DİLDE SADELEŞME TARTIŞMALARI: 1970 YILI “TÜRK DİLİ” DERGİSİNDE ARAPÇA, FARSÇA VE BATI DİLLERİNDEN GELEN KELİMELERE KARŞI TAKINILAN TAVIR

Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Mustafa Kemal UniversityJournal of Graduate School of SocialSciences
Yıl/Year: 2014  Cilt/Volume: 11  Sayı/Issue: 26, s. 27-51
Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Milli Eğitim Bakanlığı,
mehmetoz@sakarya.edu.tr abdullahdagtas@hotmail.com
Özet
Dil, bir milletin hafızasıdır, millet olduğunun en büyük delilidir. Tarih sahnesinde milletler,
dilleriyle yaşayıp var olmaktadırlar. Milletlerin tarihi süreçte geçirdikleri her türlü değişim de kendisini,
“değişen ve gelişen” bir yapı olarak dilde göstermektedir. Yazılı örneklerine, ilk defa 8. yüzyılda Köktürk
Kitabeleri’nde rastladığımız Türk dili de çeşitli sebepler doğrultusunda değişmiş, gelişmiş ve
farklılaşmıştır. Türk dili, tarih boyunca Çin, Hint, Fars, Arap ve Batı medeniyetleri gibi birçok güçlü
medeniyetlerle karşılaşmış, bu karşılaşmalardan etkilenmiş ve aynı zamanda etkilemiştir. Bu karşılıklı
etkileşmeler daha çok bir “medeniyet değiştirme” çabası olarak karşımıza çıkan“İslâm” medeniyeti ve
“Batı” medeniyetine geçiş süreçlerinde daha çok yoğunlaşmıştır. Ülkemizde de dilimiz üzerinde bu iki
medeniyetin etkileri, genel olarak “sadeleşme/özleşme” adı altında uzun yıllar tartışılmış ve yeri geldikçe
de tartışılmaktadır. Buradan hareketle çalışmamızın konusunu, 1970 yılı Türk Dili dergisinin on iki
sayısında yazarların dilimizdeki “Arapça, Farsça ve Batı dillerinden gelen kelimelere karşı takındıkları
tavırlar” oluşturmaktadır. Çalışmanın amacı, 1970 yılında “özleştirme-arındırma-tasfiye” çabaları ile
“yaşayan Türkçeyi” “koruma kaygısı” etrafında, ileri sürülen görüşleri, tartışmaların içeriğine göre iki
başlık oluşturularak değerlendirmek ve günümüze ışık tutmaktır.
Anahtar Kelimeler: Türk dili, Arapça, Farsça ve Batı dillerinden gelen kelimeler, yaşayan Türkçe,
özleştirme-arındırma-tasfiye çabaları.
DISCUSSION OF LANGUAGE SIMPLIFICATION: DEVELOPING ATTITUDE
TOWARDS WORDS ORIGINATING FROM ARABIC, PERSIAN AND WESTERN
LANGUAGES IN “TURKISH LANGUAGE” MAGAZINE OF 1970
Abstract
Language is the memory of a nation and the biggest evidence of being a nation. A nation comes
into existence in history stage with its language. Every type of change a nation had in historical context
appears in the language which is a “changing and developing natural asset, means and a social
concern”. Turkish language which we met written samples of it for the first time in Gokturk Epigraphs in
the 8th century has changed, developed and became dissimilar in accordance with various reasons.
Turkish language encountered many powerful cultures and civilizations throughout history such as
Chinese, Indian, Persian, Arabic and Western civilizations and was affected from these. Among these
encounters, with the decision of to be involved in western civilization and Islamic civilization being mostly
a “civilization change” process, influence of those civilizations became more intense on Turkish language.
In our country influence of those two civilizations, Islamic and Western, on our language have been
discussed for years under the name of “simplification/being purified” in general and still being discussed
as the occasion arises.From this point of view, subject of our study is composed of “authors, developing
attitude towards words originating from Arabic, Persian and Western languages” which covered twelve
pages of the magazine of Turkish Language in 1970. Objective of this study is to evaluate suggestions
and enlighten today by constituting two headings according to the scope of discussions, around
“apprehension of conservation” regarding “ongoing Turkish”, with the efforts of “nativisationpurification-refinement”
in 1970.
Key words: Turkish language, words originating from Arabic, Persian and Western languages,
ongoing Turkish, efforts of nativisation-purification-refinement.
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
28
Giriş
Birçok dinde ve mitte ifade edildiğine göre dil, insan gücü ve yaşamın
kaynağıdır (Fromkin, Rodman ve Hyams, 2010). Anne karnından başlayıp ölümüne
kadar insan hayatının temel işlev aracı dildir. Hatta annenin veya bir başkasının anne
karnına yönelerek söyledikleri veya annenin içinde bulunduğu ortamdaki sesler,
çocuk tarafından algılanmaktadır. Bunu, bebeklerin babıldama ve çağıldama
dönemlerinden çok daha önce anne karnında ilk dillerinin ne olacağına dair gerekli
unsurları toplamaya başladıklarını öne süren bir çalışma doğrulamaktadır. Çalışmaya
göre sadece yeni doğan bebekler farklı ağlama melodileri üretme yeteneğine sahip
değillerdir; hamileliğin son üç ayı içerisinde, cenin (fetal) dönemi esnasında, bebekler
duydukları dil ortamlarına göre tipik melodi kalıpları üretmeyi tercih ederler (Mampe,
Friederici, Christophe ve Wermke, 2009). Ayrıca insanın anne karnında başladığı
anadilini öğrenme süreci, hayat boyu devam eder (Özbay, 2007).
Öğrenimi hayat boyu devam eden dil, Aksan’a (2009: 11) göre “Bir anda
düşünemeyeceğimiz kadar çok yönlü, değişik açılardan bakınca başka başka
nitelikleri beliren, kimi sırlarını bugün de çözemediğimiz büyülü bir varlıktır. O gerek
insan, gerek toplum, gerekse insan ve toplumdan ayrı düşünülemeyecek olan bilim,
sanat, teknik gibi bütün alanlarla ilgili bulunan, aynı zamanda onları oluşturan bir
kurumdur.” Dilin umumiyetle insanlar arasındaki anlaşmayı temin eden bir vasıta
olarak tarif edildiğini belirten Timurtaş’a (1981: 8) göre “… dil, insanlar arasındaki
anlaşmayı sağlayan, içtimâî ve tabiî bir varlıktır.” Ergin’e (2004: 3) göre de “Dil,
insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendine mahsus kanunları olan
ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen
zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimâî bir
müessesedir.” Dile yönelik yapılan bu tanımların her biri, dilin insan hayatında,
onun varlığını ve dünyayı anlamlandırma sürecinde nasıl bir rol oynadığını gösteren
tanımlardır. Bununla birlikte son iki tanımda belirtildiği gibi dilin en önemli özelliği,
ilk insandan günümüze kadar var olan ve aynı zamanda değişen ve gelişen tabiî bir
varlık, vasıta ve içtimâî bir müessese oluşudur.
Öte yandan “Her türlü dilsel dönüşüm, dil içi olgulardan ziyade ekonomi,
siyaset ve toplum gibi dil dışı alanlarda meydana gelen değişimlerle yakından
ilgilidir” (Bosnalı, 2014: 34) ve “… bir toplumdaki sosyopolitik, sosyoekonomik ve
sosyokültürel değişmelerin de dile yansıması kaçınılmazdır” (Gönülal, 2011: 1128).
Yazılı ilk örneklerine, 8. yüzyılda Köktürk Kitabeleri’nde rastladığımız Türk dili de
çeşitli sebepler doğrultusunda değişmiş, gelişmiş ve farklılaşmıştır. Türk dili tarih
boyunca Çin, Hint, Fars, Arap ve Batı medeniyetleri gibi birçok güçlü medeniyetle
karşılaşmış, bu karşılaşmalardan kendisi etkilendiği gibi karşı tarafı da etkilemiştir.
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
29
Bu karşılaşmalar arasında daha çok bir “medeniyet değiştirme” süreci olarak da
nitelendirebileceğimiz İslâm medeniyeti ve Batı medeniyetine geçme kararı ile
birlikte dil açısındanetkileşme daha derin ve kalıcı olmuştur ve olmaktadır. Bu
bakımdan 19. yy’ın son yarısı ve 20. yy’ın başlarından itibaren ülkemizde de dilimiz
üzerinde bu iki medeniyetin etkileri, genel olarak “sadeleşme/özleşme” adı altında
uzun yıllar tartışılmıştır, yeri geldikçe de tartışılmaktadır.
“Tanzimat yılları, dilde bir tasfiyenin yapılması gerektiğinin dillendirildiği
hatta bu uğurda ciddi girişimlerin yapıldığı yıllar oldu” (Pala, 2002: 50). “Tanzimat
Fermanı ile birlikte medeniyet değiştirme kararını uygulamaya başlayan Osmanlı
Devleti’nde eski kurumlar yavaş yavaş eleştirilerin hedefi olmaya başladı.
