ile
ıslah etmek de mümkün değildir. Nitekim tabiatının güzellik ve yumuşaklığında şüphe olmayan
yağmur bile bağda lâle, fakat çorak yerde çörçöp bitirir” kıt’asını söyler ve şu beyitleri de ilâve
eder:
fIBÎà jI ½JÄm ÊiÌq Åοk
ÆAej¸¿ ©ÍBy ½À§ ÁbM Ë ie
OnÃBÄچ Æej· ÆAfIBI ÓÍ̸ÎÃ
ÆAej¿ ¹Îà ÔBVI Æej· fI É·
“Çorak yerde sümbül yetişmeyeceği için, emeğinin tohumunu boşuna yok etme! Kötülere
iyilik etmek, iyi insanlara kötülük etmeye benzer!” (s. 74)
Bu hikâye gösteriyor ki Sâdî, irsiyetin tesiri karşısında terbiyeyi güçsüz bulur. Denebilir ki,
bu hususta “Öjenik”cilerin, yani “insan neslini ıslah” taraftarlarının irâdî olmayan öncüsüdür...
Şu hikâye münasebetiyle bahis konusu ettiği kanaati Sâdî, Gülistan’ın yedinci (Te’sîr-i
Terbiyet) bâbında başka bir hikâye içinde tekrar ve teyid etmiştir. O zarif fıkra şudur:
“Vezirlerden biri, ahmak olan oğlunu bir âlime emanet ederek ‘Bu çocuğu terbiye et, belki
akıllanır’ tenbihinde bulunur. Âlim, bir müddet çocuğun öğretim ve eğitimiyle uğraşır fakat hiç bir
netice elde edemez. Sonunda babasına birisi vasıtasıyla şöyle bir haber gönderir: Bu çocuk
akıllanmıyor, beni de dîvâne ediyor!”
Fıkrayı şu beyitler takip ediyor:
½IB³ ÔjÇÌ· ½uA eÌI ÆÌچ
fqBI jQA ËieAi OÎIjM
ej· fÃAfà ̸à ½´Îu چÎÇ
ÔÌr¿ ÉÃB¸N°Ç ÔBÍifI ¹m
fqBI jMfμ{ fqjM ɷ
fÃjI ɸÀI tj· ÓnΧ ja
fqBI ja kÌÄÇ fÍBÎI ÆÌچ
“Terbiyenin tesir bırakabilmesi için cevherin aslen kabiliyetli olması lâzımdır. Cinsi kötü
olan demiri hiç bir cilâ ıslâh edemez. Köpeği yedi denizde yıkama, çünkü ıslandıkça murdar olur.
Diyelim ki, Îsâ’nın eşeğini Mekke’ye götürseniz, döndüğü zaman yine eşektir!”
Aynı fikrî istikamet içinde, yani yaratılıştaki kabiliyetin gerekli ve mecburî oluşu bahsinde
Gülistan’ın çeşitli yerlerinde fıkralar vardır. Meselâ sekizinci (Âdâb-ı Sohbet) bâbındaki küçük bir
manzumenin ihtiva ettiği zarif bir fıkra da bu konu içine dahil edilebilir: (s. 75)
“Cahilin biri bir eşeğe konuşmayı öğretmek için uğraşır, dururmuş. Oradan geçen bir filozof
bu hâli görerek demiş ki: ‘Be hey cahil! Hayvanın senden konuşmayı öğrenmesine imkân yoktur,
hiç olmazsa sen ondan susmayı öğren!”
