FARS EDEBİYATINDA HABSİYYE VE ŞEKVÂİYYE -II-

Fars edebiyatında habsiyye ve şekvâiyye türü şiirler kaleme alan şairler, cezalandırılmaları ve hapsediliş gerekçeleri açısından iki ayrı grupta ele alınmaktadır. Bunların bir kısmı yaşadıkları çağlarda bulundukları ülkeler ya da yöresel emirlerin egemenlikleri altındaki bölgelerde yönetimi ellerinde tutan hükümdarlar, emirler ya da yönetim yanlısı birtakım yetkililere değişik konularda muhalefetlerinden dolayı siyasî birtakım ithamlarla göz altına alınmış, takibe uğramış, hapis cezalarına çarptırılmışlardır. İkinci grupta yer alanlar ise dinî inanışları açısından yine yaşadıkları çağın egemen güçleriyle ya da yaşadıkları toplumun inançlarıyla örtüşmeyen düşünce ve inanışlarından dolayı cezalandırılmış ve zindanlara atılmışladır.

I. Siyasî gerekçelerle hapsedilenler

1. Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân (ö. 515/1121)

V./XI. yüzyılın son dönemleriyle VI./XII. yüzyılın ilk dönemlerinde yaşamış, ikinci Gazneliler dönemi ve Fars edebiyatının en büyük şairlerinden olan Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , hem Gazne liler ve hem de Selçuklular ile çağdaştır. 438/1047 yılında Lahor ’da dünyaya gelen şair, aslında Hemedânlıdır.[1] Ataları Gazneli Devleti’nin gücünün zirvede bulunduğu dönemlerde Hemedân ’dan Gazne’ye gelip yerleşmiş olan şairin babası Sa‘d ve dedesi Selmân da bilim ve edebiyata ilgi duyan şahsiyetler arasında yer almaktadır. Babası Sa’d-i Selmân, Gazne sarayının üst düzey görevlileri ve büyük şahsiyetlerinden biri olarak yaklaşık altmış yıl Gazneliler yönetiminin hizmetinde bulunmuştur. Gazne’de Sultan İbrahim ’in (salt. 451-492/1060-1099) sarayına giren ve gençlik yıllarından itibaren Gazneliler sarayına bağlanan Mes‘ûd-i Sa‘d, daha sonra Hindistan ’da önemli miktarda mal da biriktirmiştir. Ancak sonraki dönemlerde siyasî görüşleri yüzünden uzun süre zindanda kalmış olması nedeniyle bütün varlığını kaybetmiştir. [2]

Gerçekte ikinci Gazneli döneminin en ünlü şairi olarak kabul edilen Mes’ûd-i Sa’d, özellikle habsiyye konulu kasidelerinde hem anlam, hem de ifade ve yapısal gücüyle Fars edebiyatı ve Fars şiiri tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Daha önce de söz edildiği gibi onun özellikle habsiyye şiirlerinin etkisi başta Nizâmî-yi Arûzî olmak üzere edebiyat otoriteleri tarafından onaylanmıştır. Reşîduddîn-i Vatvât onun hakkında “Mes‘ûd-i Sa‘d’ın sözü bütün güzellikleri ve edebî sanatları içerisinde toplamaktadır. Onun özellikle de hapiste kaleme almış olduğu şiirlerinin düzeyine Fars şairlerinden hiç biri ne anlam ne de lafız açısından yetişememiştir.” [3]

Sultan İbrahim tahta çıktığında oğlu Seyfuddevle Mahmud ’u Hindistan yönetimine atamış (469/1077), Seyfuddevle’nin üst düzey görevlileri arasında yer alan, hem askerî ve hem de siyasî görevlerde bulunan Mes‘ûd-i Sa‘d , sultan ile birlikte çeşitli seferlere ve savaşlara da katılmıştır. Bir süre sonra sultan birtakım suçlarla itham edilince, bazı yöneticilerle birlikte 480/1088 yılında o da hapse atıldı ve yedi yıl çeşitli zindanlarda tutuklu kaldı. Daha sonra Nay zindanına hapsedildi. Bunlar arasında en sıkıntılı zindanın Nay zindanı olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. [4]

Bu karanlığı ve darlığıyla bilinen zindanda üç yıl kaldıktan sonra Sultan İbrahim tarafından affedilen şair yaklaşık on yıl süren hapis hayatının ardından 490/1097 yılında özgürlüğüne kavuştu ve Lahor ’a döndü. Sultan İbrahim’in ölümünden sonra yönetime gelen III. Mes’ûd (salt. 492-509/1099-1116) Hindistan ’daki Gazneli idaresine oğlu Adududdevle Şîrzâd ’ı getirdi. Mes’ûd-i Sa’d ’ın dostlarından Ebû Nasr Fârsî’ye de onun veziri ve ordu komutanlığı görevini verdi. Böylece Mes’ûd-i Sa’d da bu yakın dostu aracılığıyla yeniden Lahor’da Gazneli sarayına girdi ve önemli mevkiler elde etti. İş başında bulunan yeni yönetim, zindandan kurtulduktan sonra Lahor’a dönen Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân ’a Lahor’a bağlı yerleşim bölgelerinden birinin yönetimini verdi. Ancak bu seferinde de talihsizliği yakasını bırakmadı. Dostu Ebû Nasr’ın görevinden alınmasıyla birlikte şair de bütün makam ve mevkilerini kaybetti. İkinci kez mal varlığına el konuldu. Lahor’da çok sıkıntılı günler geçiren şair, hakkını aramak için Gazne ’ye gitti. Ancak bu defasında da hapse atıldı. Bu kez Merenc zindanına konulan şair, sekiz ya da dokuz yıl hapis hayatı yaşadıktan sonra 500/1106 yılında serbest bırakıldı ve saltanat kütüphanesinin idaresine getirildi. [5]

Hayatının bundan sonraki kısmını III. Mes’ûd ve ondan sonra tahta çıkan Şîrzâd (salt. 508-509/1115-1116), Arslân Şâh (salt. 509-511/1116-1118), Behrâm Şâh b. Mes’ûd (salt. 511-548/1118-1154) gibi Gazneli sultanlarının kitapdârlığını yaparak geçirdi. Bu görevini sürdürürken şiir yazmaya devam etti ve dizelerinde söz konusu sultanları da övdü. Şairliği yanında bilim adamlığı, kitapdârlık, savaşçı ve aynı zamanda devlet adamlığı gibi özellikleri de kendisinde toplayan Mes’ûd-i Sa’d, yaklaşık seksen yıllık hayatının en verimli on sekiz yılını zindanlarda geçirmiş, zindan dışında geçen dönemlerinde ise Gazneli sarayının önde gelen şahsiyetleri arasında yer almıştır. [6]

Fars edebiyatının en güçlü ve en yetenekli kaside şairleri arasında yer alan Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân’ın Farsça divanının yanı sıra Hintçe bir divanının olduğu söylenirse de henüz böyle bir eserinin varlığı tespit edilememiştir. Hayatının inişli yokuşlu devreler içermesiyle orantılı olarak şiiri de birbirinden farklı özellikler göstermektedir. Şiirlerinde daha çok; övgü, yergi, eleştiri ve şikayet dolu dizeler yer almaktadır. Mes‘ûd-i Sa‘d asıl ününü, Gazne sultanlarının zindanlarında kaleme aldığı sıkıntılı bir hayatın acı ifadeleriyle dolu, öncüsü olduğu “habsiyye” adı verilen türdeki şiirleriyle kazanmıştır. [7]

Mes‘ûd-i Sa‘d’ın şiirleri, sadece gönülden kopup gelen ve dinleyen gönüllere yerleşen etkili habsiyye dizelerinden oluşmaz. Medhiye, gazel, hiciv, dallarında da son derece anlam yüklü şiirleri vardır. Kasidelerinde tarihî birtakım olaylara da işaretlerde bulunmuş olan şair, övdüğü kişilere ahlakî tavsiyelerde bulunmayı da ihmal etmemiştir. Tabiat tasvirleri, sevgilinin güzelliği, şarap tasvirleri Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân’ın şiirlerinde Horasan şairlerininkinden daha az görülür. Buna rağmen tatlı ve akıcı tagazzülleri bulunmaktadır. Şiirleri oldukça güçlüdür. Ele aldığı konuları çeşitli ifadelerle, zenginleştirmede, kendine özgü yeni kavramlar, mazmûnlar ve terkipler oluşturmada oldukça yeteneklidir. Yaklaşık 16.000 beyitten oluşan divanında; kaside, mesnevî, kıta, musammat, gazel ve rubai türlerinde şiirler yer almaktadır. Unsûrî, Rûdekî, Lebîbî, Ğazayirî, Menûçehrî ve Şehîd Belhî’yi örnek almaya çalışmıştır. Şair 515/1122 yılında yetmiş beş yaşında vefat etmiştir. [8]