Eleştirilerin hedefinde başlangıçta devlet kurumları ve yöneticiler olmasına rağmen
bir müddet sonra sıranın sosyal hayatın bir parçası olan dil, edebiyat, musiki ve
mimariye geldiğini görüyoruz” (Özdemir, 2013: 9). Bu doğrultuda “XIX. yüzyılın
ortalarında, yenilik taraftarı olan Tanzimat yazarları ilk özel Türkçe gazeteyi
yayınladılar; Fransızcadan aldıkları deneme, gazete makaleleri, kısa hikâye ve roman
gibi birçok yeni edebiyat türlerini tanıttılar. İlk Türk tiyatro eserini de onlar yazdılar”
(İz, 1988: 1015-1016). Hatta Şinasi, Agâh Efendi ile birlikte çıkardığı Tercümân-ı
Âhval’de “giderek halkın anlayacağı bir dil kullanacaklarını” ifade eder, diğer gazete
ve dergiler de bunu takiben sade bir dil kullanacaklarını belirtirler.
“Ancak, bütün gayretleriyle birlikte, başarılacak işlerin çokluğu ve zorluğu,
Tanzimatçıları amaçlarına ulaşmaktan alıkoydu. Her cephede koşmak ve her konuda
kalem yürütmek zorunda bulunmak yüzünden, başladıklarını eksik bıraktılar.
Yaptıklarında tereddütten ve kararsızlıktan kurtulamadılar. Bu kararsızlık, onları çok
kere fikirlerinde aykırılığa düşürdü. Ele aldıkları her meselede, elbette tamamıyla
yetki sahibi değillerdi. İşte Tanzimatçıların hemen hepsinde görülen ikiliğin
sebepleri bunlardır. Dil bahsinde de böyle oldu. Lisan-ı Türkî mi? Lisan-ı Osmanî mi?
Türkçe, Arapça ve Fars dillerinin etkisinden büsbütün kurtulabilir mi, kurtulamaz
mı? Kurtulması mümkün olsa da faydalı olur mu olmaz mı?... Tanzimatçıların
zihinlerinde yer tutan bu sorular, hiçbir zaman onların hepsinde tam cevabını
bulamadı. Cevap verenler de ara sıra birbirine aykırı düşen fikirlerini hatta aynı
yazıda bulundurmaktan kendilerini kurtaramadılar” (Levend, 1960: 138). Başka bir
ifade ile Batı ile temasa geçen, ilk defa divan edebiyatına, onun dili ve
mazmunlarına karşı çıkan Tanzimat devri aydınları, dilin sadeleşmesi sürecinde pek
başarılı olamamışlardır.
Tanzimat sonrası, sanatın dilinin ayrı olması gerektiğini ileri süren ve Ömer
Seyfettin’in Yeni Lisan makalesinde “… hiçbirisi esaslı ve mühim bir teceddüt
gösterememişler, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar. Eserlerinin isimlerini bile
Fransızcadan aynen aşırmışlardır” (Seyfettin, 1911: 1) dediği Servet-i Fünûn şair ve
yazarlarının ise “dilde sadeleşme” gibi bir düşünceleri hiç olmamıştır. “Tanzimatı
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
30
izleyen Servet-i Fünûn ve Edebiyatı Cedide dönemleri, bu dönem şair ve yazarlarının
san'at, dil ve üslûp anlayışları yüzünden, dilin yeniden ağırlaştığı bir dönemdir.
Kullandıkları dil malzemesinin durumu ve üslûba gösterilen büyük özenti sebebiyle,
Tanzimat döneminde bir dereceye kadar sadeleşme yolu tutmuş olan yazı dili
yeniden ağırlaştığı için bunu bir gerileme sayanlar olmuştur” (Korkmaz, 1973: 105).
Başka bir görüşe göre de “Yazı dili Şinasi’den başlayarak gittikçe sadeliğe yüz
tutmuş ve tabiî bir yolda gelişmeğe başlamıştı. Edebiyat dili, şimdi tekrar-bu defa
başka bir yolda-derin bir uçurumla konuşma dilinden ayrılmış oluyordu. Bu, dilde
bir gerilemeydi. Servet-i Funûncular, bu süslü ve özentili dille, fikirde ve teknikte
sağladıkları üstünlüğe bir şey katmış olmuyorlardı. Tersine olarak bu ağır dil, onların
en zayıf tarafıydı” (Levend, 1960: 195).
“Servet-i Fünûn dergisinin, “Edebiyat ve Hukuk” makalesi sebep gösterilerek
kapatılmasından sonra (3 Teşrin-i evvel 1317/16 Ekim 1901, S. 553), İstanbul’daki
edebî hareketler durma noktasına gelmiştir. Artık, Servet-i Fünûn topluluğu da
dağılmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar (23 Temmuz 1908) sürecek olan bu
dönemde sanat ve edebiyat faaliyetlerinin son derece azaldığını, yazılıp çizilenlerin
de acemice şeyler olduğunu görüyoruz… sonuç olarak 1901-1908 yılları arasında
basın ve edebî hayat en kısır dönemini yaşamıştır” (Özdemir, 2010: 41). Bununla
birlikte Servet-i Funûn’un kapatılmasından sonra edebî faaliyetler, “Kâbe-i Hürriyet”
olarak adlandırılan Selanik’te devam etmiştir. İstanbul’da yazılarını
yayımlayamayanlar, Selanik Lisesi öğretmenlerinin çıkardığı Çocuk Bağçesi adlı
dergide yazılarını yayımlamışlardır. Bu dönemde dil, edebiyat ve hece-aruzla ilgili
tartışmalar, bu dergide sürdürülmüştür.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte ise dilde sadeleşme tartışmaları “iki ayrı görüş”
etrafında hızlanmıştır. “Bunlardan biri tasfiyecilerin, öbürü sade Türkçecilerin
görüşü idi. 1909’da çıkmağa başlayan Türk Derneği dergisi etrafında toplanan
tasfiyeciler yüzde yüz özleştirme davası güdüyor. Türkçedeki bütün yabancı
kelimelerin atılmasını istiyorlardı. Bu görüş rağbet bulamamış, tasfiyeciler bir başarı
sağlayamadan dağılmışlardır” (Tekin, 1988: 1029). İkinci görüş ise bilindiği gibi o
zamana kadar dilde sadeleşme konusunu daha etraflı, daha ilmî bir tabana oturtan
Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının 1911 yılında Genç Kalemler dergisi etrafında Yeni
Lisan makalesi ile başlattıkları dilde sadeleşme tartışmalarıdır. “Genç Kalemcilerin
öncelikle istedikleri şuydu: Yazı dili ile konuşma dilini birleştirmek… Ömer
Seyfettin’in öncülüğü ile açılan bu “yeni lisan” tartışmalarına Ziya Gökalp da katıldı.
Türkçenin sadeleşmesi konusundaki görüşlerini hem şiirleri, hem de düzyazılarıyla
açıkladı. Sadeleşme eyleminin bilinçlenmesinde, yaygınlık kazanmasında Ziya
Gökalp’in önemli bir etkisi oldu” (Özdemir, 1980: 27-28).
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
31
II. Meşrutiyet’in ardından “Cumhuriyet devrinde Atatürk tarafından
başlatılan dil reformu Meşrutiyet devrindeki dilde Türkçülük hareketine bakarak
daha radikal, yani daha kökten bir hüviyet taşır. Atatürk, bu reforma girişmeden
önce Türk dili ve gerçekleştirmek istediği dil reformu hakkındaki görüşlerini en az üç
kere açıklamıştır. Bunlardan birincisi, Birinci Dünya Harbi’nin sonlarına doğru Macar
Türkologlarından J. Nemeth’in o sıralarda çıkan Turkische Grammatik adlı Türkçe
gramerindeki bir tasnif dolayısıyla yapılmıştır. Macar Türkologu bu kitabında üç
türlü Türkçe bulunduğunu belirtmişti: I. Fasih Türkçe, yani resmî ve edebî Türkçe. 2.
Orta Türkçe, yani orta sınıfın kullandığı Türkçe. 3. Kaba Türkçe, yani halk ve köylü
veya avam Türkçesi. Atatürk bu tasnifteki kaba Türkçe deyimine öfkelenmiş ve üç
türlü Türkçe için “Bu farklar kalkmalı; ortak dili, yani gazete dilini, yalnız aydınlar
değil, herkes anlayabilmeli” demiştir. Atatürk, dil reformu konusundaki ikinci
açıklamasını 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlerle görüşürken yapmıştır.
Konuşmasına “Muallime hanımlar” yerine “Muallim hanımlar” hitabıyla başlayan
Atatürk, daha sonra, “İhtimal ki muallime demediğim için beni tahtie ediyorsunuz.
Ben lisanımızda tâ-i te’nisi kullanmak zaruretinde olmadığımızı zannediyorum”
demiş ve Türkçeyi Arapça kurallardan kurtarmak fikrini savunmuştur. Atatürk’ün dil
konusundaki üçüncü ve dil reformunu başlatmadan önceki son ve en kesin
açıklaması ise, bilindiği gibi, Sadri Maksudi Arsal’ın I930 sonlarında yayımlanan Türk
Dili İçin adlı eseri münasebetiyle yapılmıştır. Atatürk bu eser için yazdığı ve kitabın
başına alınan 2 Eylül I930 tarihli el yazısı notunda bilindiği gibi şöyle der: Millî his ile
millî dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin
inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil
şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” (Tekin, 1988: 1030-1031).