§ Çocuk psikolojisiyle uğraşanlar, insan hayatında çocukluk çağının neye yarayacağını ve
insan çocukluğunun diğer canlılardakine nisbetle neden daha uzun sürdüğünü açıklamak için,
Gülistan’ın sekizinci bâbındaki şu beyitleri hatırlamalıdır:
fJ¼ ÔkËi Ë fÍE ÆËjI ÉzÎI kA ¹«j¿
lÎÀM Ë ½´§ kA jJa eiAfà ÉچI Ó¿eE Ë
fÎmjà ÔlÎچI Or· Ón· ÊB·Bà ɸÃE
lÎچ ÉÀÇ kA Oqh¸I PBÎz¯ Ë ÅθÀNI ÅÍË
OnÎà tif³ ÆE kA OnÇBU ÉÀÇ ÉÄθIE
lÍl§ OnÃE kA fÍE OmfI iAÌqe ½¨»
Yâni “Kuş yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz rızkını arayabilir. İnsan yavrusu ise akıl ve
temyîz (iyiyi kötüden ayırd etmek)den haberdar bile değildir. Birden olgunluğa eren kuş hiç bir
dereceye erişemez. İnsan yavrusu ise temkin ve faziletle, yani derece derece ilerlemekle ona her
hususta üstün olur. Cam, her yerde çok olduğu için değerli değildir. Cevherin kıymetli olması, ele
geçmesinin zorluğundandır.”
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 244

Gerçekten bugün yapılan izahlara göre, çocuk doğduğu andan itibaren tâ bülûğ (ergenlik)
zamanına kadar, belki daha fazla bir müddetle insan olmak için lâzım gelen maddî, ruhî
kabiliyetleri edinmeye uğraşıyor. Çocukluğun uzun sürmesi yeni intibalar, yeni şekiller alma
kabiliyetinin devamı demektir. Hayvanlarda çocukluk müddetinin sınırlı olması da aday oldukları
hayatın ve vazifelerin pek basit bulunduğuna işaret eder.
Doğunun ve dünyanın en büyük düşünürlerinden biri olan Sâdî, görünüşte basit olan şu
“civciv- çocuk” mukayesesiyle bugünkü biyoloji incelemelerinin bir izahını yedi buçuk asır önce
dahice [fikriyle] sezmiş ve öz bir şekilde ifade etmiş demektir.
§ Gülistan’ın “Terbiyenin Tesiri” hakkındaki yedinci bâbında Şeyh Sâdî hikâye (s. 76)
münasebetiyle bülûğun (ergenliğin) alâmetleri hakkındaki kanâatini ifade ediyor ki, ilk gençlik
psikolojisiyle alâkalı olduğu için buraya naklediyorum:
“Çocuktum, bir büyükten bülûğ hakkında malûmat istedim. ‘Kitaplarda üç alâmeti olduğu
söylenmiştir’ dedi. Birincisi on beş yaşına erişmek, ikincisi ihtilâm olmak (düş azması), üçüncüsü
kasık tüyü gelmek. Ama hakikatte bir işareti vardır ki o da kendisinde Allah’ın rızası düşüncesinin
nefsin hazzı düşüncesinden önce gelmesidir. Her kim ki onda bu sıfat mevcut değildir, hakikatı
araştıran âlimler onu ergin saymazlar.”
Ergenlik çağı hakkında Sâdî’nin doğru ve hemen hemen tam olan uzvî (organik) tariflerini
görmezlikten gelip geçsek bile, sonuncu kaydı, gerçekten dikkat çekicidir. Çünkü ilk gençliğin
açıkça belli ruhî vasıflarından biri de ferdin kendi şahsından dışa taşması ve düşünerek cemiyet,
gaye, insanlık, nihayet ulûhiyet (Tanrılık) gibi yüksek ve mücerred (manevî, ruhî) manalara doğru
yükselmesidir.
Sâdî’nin bülûğ hakkındaki bu kısa hikâyesini mânaca ona bağlı bir kıt’a takip eder ki, bir
çok benzerleri gibi bu da eğer teşbih zarafetini bozmasa, kuvvet itibariyle dinamit türündendir
denebilir:
LE Êjñ³ fq Ó¿eE PiÌvI
fÃB¿ ÁYi ifÃA iAj³ tkËi ½چ É·
OnÎà LeA Ë ½´§ Ai É»Bm ½چ j· Ë
fÃAÌa Ó¿eE fÍBrà μδZNI
“Kırk gün ana rahminde kalan bir damla su, insan şekline dönüyor. Şu hâlde kırk yılda akıl
ve edep kazanamayana insan demek uygun değildir.”