Sadece ana dili olan Farsça’da değil Arapça ve Hintçe’de de söz sahibi olan şair, Arapça şiirler de söylemiştir. Kendisini birinci dereceden şairler arasına yükselten özgün tarzı, zindan şiirlerinde kendini daha açık göstermektedir. Şikayet dolu kasidelerini daha çok adalet isteklerini dile getiren ifadelerle Gazneli sultanlarına hitaben kaleme almış olan Mes‘ûd-i Sa‘d, başlangıç bölümlerinde sultanları övgüyle başlamakta daha sonra asıl konuya geçmektedir. Şiirlerinde çok uzun süre zindanda kalışını, bazen de tecrübelerini artırması açısından ganimet saymaktadır. [9]

Mes‘ûd-i Sa‘d, sadece saraylıların dikkatini çekmemiş, üstün yetenekli ve güçlü bir şair oluşuyla çağdaşı ünlü şairlerin ve bilim adamlarının yoğun ilgisini de kazanmıştır. Bunların başında divanını daha kendisi hayattayken ya da ölümünden kısa bir süre sonra derleyen Senâî-yi Gaznevî, Seyyid Hasan-i Gaznevî, Reşîdî-yi Semerkandî, Ebu’l-Ferec-i Rûnî, Emîr Muizzî ve Hâkânî gibi şairler yer almaktadır. Gazneli sultanları dışında Gazne ve Lahor ’da dönemin ileri gelen şahsiyetlerinden Alî-yi Hâs , oğlu Muhammed-i Hâs, Ebû Nasr-i Fârsî , Sıkatu’l-İslâm Tâhir b. Alî ve daha başkalarını da şiirlerinde övmüştür.[10] Çeşitli kaynaklardaki değerlendirmeler ve şairin dizelerindeki ifadelerden de hareketle uzun süreli hapis hayatının gerekçeleri olarak; şairin üstün şahsiyetli oluşu nedeniyle kimseye dalkavukluk yapmaması, elde etmiş olduğu makam ve saraydaki konumun birilerince kıskanılması ve başkaları tarafından aldatılması gibi sebepler ortaya konulmaktadır. [11]

Kırk yaşlarına kadar mutlu ve refah içerisinde bir hayat geçiren Mes‘ûd-i Sa‘d , Sultan İbrahim ve yerine geçen sultanlar tarafından birkaç defa hapse atılmış, şairin hapishanede geçirdiği süre zarfında yazdığı ve bu durumlara düşmesine sebep olan düşmanlarını, annesine, babasına ve çocuklarına duyduğu özlemi, içerisinde bulunduğu kötü ve dayanılmaz şartları hapis hücrelerinde geçen karanlık ve sıkıntı dolu uzun geceleri etkili bir dille anlattığı şiirleri kendisinden sonra gelen Felekî-yi Şîrvânî ve Hâkânî-yi Şîrvânî tarafından taklit edilmiş, böylelikle İran edebiyatında “habsiyye” adı verilen bir şiir türü ortaya çıkmıştır. [12]

Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân ’ın kaside, Mesnevî, kıta, terkîb-i bend, tercî-i bend, musammat, mustezâd, şehrâşûb, gazel ve rubaî türlerinde şiirlerinin yer aldığı divanı, ilk olarak 1296 hk. yılında, daha sonra Reşîd-i Yâsemî ’nin tashihi, şairin hayatı, düşünceleri, şiir tarzı ve çeşitli konularda ayrıntılı bilgilere yer veren önsözüyle 1318 hş. yılında Tahran’da yayınlanmıştır.[13] Onun Nây zindanında kaleme almış olduğu ünlü kasidesinin bazı dizelerinde şu duyguları yer alır:

Ney gibi gönülden inlerim ben Nây hisarında,

Himmetim alçaldı, bu yüksek yerde.

Nây’ın havası beni zar zar inletir

Nây, zar zar iniltilerden başka ne üretir?!

……………………………………

Ne ister felek zayıf çaresiz benden?

Ne ister dünya yoksul, çelimsiz benden?

Ey sıkıntı, yükselmediysen dağ gibi eğer, git biraz.

Ey baht, gitmediysen rüzgar olup eğer, kal biraz.

İnleme ey tenim, gerçek değil bu dünya.

Üzülme ey gönül, geçicidir bu saray.

İstiyorsan hükümdar izzeti bu dünyada,

İsteme sabırdan, kanaatten başka vezir ve kılavuz.

Ey dünya, her gün her gece kıskançlığından,

Sıkıntı dolu on kuyu kaz, on gam kapısı aç bana.

Sabır ateşindeyim, gül gibi kan damlatarak,

Sınama taşındayım, altın gibi sına beni.

Yok korkum bütün bunlardan, çünkü ümitsiz değilim,

Affından adaletli hükümdarın ve rahmetinden Allah’ın.

Mes’ûd-i Sâd, faziletin düşmanıdır bu dünya,

İyilik yapma fazla bu şaşkın dünyaya. [14]

2. Felekî-yi Şîrvânî (ö. 549-51/1155-57)

VI./XII. yüzyılda yaşamış ünlü İranlı şairlerden olan, aynı zamanda önde gelen hattat ve matematikçiler arasında da yer alan, astronomi dalındaki başarıları ve ününden dolayı “Felekî” mahlasıyla bilinen Necmuddîn (Fasîhuddîn) Ebu’n-Nizâm Muhammed, önceleri astronomi dalında öğrenim gördü. Tezkire yazarları onun ünlü bir yıldız bilimci olduğunu söylerler. Ünlü şair Hâkânî gibi o da Ebu’l-Ala-yi Gencevî’den edebiyat ve şiir konularında dersler aldı. Felekî-yi Şîrvânî de Hâkânî ve Ebu’l-Alâ gibi Menûçehr b. Ferîdûn Şîrvânşâh’ı (ö. 551/1157) şiirleriyle öven şairler arasında yer alır. Bu padişah dışında kimseleri övmek için şiir yazmamıştır.[15] Şîrvânşâhlar sarayında saygın ve önemli bir makama sahip olan şair, padişahın önemli sırlarına vâkıf bir şahsiyettir. Övgü dolu şiirleri karşılığında aldığı hediyelerle önemli bir mal varlığı elde etmiş, ancak bu iki özelliğiyle hasetçilerin oklarına hedef olmuş, o da Hâkânî gibi sultanın sırlarını açığı vurma suçuyla itham edilerek hapse atılmıştır. Habsiyye şiirlerini orada kaleme almış ve bir süre sonra da yine aynı hükümdar tarafından affedilerek özgürlüğüne kavuşmuştur.[16] Felekî’nin hapsedilmesi gerekçeleri arasında onun kendisine verilen görevleri hakkıyla yerine getirmediği, Şii mezhebini benimsemiş olduğu da de söylenmektedir.[17] Habsiyye türü şiirlerinden elde olan iki kasidesinden biri şu dizelerle başlar:

Yok derdime çare bulacak hiç kimse,

Ne yapayım gülmedi talih yüzüme.

Hazan ele aldı hayat bahçemi,

Bahar ümidim de yok ki ah!

Felekî’nin divanının bazı tezkire yazarları ve edebiyat tarihçileri tarafından yedi bin beyit şiir içerdiği söylense de eldeki nüshaları iki bin beyit bile değildir. Divanındaki şiirleri arasında sultanın birtakım sırlarını açıkladığı gerekçesiyle hapse atılmasına sebep olduğu ifade edilen, hapishanede kaleme aldığı çok güzel ve etkili dizeleri de bulunmaktadır.[18] Divanından seçme şiirler Hâdî-yi Hasan tarafından 1929 yılında Londra’da yayınlanmış, daha sonra Tâhirî-yi Şihâb şairin divanını 1966 yılında Tahran’da yayınlamıştır.[19]

Ayrılığının, gözlerimi kan çanağına çevirmediği,

Sana olan arzularımın sıkıntılarımı artırmadığı gece yok.

Aşkının saldığı üzüntülerin, gönlümü âteşkedeye,

Gözlerimi Ceyhun’a çevirmediği gün yok.

Aşkımdan ve güzelliğinden söz edilen yerde,

Hiçbir akıllı Leyla’dan, Mecnûn’dan söz edemez.

Yakut dudağın bana vefayla çok söz verdi gerçi,

Durmaz sözünde o, ciğerime kan akıtmadan.

Aşkının çemberinde gerçi tehlikede bu can,

Çıkarmaz kimse Felekî’yi bu çember dışına.