Atatürk’ün bu görüşlerini önce 1928 yılında Arap alfabesinin kaldırılarak
yerine Latin temelli yeni Türk alfabesinin getirilmesi, 1 Eylül 1929’da okullardan
Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu’nun
kurulması ve 26 Eylül 1932’de gerçekleştirilen Birinci Türk Dil Kurultayı takip
etmiştir (Levend, 1960; Özdemir, 1980). Tekin’e (1988: 1032)göre de böylece “Dil
reformu” başlatılmış oluyordu. Atatürk’ün yukarıda belirtilen görüşleri arasındaki
son görüşü, özellikle Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulması ile bir devlet politikası
hâline gelmiştir. Türk Dil Kurumu, dilde yapılan reformların kurumsal yapısını
oluşturmuştur. Dilde sadeleşme çalışmaları da o yıllarda, cemiyetler kanununa göre
kurulmuş hususî bir dernek olan ve anayasanın teminatı altındaki bir inkılâp
müessesesi bile olmayan Türk Dil Kurumu’nun (Hacıeminoğlu, 2011) bünyesinde
toplanmış kişilerce sürdürülmüştür.
Bu tartışmalar yapılırken, ortaya atılan görüşler arasında dikkat çekici
ifadelerin kullanıldığını görüyoruz. Fakat yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Atatürk’ün
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
32
dil konusundaki açıklamaları ortadadır. Bildiğimiz kadarıyla Atatürk’ün kendisi,
bütün bu sadeleşme sürecinde “dil devrimi” gibi bir ifadeyi hiç kullanmamıştır. Buna
rağmen, sonradan bu dönemi anlatan yazarların “dilde sadeleşme” çabalarını
değerlendirirken, bizim ilmî bulmadığımız, “dil devrimi” gibi bir isimlendirmeyi
kullandıklarını görüyoruz. Zor da olsa, alfabe ya da harflerinizi bir anda değiştirip
devrim yapabilirsiniz. Bu yapılmıştır da. Ancak, bir dili bir anda bırakıp bir başka dili
kullanmaya başlamanın, yani “dil devrimi” yapmanın sosyolojik olarak bir örneğinin
olmadığı da ortadadır. Nitekim Levend, Atatürk’ün ölümüne kadarki dönemi iki
evreye ayırarak, o yıllarda yapılan dilde sadeleşme çalışmalarını şu şekilde anlatır:
“Dil devriminin I. Türk Dil Kurultayı ile başlıyan ilk evresi, yabancı kelimelere Türkçe
karşılıklar bulmak, halk ağzından söz derleyerek Türk dilinin kelime hazinesini
meydana çıkarmak, Türk dilinin eskiliğini, başka dillerle olan münasebetlerini
araştırmak gayreti içinde geçmiştir. Türk dilini yabancı dillerin salgınından
kurtarmak için girişilen bu savaşa bütün millet katılmış, gazete ve dergiler
sütunlarını yeni bulunan Türkçe karşılıklara ayırmış, bir seferberlik havası içinde
herkes kendini bu işe vermiştir… Dil devriminin ikinci evresi, Güneş-Dil teorisinin
ortaya atılmasıyla başlar… Atatürk, Güneş-Dil teorisini benimsemiş, tarih tezine
uygun olarak, Türk dilinin eskiliğini bununla açıklamak istemiştir” (Levend, 1960:
460). Bir başka görüşe göre ise aynı dönem şu cümlelerle özetlenir: “1932-1934
yılları arasında dil inkılâbının ilk devresi bir araştırma devresi oluyor. Bu çalışmalarla
birlikte kitaplardan ve halk ağzından kelimeler taranıp derlenir. Fakat 1934’ten
sonraki ikinci safhada yeniden kelime yapılarak, hatta uydurularak bu Arapça,
Farsça asıllı kelimelerin yerine kullanılıyor. 1935’te “Güneş-Dil” teorisiyle normal
yola dönülüyor. Fakat daha sonraki yıllarda “tasfiyecilik”, “öztürkçecilik” hareketi
olarak devam ediyor. Bilhassa Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarıyla bu hareket
1955’ten sonra süratleniyor” (Timurtaş, 1981: 33).
1970’li Yılların Siyasi Manzarası
İşte bu “özleştirmecilik” ya da “tasfiyecilik” hareketinin siyasetle doğrudan
bağlantılı olarak en yoğun olduğu dönemlerden birisi de 1970’li yıllardır. Bu çalışma
ile de 1970 yılında “özleştirme-arındırma-tasfiye” çabaları ile “yaşayan Türkçe”yi
“koruma kaygısı” etrafında, ileri sürülen görüşleri değerlendirmek ve günümüze ışık
tutmak amaçlanmıştır.
1970’li yıllar, sadece “dilde sadeleşme” tartışmaları açısından değil, Türk siyasi
tarihi açısından da önemli gelişmelerin yaşandığı yıllardır. İktidarda hükümet olarak
10 Ekim 1969 seçimlerinde % 48 oy alan ve ikinci hükümetini kuran Süleyman
Demirel’in Genel Başkanı olduğu Adalet Partisi vardır. Ancak bu iktidar, eski Demokrat
Parti mensuplarının siyasi haklarının iadesi meselesinin çözülmesi gibi isteklerden
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
33
dolayı parti içi muhalefet yüzünden zor günler yaşamaktadır. Muhalefet partilerinin
de desteği ile istifaya zorlanan hükümet, sonunda güvenoyu alamadığı için 11 Şubat
1970’te düşürülür. Ardından partisinden ayrılan birçok milletvekiline rağmen Demirel,
6 Mart 1970 tarihinde, 12 Mart 1971 muhtırası ile sona erecek olan, tek başına iktidar
olduğu üçüncü hükümetini kurar. Bu süreçte, bir taraftan Amerika ile meşhur “haşhaş
ekimi” problemi yaşanırken diğer taraftan artan öğrenci olayları, kurulan bu üçüncü
hükümetin de sonunu hazırlar. 1970 yılında, siyaset alanında bu hızlı değişimler
yaşanırken diğer taraftan da dilde sadeleşme ve öz Türkçecilik tartışmaları bütün
hızıyla devam etmektedir. İktisat Profesörü Orhan Oğuz’un Milli Eğitim Bakanı olarak
görev yaptığı bu dönemde, Türk Dil Kurumu’nun başında da 1969 yılında Gündüz
Akıncı, 1969-1976 yılları arasında ise felsefe Profesörü Macit Gökberk bulunmaktadır.
Atatürk’ün 1936 yılından itibaren özleştirmecilikten vazgeçtiği ve en yakınında
olanların da bunu doğruladıkları bilinmesine rağmen (Ercilasun, 1993; Banarlı, 2002)
bu yıllarda “Özleştirmeciler, devrimlerle yenilenen toplumun, dilinin de devrimler
zincirinin ayrılmaz bir halkası olduğunu dolayısıyla özleştirmenin devam etmesi
gerektiğini söylerken, muhafazakârlar, onları solculuk ve Türk milletini sevmemekle
itham etmekte; özleştirmecilerse karşı tarafı Atatürk devrimlerine karşı olmakla hatta
Osmanlı’yı yeniden diriltmeye çalışmakla suçlamaktadır” (Gönülal, 2011: 1133). Buna
karşılık o yıllar, kendilerini “dil devrimcisi” olarak görenlerin yaptıklarından dolayı,
“Türkçenin karanlık günleri” olarak da değerlendirilmiştir (Hacıeminoğlu, 2011).
Diğer taraftan bu yıllarda “öz dil”, “öz Türkçe” gibi diğer isimleri de bulunan
Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin dilden atılması yani “özleştirme”, “tasfiye”
çalışmalarına Türk Dil Kurumu üzerinden devam edilmesi, Türk Dil Kurumu’nun
eleştirilerin hedefinde bulunmasına sebep olmuştur. Ayrıca Kurum’un Türk Dili
dergisi de bu “özleştirme”, “tasfiyecilik” hareketinin yayın organı gibi kullanılmıştır.
Türk Dil Kurumu’nun dışında Milli Eğitim Bakanlığı ve TRT de zaman zaman bu
tartışmaların içine çekilerek eleştirilerden payını almıştır (Hacıeminoğlu, 2011;
Timurtaş, 1981). Çünkü Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, TRT ve birtakım
basında söz sahibi olmuş ve bu kurumlar, Dil Kurumu’nun dediklerine itibar
etmişlerdir (Timurtaş, 1981). Bu yüzden dil tartışmalarının en hararetli yaşandığı
dönemin 1960’ların sonundan 1980’lere kadar geçen sürede olduğu söylenebilir.