§ Mekteplerde disiplin meselesine, bilhassa disiplindeki yumuşaklık ve sertliğin hisse ve
derecesine temas eden ibrete değer bir hikâyeyi yine “Terbiyenin Tesiri” bâbından aynen
naklediyorum:
“Mağrib diyarında bir mektep hocası gördüm ki, ekşi yüzlü, acı sözlü, kötü huylu, kalp
kırıcı ve dilenci tabiatlı, takvasız bir adamdı. Onu gören müslümanın işi rast gitmez ve Kur’an
okuması insanın gönlünü karartırdı. (s. 77) Birtakım temiz çocuklar ve bâkire kızcağızlar, onun
eziyet eline esir olmuşlardı. Ne gülmeye cür’etleri, ne de konuşmaya kudretleri vardı. Bazan
birinin gümüş yanağına bir tokat vurur, bazan ötekinin billûr bacağına bir sille indirirdi. Nihayet
işittim ki zalimliği anlaşılarak onu dövmüşler ve kovmuşlar. Mektebi de salih (iyi, dindar) bir zata
emanet etmişler ki sofu, kusursuz, güvenilir, güzel huylu, yumuşak mizaçlı, ihtiyaç olmadıkça
konuşmaz ve kimseyi incitecek bir söz söylemezdi. Çocuklar, ilk hocanın korkusunu unutunca ve
ikinci muallimin melek gibi ahlâkını görünce, birbirinin şeytanı oldular ve hocanın yumuşaklığına
güvenerek dersi bıraktılar ve vakitlerinin pek çoğunda ancak oyun oynamak için toplanır ve
yapılmamış ders levhalarını birbirlerinin başında kırarlardı.”
iAkE Á· eÌI Ìچ Á¼¨¿ eBNmA
iAkBI ie ÆB·eÌ· fÃkBI ¹m ja
“Muallim yumuşak huylu olursa, çocuklar pazarda birdir bir oynarlar.”
“İki hafta sonra o mescidin kapısından geçtim ve önceki muallimi gördüm ki gönlünü hoş
etmişler ve yine makamına geri getirmişler... Üzüldüm ve lâ havle okuyarak yine, dedim, neden
şeytanı meleklere muallim yapmışlar? Sözümü dünyayı gezip görmüş, tecrübeli bir ihtiyar işitti ve
bana şu beyitle cevap verdi:
eAe KN¸ÀI jn{ ÓÇBqeB}
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
245 Âdem CEYHAN

eBÈÃ iBÄ· jI sÎÀÎm `Ì»
ilI ÉNqÌÃ ËA `Ì» jI
if{ jÈ¿ k ÉI eBNmA iÌU
Yani “Padişahın biri oğlunu mektebe verir, gümüş yazı tahtasını da koltuğunun altına koyar.
O levhanın üzerinde altınla yazılıdır ki: Hocanın şiddeti, babanın şefkatinden hayırlıdır.”
Bu hikâyede Sâdî’nin lüzumundan fazla yumuşaklık ve mülâyimlik kadar zorlama ve
şiddeti de doğru bulmadığı, kâfî derecede açıktır. (s. 78)
§ Aynı bâbın diğer bir yerinde Sâdî şöyle bir hikâye naklediyor:
“Âlimlerden biri bir şehzâdeye ders verirken, çekinmeden döver ve hesapsız azarlar,
üzermiş... Çocuk bir gün babasına şikâyet etmiş ve elbisesini çıkararak dayak izlerini göstermiş.
Babasının canı sıkılarak hocayı çağırıp ‘Sen bana tabi olan halkın çocuklarına bu kadar eziyeti
uygun görmediğin hâlde benim evlâdıma bu zulüm ve merhametsizliğin sebebi nedir?’ demiş.
Muallim şu cevabı vermiş: Herkese düşünerek söylemek ve hareket etmek lâzımsa da hükümdar
için daha lüzumludur... Çünkü hükümdarların elinden ve dilinden çıkan her şey, ağızdan ağza
tekrar eder; cahil halkın sözü ve fiili ise o kadar dikkati çekmez! Şu hâlde hükümdar çocuklarının
hareketlerini düzeltmek için halkınkinden daha çok şiddet göstermek mecburîdir.”