3. Sultan Süleyman (ö. 554/1159)

Selçuklu sultanı Süleyman, Sultan Sencer’in yeğinidir. Oğuz Türkleri tarafından esir alındığı 548/1154 yılına kadar amcasının yanında bulunmuştur. Sencer’in veziri Nizâmulmülk’ün oğlu Fahrulmelik’in onayıyla 548/1154 yılında tahta çıkmıştır. Emrindeki komutanlarıyla birlikte Oğuz Türklerini etkisiz hale getirmeğe uğraşırken onlara esir düşmüş ve amcası Sencer’den sonra saltanatı ele geçirmek amacıyla ortaya çıktığı gibi siyasî birtakım ithamlarla zindana atılmıştır. Ancak ne kadar süreyle hapiste kaldığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Şu kadar var ki; serbest kaldıktan sonra Irak’a gitmiş ve amcasının oğlu Muhammed b. Mahmûd’un ölümünden sonra kısa süre (554-556/1159-1161) yönetimde bulunmuştur. Olgun bir kişilik sahibi olan Sultan Süleyman aynı zamanda şiir zevkine de sahip bir şahsiyettir. Aşağıdaki dizesinde yer alan ifadelerinden hapishanenin onu dayanılmaz sıkıntılarla yüz yüze getirdiği anlaşılmaktadır. [20]

Ey hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah, kabul etme artık;

Bütün şeytanlar özgür, Süleyman ise hapis!

4. Ebu’l-Me‘âlî Nasrullâh-i Munşî (ö. 555/1160’tan sonra)

Gazneliler döneminin ünlü kişilikleri ve yazarlarından Ebu’l-Me‘âlî Nasrullâh b. Muhammed b. Abdulhamîd, bir kısım araştırmacıların tespitlerine göre Şirâzlı, bazılarına göre de Gaznelidir. Gazneli sultanlarından Behrâmşâh (salt. 512-552/1119-1158) döneminde sarayda divan işlerinde görev yapmış ve aynı sultanın emriyle onun adına Arapça Kelîle ve Dimne’yi 538-539/1144-1145 yıllarında Farsça’ya çevirmiştir. Eser bu sultanın adına kaleme alınmış olmasından dolayı Kelîle ve Dimne’yi Behrâmşâhî adıyla da bilinmektedir. Yine Gazneli sultanlarından Husrev Şâh (salt. 552-555/1158-1160) döneminde katiplik makamına yükselmiş, ancak Gaznelilerin son hükümdarı Husrev Melik (salt. 555-582/1160-1187) zamanında hasetçilerin ve kendisini istemeyenlerin tahrikleriyle aynı sultanın hışmına uğramış ve hapse atılmıştır. [21]

Gençlik dönemiyle ilgili fazla bilgi bulunmayan yazarın Gazneli sultanı Behrâm Şah döneminde (salt. 512-547/1119-1153) saray çevresiyle yakın ilişkileri olduğu, daha sonra tahta çıkan Husrev Şâh döneminde genç olmasına rağmen geniş ve derinlikli bilgi ve bir birikim sahibi olması gerekçesiyle divan hizmetinde görev aldığı ve sultanın katipliğini yaptığı aktarılır. Daha sonra Husrev Şah’ın veziri görevine yükselen Ebu’l-Me‘âlî Nasrullâh, ömrünün sonuna doğru kendisini kıskanan rakiplerinin düşmanlıklarıyla bilinmeyen nedenlerden dolayı hapse atılmıştır.[22] Zindana gönderilirken sultan’a hitaben şu rubaiyi söylediği aktarılır:

Ey hükümdar, yapma sana sorulacak şeyi,

Senden korkmayacaklarını bildiğin günde.

Memnun değilsin Allah’ın verdiği mülk ile devlet ile,

Ben nasıl razı olurum senden zindanda.

Uzun süre hapiste kaldıktan sonra öldürülmesi kararı çıkmış, ölüm anında şu rubaiyi mırıldandığı rivayet edilmiştir:

İzzet makamından gerçi vakitsiz gittik,

Şükürler olsun Allah’a haberli gittik.

Gittiler, geldiler, yine gelir ve giderler.

Biz de Allah’a tevekkül ederek gittik.

5. Bahâuddîn-i Bağdâdî (ö. 588/1192)

VI./XII. yüzyılın önemli şair ve yazarlarından et-Tevessul ile’t-teressul adlı eserin yazarı Muhammed b. Mueyyed-i Bağdâdî, Alaaddîn Tekiş Harizmşah’ın (salt. 568-596/1173-1200) divan katiplerinden biriydi. Kaynaklarda ailesi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Alaaddîn Tekiş daha önce yapmış olduğu bir anlaşmayı tamamlamak üzere Bahauddîn’in de içerisinde bulunduğu bir heyeti Mungelî Tegîn’e göndermiş ve o da bunları yakalatarak hapse attırmıştır. Yaklaşık üç yıl zindanda kalan Bahâuddîn’in zindannâme türünde Risâle-yi Habsiyye adlı bir risalesi ve dağınık beyitleri vardır. Söz konusu risalesi manzûm ve mensûr olarak Sa’dî-yi Şîrâzi’nin Gulistân’ı tarzında kaleme alınmıştır. Zindan hatıralarını ve şikayetlerini yer yer manzûm olarak dile getirirken bazen de mensûr olarak ifade etmiştir.[23] Bahâuddîn-i Bağdâdî’nin et-Tevessul ile’teressul adlı eseri Risâle-yi Habsiyye’si ile birlikte 1315 hş./1936 yılında Tahran’da yayınlanmıştır.

Ayrılıkta zorluklar çekiyorum,

Dostlardan ayrı kalmak sözde kolay.

Gönül ve can Hârizm’in nimetlerini düşünürken,

Horasân’da bulunan bedenin vay haline!

Yazık gençlik çağı ve güzellik devranı,

Gurbet üzüntüsüyle, yalnızlık acısıyla geçti.

Feleğin zulüm çarkı öylesine dolaştırdı ki,

Derbeder gibi gittim her kapıya, her yere.

Ayrılık sıkıntısında akıl sabret diyor bana,

Ne gönül var, ne can, sabır nereden bana?

Yok ya senden bir fayda bana ey hayat,

Git sen de, gençliğin gittiği gibi, ne duruyorsun!

6. Mucîruddîn-i Beylekânî (öl. 594/1198)

Kaynaklarda ve şiirlerinde adı bazen “Mucîr”, bazen de “Mucîruddîn” olarak görülen Ebu’l-Mekârim Mucîruddîn-i Beylekânî, “Mucîr” adını mahlas olarak da kullanmıştır. Çağdaşları da onu bu isimle bilirler. Bazı kaynaklarda “Ebu’l-Me’âlî”, “Ebu’l-Mekârim”, “Meliku’l-kelâm”, “Efsahu’ş-şuarâ” künyeleriyle de anılır. Şîrvân’a bağlı bir yerleşim birimi olup şimdilerde harabe olan Beylekân’da dünyaya gelmiştir. Hayatının ilk dönemleriyle ilgili kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak Hâkânî’nin öğrencisi olduğu kesindir.[24] Mucîruddîn, Hâkânî, Nizâmî, Felekî-yi Şîrvânî, Reşîduddîn-i Vatvât, İzzuddîn-i Şîrvânî, Seyyid Eşref-i Ğaznevî gibi şairlerle çağdaştır.

Öğrencisi olduğu, Hâkânî’den ayrılarak Tebriz’e gittikten sonra orada medhiyeci şairler arasında yer alan Mucîruddîn, yaşadığı dönemin emirleri ve sultanlarından bir kısmını öven şiirler kaleme almış, bu şiirlerinde çoğu zaman orta yolu izlemiş ve övdüğü şahsiyetlerde bulunmayan sıfatları onlara yakıştırma işine fazla bulaşmamış, daha çok şöhret kazanma ve isim yapma peşinde olmuştur. Memduhları arasında yer alan Cihân Pehlivân Muhammed b. İldeniz’in ölümünden sonra, Kızıl Arslan Osman b. İldeniz’in yanında yer almıştır. Divanı Ferruhî, Menûçehrî ve diğer ünlü şairlerin şiirlerine benzeyen akıcı ve güzel kaside, gazel türü şiirlerden oluşan 5.000 beyte yer vermektedir. Şiirlerinde tasavvuf konulu beyitler de yer almaktadır. [25]

İlk zamanlarında Kızıl Arslan’ın çok yakın özel adamlarından ve övgücülerinden olan Mucîruddîn, Cihân Pehlivân’ın yanına gelmesiyle birlikte ya kıskanç kişiler veya şairlerin kıskançlıklarıyla aleyhinde başlattıkları kötüleme kampanyası sonucu ya da kendisinin gurur ve şairlik benliğiyle ortaya çıkarak Cihan Pehlivân’a karşı kabalık yapması nedeniyle ya da sultanın sırlarını açığı çıkardığı iddiasıyla hapse atılmıştır. [26]

Ömrünün sonlarına doğru yaşadığı çevrenin durumu, insanların değersiz şeylere önem vermesi, insanî değerlerin gittikçe kaybolması gerekçesiyle tasavvufa yönelmiş, insanoğlunun bireysel ve toplumsal yaşantılarında yüz yüze kaldıkları sıkıntıların ve her türlü problemin ilacı ve çözüm yolu olarak nefisleri arındırma ve tasavvufî anlamda iç dünyada derinleşme olarak görmektedir. Bütün bu değişimleri iç dünyasında yaşayan şairin düşüncelerini dizelerine aktardığı kelimeler, terkipler ve cümleler de başka bir renk almakta ve başka duyguları yansıtmaktadır. Özellikle bu konularda yazmış olduğu kasideleri ve diğer şiirlerinde tasavvufi kavramlara rastlanmaktadır.[27] Diğer sûfî şairler gibi dışı süslü, görünüşü aldatıcı dünyayı yermekte ve insanı sonsuzluk alemine yöneltmeği amaçlamakta, bazı dizelerinde dünyanın vefasızlığından şikayetlerde bulunmakta, sürekli kendisini aldatmaya çalışan geçici ve anlık zevklerden uzak durmaya çağırmakta, dünyadan, geçici zevklerden uzak duran onlara gönül bağlamayan üstün şahsiyetleri övmekte ve tek tek kaybettiği dostları için ağıt yakmaktadır.