Genel itibariyle bu süreçte, “özleştirme-arındırma-tasfiye” çabasını “Sol”un daha
çok sahiplendiğini, diğer taraftan millî değerleri gözeten “Sağ”ın ise bir medeniyet
dili olan “Osmanlı Türkçesi”ni koruma kaygısı taşıdığını söyleyebiliriz.
1970 Yılı “Türk Dili” Dergilerinde Dilde Sadeleşme Tartışmaları
1970 yılında, Türkçenin sadeleştirilmesi ile ilgili tartışmaların, Türk Dili
dergisinde çok zengin ve çeşitli başlıklar altında yapıldığını görüyoruz. Ancak
dergide gündeme getirilen görüşlerin sadece derginin ve yazarlarının bakış açısını
yansıttığını da hatırlatmamız gerekmektedir. Bu tartışmaların bir kısmı kelime, bir
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
34
kısmı da cümle boyutunda yapılmıştır. Bu dönemde Türk Dili dergisinde dikkat
çeken tartışma konularını şu başlıklar altında incelemek mümkündür:
Arapça ve Farsça Kökenli Kelimeler Üzerine Yapılan Tartışmalar
İslamiyet’in kabulü ile birlikte 10. yüzyıldan itibaren Türkçede yoğun bir
şekilde kullanılmaya başlanan ve zamanla da büyük ölçüde “Türkçeleşen” Arapça ve
Farsça kelimelere karşı Türk Dili dergisinin 1970 yılındaki tutumu, pek olumlu
değildir. Dergideki yazılarında bu konuyla ilgili görüş bildiren yazarlardan Horozcu
(1970), derginin Aralık sayısında, kendisine “yaşam öyküsü, şiir görüşü ve dil
tutumu” ile ilgili sorulan sorulara karşılık olarak Ömer Asım Aksoy’a gönderdiği
mektupta, bizim “neden Arapça ve Farsça kelimeleri kullanamayacağımız” ile ilgili
şunları söyler: “Eskiler Arapça, Farsça kelimeler kullanırlardı. Ama bunları papağan
gibi değil, bilerek kullanırlardı. Çünkü okullarında Arapça ve Farsça okurlardı.
Fransa’da her düşünür Latince ve Yunanca bilir. Çünkü iyi Fransızca düşünebilmek
Latince Yunanca bilmeye bağlıdır. Oysa biz artık Arapça ve Farsça okumuyoruz,
okutamıyoruz okullarımızda. Türlü nedenlerle okutmak da istemeyiz. Öyleyse
Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanamayız. Ne dilimiz yatar buna, ne kafamız”
(Horozcu, 1970: 259). Görüldüğü gibi Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmama
gerekçesi olarak bu dilleri “bilmeme” ve “okumama” mazereti ileri sürülmektedir.
Hatiboğlu (1970), derginin Kasım sayısındaki “Atatürk ve Bilim” başlıklı
yazısında, “ölümsüz Atatürk’ün açtığı çığırda dil devrimini gerçekleştirirken yabancı
sözcüklerle ve özenti olarak yabancı sözcük kullanımıyla savaşmak gerektiğini” ifade
eder. Ardından, “yabancı kelimelerin, Türkçe karşılıkları bulunmadığı için
getirildiğini, vaktiyle de bu düşünceden dolayı dilimize aktarıldığını ve üstün
sayıldığını” söyler. Bu duruma da “koyun dili” diye suçlanan Türkçe “dil” sözcüğü
yerine Arapça “lisan” ve Farsça “zeban” sözcüklerinin dilimize aktarılmasını örnek
gösteren yazar şöyle devam eder: “Türkçe ‘dil’ sözcüğü varken, bu sözcük ‘koyun
dili’ gibi anlatımlarda da kullanıldığı için küçümsenmiş Arapça ‘lisan’, Farsça ‘zeban’
dilimize alınmış yerleştirilmiştir. Osmanlıcada, genellikle ‘lisan’ veya ‘zeban’
denilince yalnızca konuşulan dil anlaşılıyordu, hâlbuki Araplar da koyunun diline
‘lisan’, Farslar da ‘zeban’ demektedirler. Bunlar Türkçenin yoksunluğundan alınmış
yabancı sözcükler değildir. Bir de bu çeşit özentilerimizle savaşmak gerekmektedir”
(Hatiboğlu, 1970: 97-98).
Uyguner (1970) de derginin Kasım sayısındaki “Atatürk ve Dilimizin Yabancı
Diller Egemenliğinden Kurtulması” başlıklı yazısında, “dillerin birbirinden kelime alıp
verdiğinin hep söylendiğini, İslâm uygarlığı içinde de dilimize Arapça ve Farsçadan
sözcükler girmeye başladığını, bu yabancı sözcükleri kullanmanın kibarlık sayıldığını”
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
35
dile getirir. Sonrasında Uyguner, dilin bu durumuna karşı “tarihsel bağlamda ortaya
çıkan karşı çıkışları” şu şekilde özetler: “Âşık Paşa bunlardan biridir ve onun;
“Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi.”
dizeleri, bunu çok iyi belirten, bugün de bu konuda hemen ilk kez akla gelen
dizelerdir. Her ne kadar 1248 yılında Karamanlı Mehmet Bey, ‘Türkçeden başka dil
kullanılmayacaktır.’ diye ferman etmiş ise de buna uyan pek az [kişi] olmuştur…
1900 yıllarından sonra Batıya dönük yazınımız da aynı yoldan yürümüş, ağdalı bir dil
ve birbirine bağlanan tamlamalarla canlılık kazanmağa yönelmiştir” (Uyguner, 1970:
137). Uyguner, bu yıllardan sonra Genç Kalemler dergisinin başlatmış olduğu ve Ziya
Gökalp’in de “kuramcılığını” yaptığı “Yeni Lisan” hareketinin, “sadeleşme”
çabalarını hızlandırdığını ve yaygınlaştırdığını ifade eder.
Bununla birlikte Uyguner, “Atatürk’ün harf devriminden sonra giriştiğini
iddia ettiği “dil devrimi”nde, yabancı kelimelere karşılık olarak eski Türkçe
kelimelerin bulunmasını istediğini” ifade ettikten sonra şöyle devam eder: “Atatürk,
başka dillerdeki her söz için en az bir kelime bulmalı!” diyor, sonra da şunları
söylüyordu: “Onları ortaya atmak lâzımdır. Millî zevkimiz hangisinden hoşlanır ve
onu kullanırsa, o zaman lügatimize koyalım” (Uyguner, 1970: 138). Bu sözler
üzerine büyük bir çalışma dönemine girilmiş, halk ağzından sözler derlenmiş, temel
eserler taranmış böylece tanıklarıyla tarama sözlükleri ve derleme sözlükleri
hazırlanmıştır. Bu ifadelerde Atatürk’ün kullandığı “millî zevkin hoşlandığı kelimeleri
kullanalım” ilkesi, aslında tartışmalar için bir çıkış yolunu da göstermektedir. Ancak
ne yazık ki tartışma gürültüleri arasında dikkatlerden kaçmıştır.
Salihoğlu (1970), derginin Haziran sayısındaki “Agâh Sırrı Levend ve Yeni
Kitabı” başlıklı yazısında, Agâh Sırrı Levend’in Şemsettin Sami isimli kitabında,
Şemsettin Sami’nin dil konusunda yazdığı yazılarından bugünkü dile yaptığı
aktarmalara yer verir. Bu aktarmalardan birinde Sami, “dilimizin Türkçe, Arapça ve
Farsçadan meydana gelmiş olduğu fikrine katılmadığı ve bu yüzden dilimizdeki
Arapça ve Farsça kelimelerin atılması” hakkında şunları söyler: “Dilimizin Türkçe,
Arapça ve Farsça’dan meydana gelmiş olduğu söylenir. Bu birleşme, başka dillerde
olduğu gibi bir kimyasal birleşme gibi olmadığından, kullanılan Arapça ve Farsça
sözcükler, yabancı olarak durmakta olup dilimize karışmamış, dilimizin kuralları ve
şivesi değişmemiştir. Ne zaman istesek bunları atıp dilimizi zenginleştirebiliriz”
(Salihoğlu, 1970: 243). Dilimize Arapça ve Farsçadan geçen kelimelerin “dilimize
karışmamış” olduğunu savunmak, -en azından bazı kelimeler için- kabul edilebilir bir
görüş değildir. Çünkü “cıharçûbe” Farsça; “çerçeve” Türkçedir, “nerdübân” Farsça,
“merdiven” ise Türkçedir. Çoğaltılabilecek bu örneklerin dışında, Şemsettin
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
36
Sami’nin de savunduğu, Osmanlı Türkçesi’ndeki “konuşma dili ile yazı dili arasındaki
fark” yazar tarafından da eleştiri konusu yapılmıştır.