Sâdî’nin bu hikâye arasında söylediği bir kıt’ayı terbiyenin zaman ve mevsimi hakkındaki
kanaati ifade ettiği için naklediyorum:
fÄĸà LeA sÍeja ie É· jÇ
OmBajI ËkA `ݯ Ó·ilI ie
چÎ{ ÓÇAÌa ɸÃBÄچ AijM LÌچ
OmAi sMFI lU ¹ra eÌrÃ
Yâni “Küçüklüğünde terbiye edilmeyenin büyüklüğünde esenlik bulup mutlu olması
ihtimâli yoktur. Yaş fidanı istediğin gibi eğip bükersin; kuru ağaç ateşten başka şeyle doğrulmaz!”
§ Gülistân’ın çeştili bölümlerinde terbiyeye, ahlâka, âdâba ve sosyal hayâta ait olan pek çok
fıkralar (paragraflar yahut kısa hikâyeler) ve vecizeler vardır. Ben bunların konumuzla mümkün
olduğu kadar alâkalı olan bazı kısımlarını alıp aktarıyorum.
İkinci, yâni Dervişlerin Ahlâkı bölümünde şöyle bir hikâye var:
“Üstâdım bana mûsikî ve dostlar meclislerinde bulunmamayı nasihat ederdi. Ben de gençlik
sebebiyle devam etmekten kendimi alıkoyamazdım. Bir gün bir mûsikî mahfilinde pek fazla fena
sesli bir şarkıcıya rastladım... O gece çok eziyet çektim. Ertesi (s. 79) günü herifi görünce saygı
gösterdim, kendisine bir de altın verdim. Dostlar bu hareketime şaştılar. Hâlbuki ben bu tür
meclislerden şu çalgıcı sebebiyle el çekmiş olmamın şükrünü yerine getirmek üzere o hediyeyi
vermiştim. Nitekim Lokman’a ‘Edebi kimden öğrendin?’ diye sormuşlar. O da ‘Edepsizlerden
öğrendim. Çünkü onlarda benim gözüme hoş gelmeyen ne gördümse, o fiilleri işlemekten
sakındım.’ demiş.”
Üçüncü babın sonunda zarif bir hikâye daha vardır ki bu konuya manaca bağlı ve
münâsebetsiz şeklindeki aşırı gayret sahipleri hakkında daima söylenmesi mümkündür:
“Pek kötü sesli bir adam bağırarak Kur’ân okuyordu. Yanından bir bilge geçerken, ‘Bu
hizmete karşılık aldığın maaş nedir?’ diye sordu. O ‘Hiç!’ diye cevap verdi. ‘O hâlde ne için bu
zahmete katlanıyorsun?’ sorusuna karşı da ‘Allah rızası için’ dedi. Bunun üzerine bilge, ‘Öyle ise
Allah rızası için okuma!’ ricasında bulundu.”
Kanaatin Fazileti başlıklı bölümde bulunan:
OnÃej· j·g Ë ÅNnÍk ÔAjI ÆeiÌa
OnÃeiÌa jÈI kA ÅNnÍk É· f´N¨¿ ÌM
“Yemek yaşaman ve Allah’ı anmak ve Ona ibadet etmek içindir. Hâlbuki sen yaşamayı
yemek için zannediyorsun!.” manasındaki beyit, Molyer’in batıda bir atasözü olan latifesine ne
kadar benzer.