Bazı şiirlerinde son derece manevî yücelikler göze çarpmaktadır. Bazen bu yüce makamlarından güzel bir at elde etmek için düşük derecelere indiğini ve değerini düşürdüğü de görülür. Şairin bu iniş çıkışlarının gerekçesi hususunda çeşitli nedenlerin etkili olduğu söylenebilir. Bunlardan biri, o dönemlerde şairlerin geçimlerini sağlayabilecekleri, gelir elde edebilecekleri birer mesleklerinin olmayışı, dolayısıyla sermayesi sadece söz olan şairlerin sözleri için müşteri aramaları dışında başka yolları bulunmaması, en iyi müşterilerinin de emirler ve hükümdarlar olmasıdır. İranlı şairlerin hemen hemen çoğu birtakım şeyleri elde edebilmek ve sonuçta da belli bir makam ve konuma gelebilmek için çeşitli yollarla padişahların saraylarına ulaşmaya çalışmış ve şiirlerini pazarlayacak ortamlar bulmaya çalışmışlardır. Müşterilerden beklenen ilgiyi görmediklerinde de kınama, yerme, hiciv ve uygunsuz hareketlerle tepki göstermişlerdir. [28]

Beylekânî’nin şekvâiyye türündeki şiirlerinin çoğu, dünyayı ve kendi arzuları doğrultusunda dönmeyen feleği yerme konusunda söylenmiş dizelerden oluşmaktadır. Şairlerin geleneklerine uyarak o da, düzensizliklerin, zulümlerin, yakışıksız hareketlerin tamamını dünyanın vefasızlığına bağlamaktadır. Daha da ileri gidip saygı perdelerini parçalayarak bütün bu olumsuzlukların sorumlusu olarak yaratıcıyı görmektedir.[29] Beylekânî’nin hapse düşme gerekçesi olarak kaynaklardan alınan bilgiler özetlenerek: şairin kibirli oluşu, kendisini başkalarından büyük görmesi, kaba sözlülüğü, halkla ve özellikle de çevresindekilerle uyum içinde yaşayacak bir yapıya sahip olmaması gibi değerlendirmeler yapılmaktadır. [30]

Divanında yer alan şiirlerin incelenmesiyle onun Kur’ân, hadis, peygamberler tarihî gibi konularda önemli bir birikim sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Yine şiirlerinden astronomi ve yaşadığı çağın diğer bilim dallarında hocası Hâkânî gibi söz sahibi olduğu anlaşılmaktadır.[31] İslâm kültür ve medeniyetinin etkisinde kalarak diğer İranlı yazarlar ve şairler gibi Mucîruddîn-i Beylekânî de şiirlerinde Kur’ân, hadis ve Arap şiirinden esinlenmiş olarak alıntılarda ve telmihlerde bulunmuştur. [32]

7. Hâkânî-yi Şîrvânî (ö. 595/1199)

İranlı en büyük şairler arasında yer alan, özellikle de kasideleriyle ün kazanan Efdaluddîn Bedîl (İbrahim) b. Alî, 520/1126 yılında Gence’de dünyaya geldi. Necîbuddîn Ali adında dülger bir ba­banın ve sonradan müslüman olmuş bir annenin oğludur. Orta halli bir ailenin çocuğu olan Hâkânî, amcası Kâfiyuddîn Ömer b. Osmân tarafından himaye edil­di. Amcası ona Arapça öğretti ve Arap edebiyatının tanınmış eserlerini okuttu. Eserlerinin muhtevasından döneminde­ki geçerli ilimleri bildiği anlaşılan Hâkânî, öğrenimini sürdürdüğü yıllarda “Hakâiki” mahlası ile gazel ve na’tlar yazmaya başladı. Hz. Peygamber’in şairi Hassân b. Sâbit’e benzetilerek kendisine amcası tarafından “Hassânu’1-Acem” unvanı veril­di.[33] Ebu’l-Alâ-yi Gencevî onu öğrencileri arasına aldı ve kızıyla evlendirdi. Bu olay, daha önce Ebu’l-Alâ’nın kızıyla evlenmek isteyen şair Felekî-yi Şîrvânî ile arasının açılmasına sebep oldu. Bu arada Şîrvânşâhlar’dan Ebu’l-Muzaffer Hâkân-ı Ekber, ona “melikuşşuarâ” ve “nedîmuşşuarâ” unvanlarını verdiği gibi “Hâkânî” mahlasını kullanmasına da izin verdi. Bir süre sonra kayınpederiyle arası açıldı. Ebu’l-Alâ damadını mürtedlikle, Hâkânî de onu Haşhaşîler’den ol­makla suçladı. Sünnî bir çevrede bu suç­lamalara muhatap olmanın etkisi bü­yüktü. Kayınpederini bu şekilde suçladı­ğı için eleştirilen Hâkânî, muhteme­len bu eleştiriler sebebiyle başka hükümdarların saraylarına geçiş yolları aradı. [34]

Geçimini sağlamak amacıyla kendile­rine kasideler takdim edecek yeni çevreler arayan Hâkânî, Hârizmşâhlar’dan Atsız b. Muhammed’e yazdığı kaside Atsız’ın münşîsi Reşîduddîn Vatvât tarafından beğenildi ve durum Hâkânî’ye bildirildi. Vatvât vasıtasıyla Hârizmşah’ın kendisi­ne bir görev vermesini bekleyen Hâkânî umduğunu elde edemeyince Vatvât’a bir hicviye yazdı. Ancak daha sonra bu hicvi­yeden ötürü pişmanlık duyup Vatvât ile arasını düzeltmeye çalıştı. Bu sırada am­cası Kâfiyuddîn Ömer’in ölümü (545/1151) ve etrafındakilerin kötü davranış­ları onu dünyadan ve insanlardan soğut­tu. Toplumdan uzaklaşmayı ve inzivaya çekilmeyi çok istediği halde ömrünün sonuna kadar bunu gerçekleştiremedi. [35]

Hâkânî, Selçuklu Sultanı Sencer’le ilişki kurmak amacıyla Rey’e gitti. Ancak ora­da iken Oğuzlar’ın Sencer’i esir ettiğini öğrenince Şîrvân’a döndü. Bunun üzerine hacca gitmek için Şîrvân’dan ayrıldı. Hac dönüşü bir süre İsfahan ve Bağdat’ta kaldı. Ülkesine döndüğünde kayınpe­deri ve diğer kimseler tarafından sıkıştırıldığı için Mekke’de tanıştığı Derbend Emîri Seyfeddîn Arslan’ın yanına gitti ve ona kasideler yazdı. Mekke’ye kadar uza­nan bu seyahatinde Tuhfetu’l-Irâkeyn adlı seyahatnamesini kaleme aldı. Kayın­pederi Ebu’l-Alâ 554/1159’da ölünce Hâkânî’ye Şîrvânşâhlar sarayının yolu açıldı ve kendisine yıllık 30.000 dir­hem maaş bağlandı. Ancak bu mutluluk Hâkân-ı Ekber Menûçehr’in vefatına (566/1171) kadar sürdü. Yerine geçen oğlu Âhistân, Hâkânî’ye babası gibi iyi davranmadı. Bir süre sonra muh­temelen kendisini çekemeyenlerin ifti­raları üzerine yedi ay zincire vurularak hapsedildi. Hâkânî, o sırada Şîrvân’a ge­len Bizans prensinden kendisine şefaatte bulun­ması için iki kaside yazdı. Prensin aracılı­ğıyla 569/1174’de serbest bırakılan Hâkânî’nin Şîrvân’dan ayrılıp hacca gitme isteğine de hükümdar izin ver­medi. Hükümdarın kız kardeşine yazdığı bir kaside ile annesinin aracılığıyla ertesi yıl hacca gitmesine izin veril­di. [36]