Aslında iç hastalıkları uzmanı olan ve aynı zamanda dönemin
Cumhurbaşkanlığı kontenjan senatörlerinden Dr. Ragıp Üner (1970), “Dil Üzerine”
başlığı ile derginin Mayıs sayısında yayımlanan, Mecliste bütçe görüşmelerinin
ardından dil ile ilgili yaptığı konuşmasında, “birtakım daire adlarının, bakanlık ve
müdürlüklerin isimlerinin hâlâ “eski yabancı kılıkları” ile durmakta olduğunu”
belirtir. Bu “eski, yabancı kılıklı” sözler ve bunların Türkçeleştirilmeleriyle ilgili de
şunları söyler: “Neşriyat ve Müdevvenat Genel Müdürlüğü, Talim ve Terbiye - Tetkik
ve İstişare - Murakabe Kurulları, Muamelât şubesi gibi… Telefon rehberine bakalım.
Resmî daire adlarında çelişme vardır. Bazı bakanlıklarda Muhasebe Müdürlüğü,
bazılarında Saymanlıktır. Bir Bakanlığımızın adı Tarım Bakanlığıdır. Ama örgütleri
içinde Ziraî Mücadele Umum Müdürlüğü vardır…” (Üner, 1970: 153). Üner’e göre
bu isimler “tez elden” Türkçeleştirilmelidir.
Özdemir (1970), dergininOcak sayısındaki “Bir ‘Dil Bilgini’nin Yanlışları”
başlıklı yazısında, Faruk Kadri Timurtaş’ın Bilgi dergisinde yayımlanan yazılarından
aldığı cümlelerinde, “Türkçenin değil, Osmanlıcanın soluğunun bulunduğunu” dile
getirir. Bu ifadeler, yazarın “Osmanlıca” diyerek ifade ettiği dili, “Türkçe” kabul
etmediğini de ortaya koymaktadır. Özdemir ayrıca, Timurtaş’ın yazılarında, “eski,
yeni, yabancı ve Türkçe kelimeleri” birlikte kullandığını söyleyerek onu, şu
cümlelerle eleştirir: “Sözcük seçimi yönünden de Timurtaş’ın bilinçli bir tutumu
yoktur. Yazılarında yabancı ögelerle Türkçenin söz değerleri yan yana yer alır… Eski,
yeni, yabancı ve Türkçe sözcükler iç içedir. Sözgelimi, başvurduğumuz bu birkaç
yazıda aynı anlama gelen şu sözcüklere birlikte rastlıyoruz: “önemli-ehemmiyetli”,
“eğitim-terbiye”, “gerçek-realite”, “inkişaf-gelişme”, “Maarif Bakanlığı-Milli Eğitim
Bakanlığı”, “ilgi-alaka”, “işlem-muamele”, “yayınlamak-neşretmek”, “kavrammefhum”,
“yüzyıl-asır”, “idare-yönetim”, “idareci-yönetici” (Özdemir, 1970a: 332).
Türk Dili dergisinde tartışmalarla ilgili “en uç görüşleri” savunan yazarlardan
biri olan Özdemir (1970), derginin Temmuz sayısındaki “Nedenleme” başlıklı
yazısında, “bilimsel düşünüşü besleyemediğimizden her dönemde “tutuculuk ve
gericilik”in varlığını sürdürdüğünü ve toplum yapımızı yenileştirecek “devrimsel” her
atılımın bir “direnti” ile karşılaştığını” belirtir. Sonrasında “devrime ve devrimcilere
kara üstüne kara çalan” İbrahim Kafesoğlu’nun 1000 Temel Eser arasında çıkan Türk
Milliyetçiliğinin Meseleleri adlı kitabında, dilden atılan kelimeler ile ilgili, “… Onlar, bir
dilden koparılan bir kelimenin bir kültür mefhumunu da beraberinde götüreceğini ve
yerine konan bir tilcikin bir başka âlemin, başka bir anlayışını getireceğini bilirler…” (s.
101) sözlerini, “aşınmış yargılar, dayancasızlık ve bilimdışılık” örneği olarak eleştirir.
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
37
Sonrasında, “Türk’e Türklüğünü unutturan, onu ulusal duyarlılığına yabancılaştıran
kelimelerin dilden atılma nedeni”yle ilgili olarak şunları söyler: “Bunu gerektiren de
kişisel istekler, zorlamalar değildir. Toplum yapısındaki gelişim ve değişimlerin bir
sonucudur. Toplumsal yapıyla dilin sözcük dizgesi arasındaki bağlılığın yarattığı bir
olgudur” (Özdemir, 1970b: 328). Dilimizin, kültürel bir kopukluğa sebep olmadan ve
zenginliğine zarar vermeden sadeleştirilmesi düşüncesine katılarak, Kafesoğlu’nun
ileri sürdüğü görüşlerin “tutuculuk, gericilik, aşınmış yargı, bilimdışı, dayancasızlık(!)”
vb. olarak değerlendirilmesinin de gene yukarıdaki gerekçelerle doğru olduğunu
söylemek mümkün değildir.
Özdemir (1970) ayrıca, derginin Aralık sayısındaki “Dil Donkişotluğu” başlıklı
yazısında, “karşı çıkanlara rağmen dil devriminin yörüngesinden sapmadan
yürüdüğünü, yazarlarımızın, ozanlarımızın Türkçedeki yabancı ögeleri “silkeleyip
attıklarını”” ifade eder. Buna da Bilge Karasu’nun, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
adlı eserinde “dil devrimi ile eşdeğer dil tutumunu” örnek gösterir: “179 sayfalık
kitapta bugün için eskimiş, anlama ve imge gücünü yitirmiş tek bir sözcükle
karşılaşmıyoruz. Kaba bir sayımla Türkçe sözcük oranı % 90 dolaylarında. Bu oranın
dışında kalanlarsa, yabancılıklarını sezdirmeyecek ölçüde anlatıma sindirilmiş olan
sözcüklerdir: Köşe, haber, resim, kahraman, ayin, sebep, ferahlamak... Bu tür
örnekleri bir yana bırakırsak, öz Türkçe akımının zengin olanaklarından tümüyle
yararlandığını söyleyebiliriz yazarın… Sözgelimi… : İstemsiz, duyusuz, dinginlik,
değin, dek, döngü, esrimek, evren, kez, sayım, bunluk, azık, özgür, umut,
yararlanmak… En yeni sözcükleri bile yadırgatmadan, tümcelerine ustaca
sindirmesinden geliyor onun asıl başarısı” (Özdemir, 1970c: 265).
Yazarın burada ifade ettiği ve dilde aşırılığı hatırlatan “Türkçedeki yabancı
ögeleri silkeleyip atmak” yaklaşımı bizce ne kadar “eleştiriye” değerse,
“yabancılıklarını sezdirmeyecek ölçüde anlatıma sindirilmiş” kelimelerin kabul
edilmesi görüşü de o kadar “benimsemeye” değerdir. Benzer görüşlerin aslında
Felsefeci olan Ongun (1970) tarafından da seslendirildiğini görmekteyiz. Ongun
derginin Ocak sayısında, daha önce Dünya dergisinde (4. XII. 1969) yayımlanan
“Yeni Dilimiz” başlıklı yazısında, “ulusumuzun Türk olduğunu kesinlikle öğrendikten
sonra dilimizin Türkçeleşmeye başlamasında ilk işçilerin halk ozanları olduğunu”
ifade eder. Ancak “halk ozanlarından sazlı âşıkların iltifat ettikleri Arapça ve Farsça
kelimelerin de “bir tarikatın, din ya da mezhebin, tekke ve camilerden taşan
terimleri” olduğunu söyleyen yazar, bu sözcüklerin bir “bilgiçlik” taslama çabasının
ürünü olduğunu ve bu sözcüklerin “aydınlarımız” tarafından dilimize sokulduğunu”
belirtir. Fakat “Bundan, ozanların duygu ve düşüncelerini ifade için, dilimizin
yetersiz olduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir” (Ongun, 1970: 345). Ayrıca
Ongun, “İslamiyet’in kabulünden sonra Arapça ve Farsçanın kullanımıyla birlikte
halk diliyle hükümet dilinin birbirinden ayrıldığını, bunun da ulusal bilincin çok geç
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
38
uyanmasına neden olduğunu” ileri sürer. Bu da yazara göre, “… kendilerini
yönettiğimiz öteki İslâm ve Hıristiyan uyruklar arasında silik, bilgisiz, kaba ve ilkel
insanlar durumuna düşmemize sebep olmuştur” (Ongun, 1970: 346).
Dergi yazarlarından Levend(1970) de derginin Şubat sayısındaki “Türkçeyi
Bozanlar” başlıklı makalesinde, “bugün yarı ölü olsa da “Osmanlıca”nın kullanıldığını
ve dili bozan asıl kelimelerin “Osmanlıca” kelimeler ile yabancı kurallar olduğunu”
ileri sürer (Levend, 1970a). Bundan dolayı, “alıştığımız Osmanlıca kelimelerin yerine
öz Türkçe kelimelerin kullanılmasının bir ülkü işi” olduğunu savunan yazar, bunu
yapmayan ve yapamayanlarla ilgili de derginin Mart sayısındaki “Öz Türkçeyi
Yadırgayanlar” başlıklı yazısında: “… öz Türkçeyi yadırgarlar ve bununla uğraşmayı
bir heves, gereksiz ve anlamsız bir çaba sayarak kınarlar. Dil devrimine inanmış
görünenler arasında bile, böyle düşünenler vardır. Davayı bütünüyle ve bilinçle
benimsedikleri gün, onlar da öz Türkçeyi, dil devriminin doğal bir sonucu
sayacaklardır” (Levend, 1970b: 441) der.