Sâdî’nin hayat hakkındaki anlayış ve görüşü çok tabiî ve insanîdir. Meselâ Hicâz
kervanında yalın ayak, başı açık bir fakir dilinden söylediği
ÂiBI jÍk jNmA Ìچ ÉÃ ÂiAÌm jNq AjI ÉÃ
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Eğitim Bakımından Gülistan 246

ÂiBÍjÈq ÂÝ« Éà OΧi fÃËAfa ÉÃ
ÂiAfà ÂËf¨¿ Õ ÓÃBrÍj{ Ë eÌUÌ¿ Á«
ÂiE jnI ÔjÀ§ Ë ÊeÌmE Áà lο Ón°Ã
“Ne devenin üstünde, ne de katır gibi yük altındayım. Ne teb‘anın (bana tabi olan halkın)
efendisi, (s. 80) ne padişahın kölesiyim... Varlığın gamından ve yokluğun perişanlığından
kurtulmuş olarak rahat yaşar ve ömrümü bu şekilde tamamlarım” kıt’asıyla hürriyetin zevkıni
terennüm eder. Bununla birlikte Sâdî rind meşrebli olmakla berâber hiçbir zaman maddî hayatı,
refah ve çalışmanın lüzumunu ihmâl hususunda telkinlerde bulunmaz. Bilakis:
tÌ{ ÓÇAÌa Éچ jÇ Ë tÌ· ½À§ i
tËe jI Á¼§ Ë Éà jm jI XBM
OnÎÃ ÓqÌ{ pÝ} ie ÔfÇAk
tÌ{ o¼A Ë tBI ºB} fÇAk
“Bir işe çalış da istediğini giy! İlim ile süslen, başına taç koy! Zâhidlik eski giymekle
değildir; temiz zâhid ol da istersen atlas giy!..”
Sâdî’nin bir hikâye münasebetiyle söylediği:
lοE OZ¼v¿ ®Ëie
lθÃA ÉÄN¯ OmAi kA ÉI
“İş bitiren yalan, fitne çıkaran doğrudan hayırlıdır!” mealindeki beyti, bir atasözü şeklinde
ifade edilir. Açıkça belli ki Gülistan’ı (örneği olmaksızın) meydana getiren şair, yalancılık
hakkında ahlâkî bir kolaylık göstermiş değildir... Nitekim başka bir yerde:
LAËekA OmjNÈI Ó¿eE μñÄI
LAÌu Ô̸à j· ÉI ÌM kA LAËe
Yâni “İnsan, hayvanlardan konuşma (kabiliyeti) ile üstün olduğuna göre, sen doğru
söylemezsen, hayvanlar senden iyidir” diyor.
Gülistân’ın bütün ahlâkî vecizelerini anmak, bu konunun ve hele bu makalenin kaldırma
gücünden fazla olur. Bunların pek çoğu öyle dünya çapında ve insânî esaslardır ki, her zaman ve
mekânda söylenmeye ve faydalanmaya elverişlidir. Bahsi tamamlarken bunlardan pek meşhur olan
birini zikretmeden geçemeyeceğim: (s. 81)
fÃj¸Íf¸Í ÔBz§A ÂeE ÓÄI
fÃjÇÌ· ¹Í k sÄÍj¯E ie É·
iB·kËi eiËE eifI ÔÌz§ Ìچ
iAj³ fÃBÀà AiBÇÌz§ j¸Íe
ÓÀ« ÓI ÆAj¸Íe OÄZ¿ k É· ÌM
Ó¿eE fÄÈÃ O¿BÃ É· fÍ BrÃ
“Âdem oğulları aynı bedenin âzâsıdırlar. Çünkü yaratılışta aynı cevhere mensupturlar. Tâlih
bir uzva acı verirse, diğer organlar için de rahat imkânı kalmaz. Ey başkalarının çektiği zahmete
alâkasız olan! Sana insan adını vermek, uygun değildir!”
Bu mesnevî, içine aldığı tebliğ kudreti ile, yüksek ve insânî kanâat ile sanki on sene önce
faraza Jores’in ağzından çıkmış bir sosyalist hitabesi sanılabilir. Gerçekten yüksek başlar, yüce
zirveler gibi, her zaman ve mekânda birbirine benzeyen vasıflar gösteriyor.
İbrâhim Alâeddin.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
247 Âdem CEYHAN

KAYNAKÇA
YAZAR, Mehmet Behçet, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, İstanbul 1938.
İbrâhim Alâeddin, “Nâbî’ye Göre Terbiye”, Tedrîsat Mecmuası, Mart 1341, nr. 65, s. 141-151.
İbrâhim Alâeddin, “Sünbülzâde Vehbî’ye Göre Terbiye ve Tahsil”, Tedrîsat Mecmuası, Nisan
1341, nr. 66, s. 209-218.
İbrâhim Alâaddin, “Terbiye Nokta-i Nazarından Gülistan”, Tedrîsât Mecmuası, Şubat 1341 (Şubat
1925), nr. 64, s. 67-81.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007

Konular