Hacca giderken uğradığı Medâin’de Sâsânîler dönemine ait muhteşem harabe­leri gördü ve bu harabeleri anlatan ka­sidesini yazdı. Bir yandan ailesini, diğer yandan dönüşünde Âhistân’ın kendisine nasıl davranacağını düşündüğünden hacda rahat değildi. O sırada Âhistân’ın hacda bulunan kız kardeşinden kendisi için şefaatte bulunmasını istedi. Ancak olumlu cevap alamadığı için ülkesine dönmeyip bir süre Bağdat’ta kaldı. Da­ha sonra Âhistân’dan aldığı bir mektup üzerine Şîrvân’a gitti. Hükümdardan kendisine divanda bir görev verilmesini istedi ve muhtemelen bu isteği yerine getirildi. Bu arada yirmi yaşındaki oğlu öldü. Hayattan usanmış bir durumda Gence’ye gitti ve orada Nizâmî-i Gencevî ile tanıştı, Âhis­tân’ın Şîrvân’da kalmasını istemesine rağmen Hâkânî Horasan’a gitmeyi düşü­nüyordu. Çok geç­meden kendisi de Tebriz’de öldü ve Makberetuşşuarâ’da defnedildi. [37]

Hâkânî, İran edebiyatının en büyük şairi kabul edilir. Keskin zekası ve geniş hayal gücü sayesinde şiire yenilikler geti­ren Hâkânî, şiirlerini yüksek insanî duy­guların yanı sıra döneminin ilmî verileri­ne yaptığı telmihlerle de süsler. Eşya ve olaylar arasındaki ilişkileri en güzel teş­bîh ve istiârelerle dile getirir. Şiirlerinde geniş ölçüde yer verdiği İslâmî unsurlara annesinden öğrendiği Hıristiyanlık’la ilgi­li unsurları da katar. Özellikle mersiyelerindeki duyguları daha samimi ve iç­tendir. Senâî’nin yerini tutan bir şair ol­duğunu söylemesine rağmen o ayarda bir sûfî sayılmaz. Hâkânî, hik­metli sözlerinde Senâî’yi andırmakla bir­likte diğer konularda daha ziyade Unsûrî’ye benzer. [38]

Kendisi daha hayatta iken şiirleri İs­lâm dünyasında büyük bir ün kazanan şairin bu etki ve şöhreti yüzyıllar boyun­ca süregelmiştir. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin birçok gazelinde onun etkisi görüldüğü gibi “Bahru’l-ebrâr” adlı kasidesine Hint, İran ve Türk şairleri tarafından nazîreler yazılmıştır. [39]

Huzur, gönül yolundan nasıl da kalktı!

Şimdi gönlün canla ilişkisi kalktı.

Arada bir nefes vardı aracı,

O aracı da şimdi aradan kalktı.

Bir gölge kalmıştı, o da kayboldu.

Bütün dünyadan izlerim kalktı.

Dün ahım bombalar fırlattı,

Göklerde kan yağdıran bulutlar kalktı.

Geldi o dostun mektup getiren kuşu,

O daha bu sabah yuvasından kalktı.

Gelişine kalkmadığımı gördü de,

Oturdu, gönlü yüklü kalktı.

Dikenlik kıskacında bir bülbülüm,

Gül bahçesinden umudum kalktı. [40]

8. Esîruddîn-i Evmânî (ö. 656/1258)

Esîruddîn Abdullâh-i Evmânî VII./XIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış şairler asında yer almaktadır. Batı İran yöresel emirlerini öven şiirler de kaleme alan şairin adı tezkirelerde “Abdullâh”, lakabı da “Esîruddîn” diye geçmektedir. Hemedân’a bağlı Evmân köyünden olan Esîruddîn, şiirlerinde “Esîr” mahlasını kullanmıştır. En güçlü ihtimale göre VI./XII. yüzyılın son yıllarında Evmân’da dünyaya gelen Esîruddîn’in, gençlik yıllarında İsfahan’a gittiği ve orada Kemâluddîn-i İsmâîl, Refî-i Lubnânî, Celâluddîn-i Dihistânî gibi şairler ile bir süre birlikte bulunduğu, hem Kemâluddîn’in ve hem de İsfahan halkının şairliğini onayladığı kaynaklarda geçer.[41] Asıl memdûhu, Şihâbuddîn Süleymân Şâh’tır. Tezkirelerin hiç birinde onun hapse atıldığı konusunda bilgi yer almazken, Zebîhulâh-i Safâ’nın Edebiyat Tarihi’nde[42] sadece şairin bir kasidesinde muhtemelen Süleymân Şâh’tan biraz olumsuz tavırlar gördüğü ve yine Safâ’nın değerlendirmelerinden hareketle divanında bulunan birkaç beyitten asıl memduhu dışında başta Süleymân Şah’ın düşmanı olan Husâmuddîn Halîl olmak üzere birilerini övgü için şiir yazdığı gerekçesiyle Süleymân Şâh tarafından bir süre hapse atıldığı anlaşılmaktadır. [43]

Kemâluddîn-i İsmâîl onu öven bir kaside yazmış, Esîruddîn de Kemâluddîn’i ölümünden sonra bir mersiyesine konu etmiştir. Tezkire yazarları Esîruddîn’nin şiirini ve üstün özellikleriyle, yeteneklerini övgüyle dile getirirler. Şiirlerinden onun tıp, astronomi ve felsefe gibi bilim dallarındaki yetenekleri ve düzeyi anlaşılmaktadır. Bazı tezkire yazarları onun Hâce Nasîruddîn-i Tûsî’nin talebesi olduğunu de ifade etmişlerdir. Bir zamanlar Bağdat’ta bulunduğunu gösteren bir kasidesi de vardır. Esîruddîn-i Evmânî hem Arapça ve hem de Farsça şiirler yazmış, ancak Arapça şiirleri günümüze kadar gelememiştir. Kasideleri dışında kıta, rubai ve gazel türlerinde şiirleri de vardır. Şiirlerinde kullandığı dil genellikle sadedir. Yaklaşık beş bin beyit şiir içeren divanın yazma nüshaları değişik kütüphanelerde bulunmaktadır. Ölüm tarihi konusunda kesinlik yoktur. 654-665/1256-1267 yılları arasında farklı tarihler verilmesine rağmen onun Bağdat’ın düşüşünden sonra kaleme alındığı ve içerisinde, Moğollar tarafından şehir halkına yönelik çok geniş çaplı katliamdan söz ettiği bir kasidesinden dolayı 656/1258’den sonra öldüğü doğruya daha yakındır. [44]

9. Rukn-i Sâyin-i Herevî (ö. 765/1364)

Rukn-i Sâyin-i Herevî, VIII./XIV. yüzyılın önde gelen kaside ve gazel şairleri arasında yer alır. Şiirlerinde genellikle “Rukn” nadir olarak da “Rukn-i Sâyin” mahlasını kullanmıştır. Muhtemelen Rukn (Ruknuddîn) adı, Sâyin (Sâyinuddîn) ise babasının adıdır. Ancak kısaltılmış şekli olarak “Rukn-i Sâyin” baba oğul tamlaması olarak kullanılmıştır. Rukn-i Sâyin, VIII./XIV. yüzyılın başlarında Herât’ta dünyaya geldi. Gençlik yıllarından sonra Reşîduddîn-i Fazlullâh’ın oğlu Vezir Hâce Ğıyâsuddîn Muhammed’in hizmetine girdi. Onun yanında bulunduğu hizmetlerde kısa sürede göz doldurdu. Şairlik şöhretini orada kazanmaya başladı. Söz konusu vezirle ne zaman tanıştığı kesin belli olmamakla birlikte onun hakkında övgülere yer veren kasidelerinin çokluğundan uzun süre beraberinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Tarihî gelişmelerin seyriyle de onun bu vezirle tanışması Sultân Ebû Saîd Bahadır Han’ın devletinin yıkılışından önce 736/1336 yılından önce olmalıdır. Rukn-i Sâyin’in, Ğıyâsuddîn Muhammed’in hizmetinde bulunduğu dönemler henüz gençlik çağlarıydı ve şairliğini de kendisinden başka kimseler bilmiyordu. Yoksulluk ve yokluklar içinde bir hayat geçiriyor, zaman zaman vezirden kendisine maddî desteklerde bulunmasını istiyordu. Bunun üzerine vezir, şairi içerisinde bulunduğu darlıktan, geçim sıkıntısından kurtardı ve ona üstün makamlar verdi. Şair de buna karşılık bir vefa borcu olarak bu ünlü vezirin 736/1336 yılında öldürülmesine dek onun yanından ayrılmadı. [45]