Levend, (1970) derginin Haziran sayısındaki “Öz Türkçe-Osmanlıca Kırması
Türkçe” başlıklı bir başka yazısında, kendisine gönderilen bir okuyucu mektubundaki
sorudan yola çıkarak “öz Türkçecilerin” karşılıkları bulunan yabancı kelimeleri
kullanmaktan kaçındıklarını, beğenmediklerinde daha iyilerini aradıklarını ve
bulduklarında “yabancı/Osmanlıca” olanlarını attıklarını” ifade eder. Oysa “Osmanlıca
kırması Türkçeyi kullananlar” Levend’e göre; “… gelişigüzel, keyfe göre davranırlar. Bir
gün bakarsınız, yazılarında öz Türkçe kelimeleri rahatça kullanmışlardır. Yarın o
kelimelerin Osmanlıcasını kullanmakta bir sakınca görmezler. ‘Mecburiyet, mahallî,
inkişaf, izah, taaccüp, sanatkâr, vuzuh’ gibi çok uygun karşılıkları olan yabancı
kelimeleri ısrarla kullanırlar ve bundan bir zevk duyarlar. Bu gibi çelişmeler, anadili
bilincinin olmamasından doğar. Türkçesi bulunmuş ve herkesçe beğenilip tutunmuş
karşılıkları bırakıp da yabancı kelimeleri kullanmak, hiç bir zaman dil sevgisi ve
saygısıyla bağdaşmaz” (Levend, 1970c: 169-170).
Osmanlı Türkçesini “yabancı” dil olarak değerlendiren bu bakış açısını kabul
etmemiz mümkün değil, ancak elbette “Türkçesi bulunmuş ve herkesçe beğenilmiş
ve tutulmuş” kelimelerin kullanılmasını da benimsediğimizi söylemeliyiz. Zaten
Levend de “şimdilik de olsa bazı kelimelerin neden hem öz Türkçe hem de
Osmanlıcasını kullanma” noktasında kendi tutumuyla ilgili olarak şunları söyler:
““zevk-beğeni”, “hal-durum”, “fikir-düşünce” gibi. Örneğin, “bir fikir vermek için”
yerine “bir düşünce vermek için” demek uymuyor. “Durum”, “vaziyet” karşılığıdır;
“hal” başkadır. “Zevk” her yerde “beğeni” değildir; ama dediğim gibi, yeni karşılıklar
hep birer öneridir, işleye işleye elbet anlam ayrılıkları belirecek, en uygunları
yerleşecektir” (Levend, 1970c: 172). “Kelimeleri teker teker değil, cümle içinde
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
39
değerlendirdiğini” belirten Levend, “yabancı/Osmanlıca” kabul ettiği bir kelimeyi
Türkçe bir kelimeye bağlamaktan da kaçındığını dile getirir: “Hayat ve tabiat”
kelimeleri edebiyat tarihinde sık sık geçer. “Tabiî” karşılığı olarak bulunan “doğal”
çok beğenilmiş ve tutunmuştur. “Doğal” benim de kullanmakta olduğum bir
kelimedir. “Tabiî”ye “doğal” deyince, elbet “tabiat”a da “doğa” denecektir. “Hayat”ı
henüz kullanmadığıma göre, her iki kavramı bir araya getirmek isteyince, “hayat ve
doğa” demek gerekecektir ki, bu sakat ve estetiği bozan bir deyiş olur... Benim
henüz kullanmakta olduğum bu Osmanlıca kelimeler, Osmanlıcıların kullandıkları,
yabancılığını duyuran, kamu zevkine, Türkçenin yapısına aykırı kelimelere
benzemez” (Levend, 1970c: 172-173).
Levend, son olarak “bir kelimeye çok anlam yüklememek gerektiğini, çok
zengin sayılan Arapçanın bu yüzden zayıf olduğunu ve “Osmanlıca”da da buna
çokça rastlandığını” belirtir. “Örneğin, Fransızca “déclarer”, “proclamer”, “avis”,
“avertisement” kelimelerinin hepsi de Osmanlıcada “ilan” ile karşılanır. Oysa şimdi
Türkçede “avis”yi “bildiri”, “avertisement”ı da “duyuru” ile karşılıyoruz” (Levend-c,
1970: 173). “Türkçede ise böyle olmadığını, Türk dilinin işlene işlene bu yeni
yolunda kendini bulacağını, olgunlaşacağını” savunan Levend ayrıca, 38 yıl gibi kısa
bir sürede, bu konuda Türkçenin düzeltilmesiyle ilgili olarak da şunları söyler: “Bin
yıla yakın bir zamandan beri Arap ve Fars dillerinin etkisi altında gelişmiş olan
Osmanlıcanın bozduğu Türkçenin, 38 yıl gibi, tarih bile sayılamayacak kısa bir süre
içinde düzeltilmesini istemek insafsızlık olur” (Levend, 1970c: 173).
Bu noktada “Osmanlı Türkçesi” için, “yabancı veya Osmanlıca” demenin
yanlış olduğunu, Arapça ve Farsçadan dilimize giren, dilimizin ses ve şekil
özelliklerini alan, yeni anlam kazanan, şiirlerimizde, şarkı ve türkülerimizde, hikâye
ve romanlarımızda kullanılan, en önemlisi anlamını halkın bildiği kelimelerin
kullanılması gerektiğini, bunlara yabancı diyerek “silkeleyip atmanın” doğru
olmadığını ifade etmemiz gerekir.
Türk Dili dergisinin Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerle ilgili bir başka
yaklaşımı daha dikkat çekmektedir. Buna göre, Arapça ve Farsçadan dilimize giren
kelimeler yerine, kullanılmayan ya da kullanımdan düşmüş, eski Türkçe kelimelerin
kullanılması savunulmaktadır. Yazılarında konuyla ilgili görüş bildiren yazarlardan
Aksoy (1970), derginin Şubatsayısındaki “Ağaca Balta Vurmuşlar, ‘Sapı Bedenimden’
Demiş” başlıklı yazısında, “Türk Dil Kurumu üyesi Cevdet Kudret’in Türk Dil
Kurumu’nu, “çok az kelime üretmek”le suçladığı yorumlarına cevap verirken Arapça
ve Farsça kelimelerin yerine, dilimizde bulunan Türkçe kelimelerin yeğlenmesi”
noktasında şunları söyler: “Çeşitli yayınlarımızda, raporlarımızda, konuşmalarımızda
sık sık açıklıyoruz ki dilimizin özleşmesi kazandığımız yeni sözcüklerden çok,
kullanageldiğimiz Arapça ve Farsça sözcükler yerine ileriden beri dilimizde bulunan
Türkçelerinin yeğlenmesi yoluyla olmaktadır. Artık toplumda anadiline saygı bilinci
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
40
yerleşmiştir. Artık herkes kaleminin ve dilinin ucuna gelen yabancı bir sözcüğün
Türkçesini kullanmaya çalışmaktadır” (Aksoy, 1970a: 358).
Bu konuda Cevdet Kudret’e itiraz eden bir başka yazar da Emin Özdemir’dir.
Özdemir (1970), derginin Nisan sayısındaki “Yanıltmaca” başlıklı yazısında, Türk Dil
Kurumu yöneticilerini ve dil devrimini sadece “sözcük türetme” yönüyle eleştiren
Cevdet Kudret’e, “sözcük türetmenin “dil devrimi”nin sadece bir yönü olduğunu”
belirterek karşılık verir. “Diğer yönlerinin ise halk ağzında ve eski metinlerde bulunan
Türkçe kökenli kelimeleri bulmaya yönelik olduğunu” söyler. Ancak yazar, “Türetme
yoluyla edinilen verimlere göre devrimi eleştirmek, tek yanlı, yanlış saptamalara
götürür bizi. Cevdet Kudret’in yanılgıları da bu tek yönlü yaklaşımından doğuyor”
(Özdemir, 1970ç:65-66) diyerek, kendi çabalarını savunur. Sonuçta biliyoruz ki
“Derleme” ve “Tarama” sözlükleri, bu çabaların sonunda oluşturulmuştur.
Özdemir (1970), derginin Haziran sayısındaki “Yeni Sözcükler” başlıklı
yazısında da “dil devrimi”nin diğer yönü olan “Osmanlıca” kelimelere, halk
ağzındaki ve eski metinlerdeki sözcüklerden karşılık bulunması” ile ilgili bilgi verir.
Ancak bulunan bu kelimelere neden “yeni” dendiğini ise şöyle açıklar: “Şu
örneklerde olduğu gibi: konuk, tanık, assı, danışman, sevi, sayrı, arıtmak, düş,
kınamak… Aslında bu tür sözcüklere yeni dememek gerekir. Yeni deyişimizin
nedeni, uzun bir süre unutulduktan sonra yeniden kullanılış alanına çıktıkları,
yaşarlık kazandıkları içindir. Yoksa yüzyılların ötesinden gelir her biri” (Özdemir,
1970d: 229). İlaveten Özdemir, “halk ağzından alınıp yazı diline sindirilen
sözcüklerle gündeş ozan ve yazarlarımızın yapıt ve yaratılarını oluşturduklarını ve
bunun yazınımızda, halkçı edebiyat denilen bir devinimin doğmasına ortam
hazırladığını” ileri sürer. Çünkü yazara göre halka yaklaşmak demek, gerçekten
deonun düşünce ve duygu dünyasıyla iletişim kurmayı; onun dilini tanımayı ve
yaşatmayı gerektirmektedir.
Özdemir, “halkın dilinden yararlanmanın sadece sözcük alışverişi olmadığını,
şiirimiz ve düzyazımızda insancıl, özlü verimlerin yaratımının halk dilinin bereketli
topraklarına yönelişten sonra başladığını” dile getirir. Bu açılımdan sonra da
edebiyatımızın “taşıllaşmış hava”sının kırıldığını belirten yazar, bunu şu örnekle
açıklar: “Bir Cahit Külebi çıkmış, halkın ozanı Karacaoğlan’a şöyle seslenmiştir:
Bacanak, senin sevdiğin
Kızların gelinlerin
Kemikleri sürme oldu amma
Yaşadı türkülerin…
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
41
Bu örneklerle vurgulamak istediğimiz gerçek şu: Halk dilinde var olan sözcüklerin
yazı dilinde yer alması edebiyat ve sanatın halka dönük bir yola girmesinde önemli
etkenlerden biri olmuştur” (Özdemir, 1970d: 229-230).
Özdemir, “IX. yüzyıldan sonra Arapça ve Farsça sözcüklerin dilimize girmeye
başlaması ve bunların, Türkçenin sözcük değerlerini gölgelemesi yüzünden Türkçe
düşünüşün bulanıklaştığını ve giderek donuklaştığını” ileri sürer. Bu durumun “dil ve
düşüncenin verimlerinin kendi yaşamımızdan, halkımızdan kopmasıyla
sonuçlandığını” savunan yazar, “dil devriminin ise gerçekte Türkçe düşünüşü
egemen kılma işi” olduğunu söyler. Bunu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan yaptığı
şu alıntıyla da destekler. Karaosmanoğlu yazısında, “… bir dilin özelliğini sözlüğünde
değil, ruhunda, dehasında aramak gerekir. Ben, bu ruhu, bu dehayı da
Osmanlılıktan önceki Türkçe metinlerle halk edebiyatımızda bulacağımıza
inanıyorum” (Özdemir, 1970d: 229) der. Özdemir, Karaosmanoğlu’nun sözlerindeki
inanışın dil devrimiyle birlikte eyleme dönüştüğünü, Türkçe düşünüşün dilimizin her
kesiminde uyandığını, Osmanlıca sözcüklerin kullanıştan düştüğünü, bunların yerini
Türkçenin öz değerlerinin aldığını ifade eder ve “yeni sözcükleri” de Türkçe
düşünüşün ortaya çıkardığı söz birimleri olarak tanımlar.
Dilde sadeleşme tartışmaları esnasında, daha önce de ifade ettiğimiz gibi
Atatürk’ün aslında kullanmadığı “dil devrimi” gibi bir ifadenin sürekli tekrarlanması
ile okuyucu üzerinde bir “algı” ve “kutsal bir zırh oluşturma” çabası dikkat
çekmektedir. Eğer gerçekten öyle olsaydı, yani Atatürk, “kökünde yabancılık tespit
edilen bütün kelimeler dilden atılacak yerine yenileri uydurulacak deseydi ve bunu
bir kanun maddesi haline getirseydi, gerçekten bir dil devrimi söz konusu olurdu.
Nelerin Atatürk devrimi olduğu Anayasa’da açıkça belirtilmiştir. Bunların arasında
‘dil devrimi’ diye bir şey yoktur” (Güngör,1987: 58). Bununla beraber, Atatürk’ün
1932-1934 yılları arası dil konusundaki görüşlerinin daha sonra farklılaşması
(Gönülal, 2012; Banarlı, 2002) gerçeği yanında, yeni türetilecek ve önerilecek
kelimelerle ilgili “millî zevk”in ölçü kabul edilmesini istemesi, aslında tartışmaları
sona erdirebilecek bir öneri olarak dikkat çekmeliydi.
Batı Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
Derginin Haziran sayısında, dilimize “Arapça ve Farsçadan giren sözcüklerin
çoğuna Türkçe karşılıklar bulunduğu; ancak son yıllarda Batı dillerinden dilimize
giren sözcükler sorununun ortaya çıktığı” ifade edilmektedir. Bundan dolayı Türk Dil
Kurumu Yönetim Kurulu’nun Şubat 1970 toplantısında Prof. Dr. Samim Sinanoğlu,
Tahsin Saraç ve Emin Özdemir’den oluşan bir “yarkurul” seçtiği belirtilmekte ve bu
“yarkurul”un yapacakları şu şekilde anlatılmaktadır: “Bu amaçla, çeşitli yapıtlar,
sözlükler ve özellikle gazeteler taratılarak yabancı sözcüklerin saptanmasına
başlanmıştır. Saptanan sözcüklerin kökleri ve Türkçede yüklendikleri anlamlar göz
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
42
önünde tutularak bunlara karşılıklar aranmaktadır… Bulunan karşılıklar, bundan
böyle, olanaklar ölçüsünde açıklamalarıyla birlikte dergimizde yayınlanacaktır”
(Türk Dili, 1970: 197).
Derginin Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık sayılarında
da bu “yarkurul”un Batı kaynaklı bazı kelimelere bulduğu karşılıklar yayımlanmıştır.
Bu kelimelerden dikkat çekenleri şunlardır:
Devalüasyon: Değer düşürümü; Devalüe etmek: Değerini düşürmek; Devalüe
olmak: Değeri düşürülmek; Direksiyon: Yönelteç; Frigorifik: Soğutmalı; Fueloil: Yağ-
yakıt, sıvı-yakıt; Grev: İşbırakımı, bırakım; Grevci: İşbırakımcı, bırakımcı; Kamp: 1.
Dinlenek, 2. Yaka, 3. Toplanak; Kritik: Sonul; Kuvöz: Yaşanak; Lokavt: İşkapatımı,
kapatım; Rafineri: Arıtımyeri, arıtımevi; Refuge: Ortakaldırım; Revalüasyon: Değeryükseltimi;
Revalüe etmek: Değerini yükseltmek; Rotantif: Döner-basar; Self servis:
Buyur-al (Sinanoğlu, Saraç ve Özdemir, 1970a: 197-200).
Anarşi: 1. Başsızlık, 2. Kargaşa; Anarşist: 1. Baştanımaz, 2. Kargaşacı; Anarşizm: 1.
Baştanımazlık, 2. Kargaşacılık; Anarşik: Kargaşalı; Emperyalizm: 1. Buyuruculuk, 2.
Elkoyuculuk; emperyalist: 1. Buyurucu, 2. Elkoyucu; Militan: Vurucu; Nötr: 1.
Yansız, 2. Etkisiz; Nötralize etmek: 1. Yansızlaştırmak, 2. Etkisizleştirmek;
Nötralizasyon: 1. Yansızlaştırma, Yansızlaştırılmaz, 2. Etkisizleştirme,
etkisizleştirilme; Nötralizm: Yansızlık; Pasifikasyon: Barışlandırma; Reform:
Düzeltim; Reformist: Düzeltimci (Sinanoğlu ve diğerleri, 1970b: 304-306).
Deşarj: 1. (Ruhbilimde) Boşalım, 2. (Akü vb. için) Boşalma; Deşarj olmak: 1.
(Ruhbilimde) Boşalmak, İçini boşaltmak, 2. (Akü vb. için) Boşalmak; Entern: Yetişici
(Hekim); Enternlik: Yetişicilik; Otopsi: Gözlegörü; Staj: Yetişim; Stajyer: Yetişmen;
Stajyerlik: Yetişmenlik; Terör: 1. Yıldırı, 2. Yılgı; Terörist: Yıldırgan (Sinanoğlu ve
diğerleri, 1970c: 379-380).
Kaparo: Güvenmelik; Kapris: Özenç; Kaprisli: Özençli; Komando: 1. Akıncı 2.
Vurkaççı; Nomankalatür: Adlar dizisi; Otorite: 1. Yetke, 2. Söz dinletirlik, Sözü
geçerlik, 3. Yüksek görevliler, Yetkili kişiler, 4. (Bilim alanında) yüksek yetkili kişi;
Otoriter: 1. Sözü geçer, Söz dinletir, 2. (Siyasal Terim) baskıcı, baskılı; Otoritarizm:
baskıcılık; Provokasyon: 1. Kışkırtma, 2. Kışkırtıcı; Provokatör: 1. Kışkırtmacı, 2.
Kışkırtıcı; Terminoloji: Terimler Dizgesi (Sinanoğlu ve diğerleri, 1970ç: 463-465).