Vezir Ğıyâsuddîn Muhammed’in ölümünden sonra Rukn-i Sâyin’in artık Azebâycan’da kalması zorlaştı. Oradan ayrılarak 736-753/1336-1352 yılları arasında Horasan ve Esterâbad’ta egemenlik kurmuş olan Toğa Timur Han’ın yanında kaldı. Aynı zamanda onun danışmanlığını da yapıyordu. Orada da saygın bir makamı vardı. Han ileri düzeyde öğrenmiş görmemiş biriydi. Sürekli şairle sohbetlerde de bulunuyordu. Bir gün birisi şaire: “Han senden bir şeyler öğrendi mi?” diye sormuş, şair de: “ölüye bir şeyler anlatmak bu diriye anlatmaktan daha kolay” diye cevap vermiş, bu sözü şairin görmediği bir yerde bulunan Han duymuş ve kendisini ağır hapis cezasına çarptırmıştır. Bir süre zindanda kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan şair 740-742/1340-1342 yıllarında Fars bölgesine gitmiş, bazı emirleri öven şiirler yazmışsa da kimselerin ilgisini kazanamamış, ancak kargaşa dolu ortamın da etkisiyle Şîrâz’ı terk ederek Kirmân’da Emîr Mubârizuddîn Muhammed’in hizmetine girmiştir. Ondan sonra her zaman Muzafferîler sarayında özellikle de yaklaşık yirmi yıl süreyle Emîr Mubârizuddîn Muhammed’in beraberinde bulunmuş, onun övgülerine yer veren kasideler yazmıştır. Daha sonra 759/1358 yılından itibaren oğlu Şâh Şucâ’ın (salt. 760-786/1359-1385) sarayında bulunmuş 764/1363 yılında ölümüne kadar onu ve diğer ileri gelenleri öven şiirler kaleme almıştır. [46]

Rukn-i Sâyin’in şiirlerinin tamamı Seyyid Hasan tarafından 1959 yılında yayınlanmıştır. Divanında toplam 4.428 beyit şiir vardır. Rukn Sâyin-i Herevî’nin ünlü eseri Evhadî’nin Mantıku’l-uşşâk adlı mesnevisini taklid ederek 751/1351 yılında beş yüz beyit halinde yazdığı Tuhfetu’l-uşşâk adlı Dehnâme’sidir. Kasidelerinde kendisinden önceki söz ustaları Abdulvâsı-i Cebelî, Zahîr-i Faryâbî, Esîr gibi şairleri örnek alan şair, yaşadığı çağın büyük söz ustaları arasında yer alır. [47]

Hükümdarın hizmetinde güçlenince görüşüm,

Üzengimi altından lutfetsin dedim,

Demir duyunca bu sözü ağzımdan,

Kızdı ve prangaladı ayağımı.

Bir an sensiz yaşanmıyor.

Zülfünün hayali asla aklımdan gitmiyor.

Hayalin gözlerimde yer ettiğinden beri,

Uyku da, sakinlik de sensiz düşünülmüyor.

Gamzen artırsa da hep cefasını,

Ay yüzüne aşkım bir zerre azalmıyor.

Gittiğim her yerde senden söz ediliyor,

Çükü dosttan söz etmek tekrar sayılmıyor.

Ayrılığının sıkıntısında canımı veriyorum.

Çünkü vuslat devleti nasib olmuyor.

10. Berendek-i Hucendî (ö. 815/1413)

Emîr Nusret Şâh-i Hucendî’nin oğlu Emîr Bahâuddîn Berendek-i Hucendî 757/1356 yılında Hucend’te dünyaya geldi. Babası, Hucend emirlerindendir. Şiirlerini daha çok kaside türünde kaleme alan Berendek VI./XII. yüzyıl şairlerini ve özellikle de Hâkânî’yi izleyip tarzını benimsemiştir. Berendek, Timur (ö. 807/1405), oğulları Mîrânşâh ve Ömer Şeyh’in saraylarına bağlı şairlerdendir. Mahlaslarından biri de “İbn Nusret”dir. Öğrenimini tamamladıktan sonra şiir yazmaya başlamış, o dönemlerde siyasî kargaşadan dolayı bir süre ortadan kaybolmuş, 787/1385’te Semerkant’ta bulunmuştur. Timur’un İran’a girdiği yıllarda (788-790/1386-1388) Celâluddîn-i Mîrânşâh ile birlikte Endîgân, Belh ve Tebrîz şehirlerinde bulunmuş ve şiirlerinde onu övmüştür. Daha sonra Tebrîz’den Belh’e giderek orada saray ileri gelenlerinden Seyyid Alî adında birine sığınan şair bir süre sonra memleketi olan Hucend’e ve oradan da hac ziyareti için Mekke’ye giden Berendek, hac dönüşü Hindistan’a giderek orada Sultan II. Ğıyâsuddîn Tuğluğ’un (790-791/1388-1389) hizmetine girdi. Burada da iyi günler geçiremeyen şair, Dehlî’den Moltân ve oradan da Türkistân’a gitti. Semerkant’ta Sultan Halîl’in bağlıları arasına katılarak onu öven şiirler söyledi. [48]

Şair, daha önce de belirtildiği gibi Mîrânşâh’ın saray şairleri arasında yer almış, birlikte Belh’te bulundukları dönemde yine onun emriyle muhtemelen kendisini çekemeyenlerin gayretleriyle hapsedilmiştir. Hayatının yirmi beş yılını çeşitli bölgelere yapmış olduğu seyahatlerle geçiren Berendek, son yıllarında Semerkant’ta bulunmuş ve genel kanıya göre orada vefat etmiştir. Vefat tarihi 835-836/1435-1436 olarak ifade edilmektedir. Alî Şîr Nevâî’nin ifadesine göre çağdaşları ona bilimsel üstünlüğü, şiir ve edebiyattaki söz ustalığı ve yetenekleri gerekçesiyle “ustâd” diye hitap etmekte idiler. [49]

Ömrünün son yılları Sultan Hüseyin Baykara’nın yönetimde bulunduğu günlere rastlayan Berendek, bazı tezkire yazarlarının belirttiği gibi bir hiciv şairi değil, şiirlerinde daha çok övgü dizeleri bulunan bir medhiye şairidir. Şairin 20.000 beyit civarında şiiri olduğu söylenmesine rağmen elde bulunan divanı: kaside, kıta, gazel türünde şiirlerin yer aldığı toplam 1.800 beyitten oluşur. Bu şiirlerinin tamamı Takî-yi Kâşî’nin Hulâsatu’l-eş‘âr adlı eserinde nakledilmektedir. Berendek, kasidelerinde Hâkânî’yi; kıta türündeki şiirlerinde daha çok Enverî’nin tarzını izlemiştir. [50]

11. Sâm Mîrzâ-yi Safevî (984/1577)

Safevî sultanlarından Şâh İsmâîl’in oğlu ve Şâh Tâhmâsb’ın kardeşi olan Sâm Mîrzâ, ünlü yazar ve şairler arasında yer almaktadır. 923/1517 yılında Tebriz’de dünyaya gelen Sâm Mîrzâ, babasının ölümünde yedi yaşlarında bulunuyordu. Aynı zamanda iyi bir hattat da olan Sâm Mîrzâ’ya, Şâh Tâhmâsb’ın yönetime gelmesiyle birlikte Horasan bölgesinin yönetimi verildi. Bir süre sonra ayaklanarak kardeşine karşı isyan bayrağı çekince mağlub oldu ve kardeşinden özür dileyerek bir köşeye çekildi. Bunun üzerine kardeşi de kendisine Erdebil yönetimini verdi. Ancak ikinci kez 965/1558’de ayaklanınca bu defasında Şah Tâhmâsb’ın bizzat emriyle hapse atılmış ve 985/1578 yılında II. Şah İsmail’in emriyle öldürülmüş ya da depremde ölmüştür. Sâm Mîrzâ 957/1550 yılında ünlü tezkiresi Tuhfe-yi Sâmî’yi kaleme almıştır. Üstün özelliklere sahip, dindar ve ileri görüşlü, makam sevdasından uzak bir şahsiyettir. [51]

Siyasî gerekçelerle itham edildiği konusunda şüphe bulunmayan Sâm Mîrzâ, Safevî dönemindeki şiddetli sansürden dolayı o dönemde kaleme alınan tarih ya da edebiyat kaynaklarında veya tezkirelerde yazarlar kendisinden söz etme, şiirlerinden bir beyit bile aktarma cesaretini gösterememişlerdir. Sadece Netâyicu’l-efkâr adlı tezkirede bir rubaisi nakledilmiştir:

Sâmî, sakın üzüntüden uzak kal, üzülme,

Aşkın derdi ve sıkıntısıyla arkadaş ol,

Gerçek mutluluğun yolu ölüm olduğu için,

Ölüm de gelse sen mutlu ve neşeli ol. [52]

Büyük bir ihtimalle bu rubai, şairin hapiste bulunduğu dönemlerde kaleme almış olduğu bir şiiridir. Çünkü burada ölümle kucaklaşmayı şiddetle ve aşkla istemekte, ona kavuşmaktan dolayı sevince boğulmaktadır.

12. II. Şâh İsmail (ö. 985/1578)

Safevî hükümdarı Şâh Tâhmâsp’ın büyük oğlu olan II. Şâh İsmail, şair, zevk sahibi, ancak korkusuz ve kan dökücü bir kişilikti. Bu gerekçeyle babası onu yirmi yıl süreyle kamuoyunu da göz önünde bulundurarak Kahkaha zindanında hapsettirmiştir.[53] Babası Şâh Tahmâsp’ın ölümünden sonra şehzadeler arasında başlayan taht kavgaları sonucunda bazı gruplar onu destekleyerek zindandan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturduktan sonra Türk oymaklarının da desteği ile kar­deşi Haydar’a karşı mücadeleyi kazanan İsmail Mirza, Kazvîn’de Şah II. İsmail unvanı ile Safevî hanedanının başına geçti.[54] (984/1577). İlk işi bazı kızılbaş ileri gelenleri ile şehzadelerin bir çoğunu ortadan kaldırmak oldu. Ken­disi Şafiîliği benimsemiş olup Şia ulemasını saraydan uzaklaştırmıştı. Onların yerine Sünnî âlimleri yerleştiren Şah II. İsmail, bu hareketine rağmen, Anadolu kızılbaşları arasında tahriklere sebep olması ve Do­ğu Anadolu’daki bazı emirleri kendi tarafına çekmesi yüzünden Os­manlı devletinin Safevî devletine harp ilânına sebep oldu. Ancak Şah İsmail’in, önemli mevkiler işgal etmiş olan Kızılbaş re­islerinden çekindiği için onları azledip yerlerine kendisine bağlı fakat tecrübesiz kimseleri getirmesi, kısa zamanda en yakınlarının bile ken­disinden nefret etmesine sebep oldu.[55]

Kısa süren egemenlik dönemi karanlık ve kanlı bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Kardeş öldürme geleneğini de tamamıyla uygulayan hükümdarlardan biridir. Bir yıl dokuz ay hükümdarlıktan sonra bir gece aşırı derecede içki ve afyon aldıktan sonra daldığı derin uykudan bir daha uyanamamıştır.[56] II. Şâh İsmâil tahtta bir buçuk yıldan fazla kalmadıysa da bu kısa sürede kardeşleri ve kardeş çocuklarından bir çoğunu kendine karşı olacakları korkusuyla ortadan kaldırdı. O, saltanat tahtına geçtiği sırada kardeşlerinden sekiz tanesi kalmıştı, bunlardan her biri ayrı bir şehir ve bölgede yönetimde bulunan yedisini öldürdü. Çok küçük yaşta olan kardeş çocuklarına bile acımadı. Büyük kardeşi Muhammed Hudâbende’yi Herât valisi olan Abbâs Mirzâ’yla birlikte öldürtme düşüncesini gerçekleştirmek üzereyken ölümü bu planını altüst etti. Bir rivayete göre zehirlendi, fakat daha doğru bir rivayete göre aldığı aşırı derecede alkol ve afyondan dolayı öldü (985/1577). [57]

13. Kelîm-i Kâşânî (ö. 1061/1651)

990-992/1582-1584 yılında Hemedân’da dünyaya gelen Melikuşşuarâ Mîrza Ebû Tâlib Kelîm-i Kâşanî, XI./XVII. yüzyılın önde gelen şairleri arasında yer almaktadır. Aslen Hemedânlı olduğu görüşü daha ağırlıklı olsa da daha çok Kâşan’da bulundğu için Kâşanî diye bilinmektedir. [58]

Şâh Abbâs’ın çağdaşı, aynı zamanda Şâhcihân (1001-1077/) sarayının melikuşşuarası, gençliğinin ilk yıllarında Şîrâz’a giderek öğrenimine orada başladı. O da, X./XVI. ve XI./XVII. yüzyıl şairlerinin çoğu gibi iki kez Hindistan’a seyahatte bulundu. Bu seyahatlerinden birincisi Şâhcîhân’ın babası Cihângîr’in (salt. 1014-1037) saltanatı döneminde gerçekleşti. Ancak bir süre kaldıktan sonra vatan hasretine dayanamayarak 1027/1618 yılında İsfahân’a geri döndü. İki yıl kaldıktan sonra yeniden Hindistan’a gitti ve ömrünün sonuna kadar orada kaldı. Medhiyeci şairler arasında yer alan Kelîm ömrünün son yıllarında kendisine yaklaşmayı başardığı ve ondan melikuşşuaralık unvanını aldığı Şâhcihan’ın fetihlerini konu alan Şâhnâme tarzında Şâhcihânnâme adlı eserini kaleme aldı. Sâib-i Tebrîzî ile yakın dostluğu bulunan Kelîm, aynı zamanda hapis hayatı yaşamış şairler arasında da yer almaktadır. Kaynaklarda onun hapse atılması konusundaki bilgilerden anlaşıldığına göre casusluk suçlamasıyla tutuklanıp hapse atılmıştır. Dolayısıyla onun hapse atılış gerekçesi sadece siyasidir. [59]

Hindistan’ın Deken ve diğer bazı bölgelerinde yokluk ve sıkıntılar içerisinde yaşarken casusluk suçuyla itham edilerek hapse atılmış, 1028/1619 yılında otuz sekiz yaşında İran’a geri dönmüştür.[60] Son derece iyi ve cömert bir kişilik olduğu ve sultanlardan şiirleri karşılığında aldığı hediyeleri yoksullara dağıttığı ifade edilir. Daha çok gazel tarzındaki şiirleriyle öne çıkmaktadır. Gazellerini sade, kolay anlaşılır ve akıcı bir dilde kaleme almış, genellikle şiirde yeni mazmûnlar kullanmıştır. [61]

14. Âsâdek-i Tefreşî (ö. 1180/1767)
Afşâr hanedanının kurucusu Nâdir Şâh (salt.1148-1160/1736-1747) dönemi şair, filozof ve sûfîlerinden Âsâdek-i Tefreşî, Tefreş’de dünyaya geldi. Çeşitli bilim dalları ve tasavvuf alanında öğrenim gördü. Ünü her tarafa yayılınca Nâdir Şâh tarafından oğlunun eğitimi için saraya çağrıldı. Hükümdarın oğluyla çok yakından ilgilendi ve hükümdarın birçok seferinde beraberinde bulundu. Bir süre sonra öğrencisiyle duygusal ilişkiye girdiği suçuyla itham edildi ve hapse atıldı. Erkeklik aletinin kesilmesiyle cezalandırıldı. Çok sıkıntılı günlerden sonra hapisten kurtuldu ve Meşhed’e giderek bir köşeye çekilip münzevî bir hayat yaşamaya başladı. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Sabânâme ve Hicrânnâme adında mesneviler kaleme almıştır. Bunlarda daha çok kendi sıkıntılı hayat serüveninden söz eder. Âsâdek-i Tefreşî 1180/1767 yılında Rey’de vefat etti. [62]

——————————————————————————–

* Doç. Dr. Nimet YILDIRIM, Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak. Doğu Dilleri Bölümü., Email: yildirim2002@hotmail.com

[1] Avfî, Muhammed, Lubâbu’l-elbâb (nşr. E. G. Browne), Tahran 1361 hş., s. 323.

[2] Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , Dîvân (nşr. Pervîz-i Bâbâî), Tahran, 1374 hş., Önsöz, s. 9-11; Âzer, Lutf Alî Beg, Âteşkede (nşr. Seyyid Ca’fer-i Şehîdî), Tahran 1337 hş., s. 161; Hidâyet, Rızâ Kulî Hân, Mecma‘u’l-fusahâ , Tahran 1336 hş., III, 1191; Rypka, History of Iranian Literature, s. 196; Rızâzâde-yi Şafak, Sâdık, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, Tahran 1352 hş., s. 269-270; Ethé, Hermann, Târîh-i Edebiyyât-i Fârsî (trc. Rızâzâde-yi Şafak), Tahran 2536 şş., s. 99-100; Arberry, Arthur J., Edebiyyât-i Klâsik-i Fârsî (trc. Esedullâh-i Âzâd), Tahran 1371 hş., s. 109; Berthels, E. E., Târîh-i Edebiyyât-i Fârsî (trc. Sîrûs-i Îzedî), Tahran 1373-1374 hş, II, 176-177; Furûzânfer, Bedîuzzamân, Sohen u Sohenverân, Tahran 1369 hş., s. 207-208; Humâyî, Celâluddîn, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân (nşr. Mâhduht-i Bânû Humâyî) Tahran 1375 hş. s. 135; Safâ, Zebîhullâh, Târîh-i Edebiyyât Der Îrân, Tahran 1371 hş., II, 483; Yûsufî, Ğulâmhuseyn, Çeşme-yi Rûşen, Tahran 1373 hş., s. 93; Zerrînkûb, Abdulhuseyn, Bâ Kârvân-i Hulle, Tahran 1372 hş., s. 123; Zaferî, Veliyyullâh, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, Tahran 1375 hş., s. 42; Dâ’iretu’l-Ma‘ârif-i Fârsî, DMF, Tahran 1375 hş., II/2, 2768; Berzger, Huseyn, “Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, Tahran 1375-1378, III, 943.

[3] Zerrînkûb, Abdulhuseyn, Ez Guzeşte-yi Edebî-yi Îrân, Tahran 1375 hş., s. 298.

[4] Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , Dîvân, Önsöz, s. 15-17; Ethé, s. 101; Nefîsî, Târîh-i Nazm u Nesr, I, 43; Şafak, Edebiyyât, s. 269-273; Furûzânfer, Sohen u Sohenverân, s. 212; Safâ, Edebiyyât, II, 484-487; Yûsufî, Çeşme-yi Rûşen, s. 93-94; Zerrînkûb, Bâ Kârvân-i Hulle, s. 125; Zaferî, Habsiyye, s. 43; Vezînpûr, Nâdir, Medh Dâğ-i neng Ber Sîmâ-yi Edeb-i Fârsî, Tahran 1374 hş., s. 316.

[5] Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , Dîvân, Önsöz, s. 19; Berthels, Edebiyyât, II, 186 -187; Şafak, Edebiyyât, s. 159; Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 488-489; Zerrînkûb, Ez Guzeşte-yi Edebî, s. 298; Vezînpûr, Medh, Dâğ-i Neng, s. 316; Berzger, Huseyn, “Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân”, Dânişnâme, III, 944.

[6] Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , Dîvân, Önsöz, s. 25; Safâ, Edebiyyât, II, 487; DMF, II/2, 2768; Berzger, Huseyn, “Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân”, Dânişnâme, III, 945.

[7] Zerrînkûb, Bâ Kârvân-i Hulle, s. 125; Şekîbâ, Pervîn, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, Tahran 1373 hş., s. 89; DMF, II/2, 2768; Berzger, Huseyn, “Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân ”, Dânişnâme, III, 945.

[8] Şafak, Edebiyyât, s. 159.

[9] Şafak, Edebiyyât, s. 275-277; Zerrînkûb, Ez Guzeşte-yi Edebî, Tahran 1375 hş., s. 299.

[10] Berzger, Huseyn, “Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân ”, Dânişnâme, III, 945.

[11] Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , Dîvân, Önsöz, s. 23.

[12] Yazıcı, Tahsin, “Habsiyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi/DİA, XIV, 380-381; J. De Bruijn, “Habsiyya”, EI2 Suppl, s. 333.

[13] Şemîsâ, Envâ-‘i Edebî, Tahran 1373 hş., s. 232; Durûdiyân, Veliyyullâh, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, s. 345;

[14] Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân , Dîvân, s. 121.

[15] Furûzânfer, Sohen u Sohenverân, s. 601-602; Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 774; Zaferî, Habsiyye, s. 61; Vezînpûr, Medh, Dâğ-i Neng, s. 318; Luğatnâme, “Felekî-yi Şîrvânî”, XXXVII, 316.

[16] Furûzânfer, Sohen u Sohenverân, s. 602-603; Zaferî, Habsiyye, s. 61-63; Vezînpûr, Medh, Dâğ-i Neng, s. 318; Luğatnâme, “Felekî-yi Şîrvânî”, XXXVII, 316.

[17] Vezînpûr, Medh, Dâğ-i Neng, s. 319.

[18] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 774; Luğatnâme, “Felekî-yi Şîrvânî”, XXXVII, 316.

[19] François de Blois, Falake-i Şervāne”, Eİr., http://www.iranica.com.

[20] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 14-15; Zaferî, Habsiyye, s. 63-64.

[21] Bahâr, Sebkşinâsî, II, 249-250; Rypka, s. 222; Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 948; Arberry, Edebiyyât-i Klâsik-i Fârsî, s. 120; Zaferî, Habsiyye, s. 64-65; DMF, “Nasrullâh-i Munşî”, II/2, 3031.

[22] Bahâr, Sebkşinâsî, II, 249; Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 948-950; Zaferî, Habsiyye, s. 64-65; DMF, “Nasrullâh-i Munşî”, II/2, 3031.

[23] Zaferî, Habsiyye, s. 66-67; Luğatnâme, “Bahâuddîn”, XI, 397; Safa, Zebîhullâh, “Bāhā-al-dīn Bağdādî”, Eİr., II, 430.

[24] Furûzânfer, Sohen u Sohenverân, s. 578-579; Dîvân-i Mucîruddîn-i Beylekânî, (nrr. Muhammed-i Âbâdî), Tebrîz 1358 hş., “Tercume-yi Hâl ve Şerh-i Zindegî-yi Edebî-yi Şâ‘ir”, s. 4-5; Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 721; Zaferî, Habsiyye, s. 69-72.

[25] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 722; Zaferî, Habsiyye, s. 69-72.

[26] Zaferî, Habsiyye, s. 73-74.

[27] Dîvân-i Mucîruddîn-i Beylekânî, s. 5-6.

[28] Dîvân-i Mucîruddîn-i Beylekânî, s. 12.

[29] Dîvân-i Mucîruddîn-i Beylekânî, s. 273, 276, 278, 279, 281, 282.

[30] Zaferî, Habsiyye, s. 74.

[31] Dîvân-i Mucîruddîn-i Beylekânî, s. 17.

[32] Dîvân-i Mucîruddîn-i Beylekânî, s. 44-45.

[33] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 777; Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-yi Şîrvâni”, DİA, XV, 168; Zaferî, Habsiyye, s. 84-85.

[34] Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-yi Şîrvâni”, DİA, XV, 168.

[35] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 781; Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-yi Şîrvâni”, DİA, XV, 168.

[36] Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-yi Şîrvâni”, DİA, XV, 168-169

[37] Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-yi Şîrvâni”, DİA, XV, 169.

[38] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 782.

[39] Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-yi Şîrvâni”, DİA, XV, 169.

[40] Hâkânî-yi Şîrvânî, Dîvân (nşr. Muhammed-i Abbâsî), Tahran 1336 hş., s. 47-48.

[41] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, III/1, 394-395, 399; Zaferî, Habsiyye, s. 89-90; Abdulemîr, Selîm, “Esîruddîn-i Evmânî”, DMBİ, VI, 591.

[42] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, III/1, 399-400.

[43] Zaferî, Habsiyye, s. 89.

[44] Abdulemîr, Selîm, “Esîruddîn-i Evmânî”, DMBİ, VI, 591-592.

[45] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, III/2, 936-937, 939; Zaferî, Habsiyye, s. 90; Vezînpûr, Medh, Dâğ-i Neng, s. 320-321.

[46] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, III/2, 939-943.

[47] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, III/2, 944.

[48] Safâ, Târih-i Edebiyyât, IV, 264-2671; Turâbî, Seyyid Muhammed, “Berendek-i Hucendî”, Dânişnâme-yi Cihân-i İslâm/DCİ, B/3, s. 236; Huccetî, Hamîde, “Berendek-i Hucendî”, Dânişnâme, I, 188.

[49] Safâ, Târih-i Edebiyyât, IV, 270-273; Turâbî, Seyyid Muhammed, “Berendek-i Hucendî”, DCİ, B/3, s. 236.

[50] Safâ, Târih-i Edebiyyât, IV, 274-275, 278; Turâbî, Seyyid Muhammed, “Berendek-i Hucendî”, DCİ, B/3, s. 236; Huccetî, Hamîde, “Berendek-i Hucendî”, Dânişnâme, I, 188-189.

[51] Terbiyet, Muhammed Alî, Dânişmendân-i Âzerbâycân, Tahran 1314 hş., s. 172-174; Şafak, Edebiyyât, s. 611; Zaferî, Habsiyye, s. 99-100.

[52] Zaferî, Habsiyye, s.100-101.

[53] Zaferî, Habsiyye, s. 101.

[54] Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1988, IX, 546; Zaferî, Habsiyye, s. 101.

[55] Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, IX, 546.

[56] Zaferî, Habsiyye, s. 101.

[57] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, V, I, 18

[58] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, V/2, 1171; Lengrûdî, Şems, Sebk-i Hindî ve Kelîm-i Kâşânî, Tahran 1372 hş., s. 99.

[59] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, V/2, 1170-1173. Zaferî, Habsiyye, s. 104-105; Lengrûdî, Sebk-i Hindî, s. 100-101.

[60] Lengrûdî, Sebk-i Hindî, s. 101.

[61] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, V/2, 1174.

[62] Zaferî, Habsiyye, s. 106.

Konular