Analfabet: Okumaz-yazmaz; Analfabetizm: Okumaz-yazmazlık; Doping: Güç Katımı;
Antet: Başlık; Antetli: Başlıklı; Antet Koymak: Başlık Koymak; Kostümlü Parti:
Giyimli Eğlenti; Kupür: Kesik; Mizansen: Temel anlamı için: Sahneye Koymak, Oyun
Düzeni; Mecaz anlamı için: Oyun, Düzen; Mettöransen: Sahneye Koyan, Sahneye
Koyucu; Organizasyon: 1. Örgütleme, Örgütlenme, 2. Örgüt, 3. Düzenleme,
Düzenlenme; Organize etmek: 1. Örgütlemek, Kurmak, 2. Düzenlemek;
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
43
Organizatör: 1. Örgütleyici, Örgütçü, 2. Düzenleyen, Düzenleyici; Oryantalist:
Doğubilimci; Science-fiction: Düşbilimsel Yapıt; Standart: 1. Ölçün, 2. Yaşam Düzeyi,
3. Ölçünlü; Standardize Etmek: Ölçünlemek; Transfer: 1. Aktarma, Geçirme, 2.
Aktarılma, Geçirilme; Transfer Etmek: Aktarmak, Geçirmek, Almak; Transfer
Olmak: Aktarılmak, Geçmek (Sinanoğlu ve diğerleri, 1970d: 37-39).
Amblem: Belirge; Defile: Giyim Gösterisi; Diktatör: Buyurgan; Diktatörlük:
Buyurganlık; Regülatör: Düzenleç; Regüle Etmek: Düzenlemek; Repertuvar:
Sunumlu; Reserv: Biriki; Trasformatör: Değiştirgeç; Transplantasyon: Örgen
Aktarımı, Aktarım; Turne: Dolaşı (Sinanoğlu ve diğerleri, 1970e: 161-162).
Döviz: İstence; Forum: Toplu Tartışma; Fren: Durduraç; Fren Yapmak: Durduraca
Basmak; Frenlemek: Gem Vurmak, Engellemek; Kolokyum: Konuşu; Kontekst:
Bağlam; Montaj: Kur-tak; Montajcı: Kurtakçı; Panel: Açık Oturum; Seminer: Toplu
Çalışma; Sempozyum: Bilimsel Şölen; Slogan: 1. Sav-söz, 2. Çarpıcı Söz (Sinanoğlu
ve diğerleri, 1970f: 245-247).
1970 yılında Türk Dil Kurumu’nca görevlendirilen bu “yarkurul”un yedi ay
boyunca, dilimize Batı dillerinden giren yabancı kelimelere karşılık bulma çabasının
yerinde bir çaba olduğunu değerlendirmekteyiz. Fakat Batı menşeli kelimelere
bulunan karşılıklarda dikkat çeken birçok önemli kusur bulunmaktadır. Bulunan
karşılıkların ahenksiz oluşu, okunduğunda kulağa hoş gelmemesi, Türkiye
Türkçesinde bulunmayan eklerin kullanılması- mesela “-men, -man” eki, Fransızca “-
sel/-sal” eki- böylece bu eklerin dile sokulması, komik olması, birleşik kelime
yapılması vb. bunlardan birkaçıdır.
Türk Dili dergisinin 1970 yılındaki sayılarında, Batı’dan gelen kelimelere
bulunan bu karşılıkların dışında konuyla ilgili başka yazarlar da görüş bildirmişlerdir.
Bunlardan biri olan Hatiboğlu (1970), derginin Kasım sayısındaki “Atatürk ve Bilim”
başlıklı yazısında, ““Osmanlıca”da olduğu gibi Batı’dan gelen sözcülerin
kullanımında da bir özenti olduğunu” söyler ve “bu soruna karşı nasıl
savaşılacağıyla” ilgili şunları ifade eder: “… Millî prodüktivite, fueloil distribütörü,
supermarket pazarları, ekspres yol, Sıtma Eradikasyon Personeli Sendikası Genel
Merkezi vb. görülüyor ki, böyle bir savaş için birkaç yazar, birkaç kurum yeterli
değildir. Sorun milletçe benimsenmeli, yabancı etkilere elbirliği ile karşı koymalıdır”
(Hatiboğlu, 1970: 98).
Üner (1970), yukarıda da bahsettiğimiz “Dil Üzerine” başlıklı yazısında,
dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelere, Batı dillerinden alınarak yenilerinin ilave
edildiğini söyledikten sonra, “Aktüarya Müdürlüğü, Marketing Şubesi,
Rehabilitasyon Merkezi, Reorganizasyon Kurulu, Telekominikasyon, Prodüktivite,
Enfrastrüktür…” (Üner, 1970: 153) gibi kelimelerin de “tez elden” Türkçeleştirilmesi
gerektiğini vurgular.
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
44
Derginin Temmuzsayısında, “Aktarmalar” bölümünde, daha önce Panorama
(2 Haziran 1970, sayı 71) dergisinde yayınlanan “Umut Verici Bir Çalışma” başlıklı
yazıda, “dil devriminin “inanmış ülkücü aydınlar”ın çabalarıyla geniş ölçüde
gerçekleştiği, dilimizin “Osmanlıca” denilen “yapma ve uydurma” dilden
kurtulduğu, Arapça ve Farsçanın boyunduruğunu kırıp attığı” ifade edilir. “Ancak
yıllardan beri dilimizin kapısını, bir başka tehlikenin çaldığı” belirtilir: “Bu tehlike
Batı dillerinden giren sözcüklerdir. Türk dilinin bağımsızlığını korumak yalnız, Doğu
dillerinin boyunduruğundan kurtarmakla sağlanmış olmaz. Özellikle teknik terimler,
ekonomik ve toplumbilim terimleri şimdi de Batıdan gelmektedir. Gelmekte, elini
kolunu salayı sallayı dilimize girmekte ve yerleşmektedir” (s. 348).
Yazının devamında, bu konuda “on yıl önce Türk Dil Kurumu’nca bir savaş
açılmasının ilk adımlarının atıldığı; ama sonradan bu çalışmanın yeterince etkili
olarak sürdürülmediği ve Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu’nun 1970’de konuyu
yeniden ele almasının sevinilerek öğrenildiği” ifade edilir. Ayrıca “Bu kurulun
çalışmalarının ilk ürünleri de yayımlanmış. Bu girişimi umutla karşılaşıyoruz.
Gördüğümüz ilk sözcükler çalışmanın olumlu yönünü muştuluyor” (s. 348) denilir.
Türk Dil Kurumu “Genel Yazmanı” Ö. Asım Aksoy (1970),26 Eylül 1970
Cumartesi gecesi, Dil Bayramı kutlamaları üzerine Türkiye Radyoları’nda da bir
konuşma yapar. Daha sonra bu konuşma derginin Kasım sayısında da yer alır. Aksoy
bu yazısında, dilimize birçok kanal aracığıyla giren “Batı sözcükleri salgınına” karşı
şunları söyler: “Üzülerek söyleyeyim ki birçok kimseler, hatta resmî kurumlar, batılı
sözcüklerin dilimize girmesine yardım etmektedirler. Arapça ve Farsçaya karşı
gösterdiğimiz tepki, bunlar için de gösterilmeli; salgın elbirliğiyle önlenmelidir”
(Aksoy, 1970b: 174).
Uyguner (1970), derginin Kasım sayısındaki “Atatürk ve Dilimizin Yabancı
Diller Egemenliğinden Kurtulması” başlıklı yazısında, “Atatürk’ün, dilin ulusal olması
gerektiğine değindiğini ve ancak bizim ulusal bir dil yaratamadığımızı” belirtir.
Ardından “tam bir ulusal dilin olamayacağını; fakat dünün Arapça ve Farsça
sözcükleri yerine, bugün Batı sözcüklerinin dilimize dolmakta olduğunu” söyledikten
sonra Batı’dan yabancı kelime getirenlerle” ilgili şu uyarıları yapar: “Dünün aydını
Arap ve Acem kültürü ile yetişmişti; günümüz aydını ise Batıya özenti duymaktadır.
Batı ülkelerine gidenler oradan gelirken eşyaları ile birlikte dillerinde yabancı
sözcükler de getiriyorlar. Yabancı dil öğrenenler, okudukları bir yazıyı ya da kitabı
dilimize aktarırken yabancı sözcükleri kullanmağa, bazılarını da sözde
Türkçeleştirmeği yeğ tutuyorlar… Louis Armand’ın konuşmasında geçen bir tümceyi
“Enformatik bir dille söylersek, bu optimize edilmiş dünya sistemi sayılır.” gibi
çevirmek bunun bir örneğidir” (Uyguner, 1970: 139).
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
45
Uyguner, Batı kaynaklı sözcüklere karşılık bulma yolunda bir çalışma
yapıldığını; ancak bu çalışmada yönteme dikkat çekerek türetilen kelimeleri halkın
kullanıp kullanmadığı ile ilgili şunları söyler: “Yeni sözcükler mi aranmalı, halkın
kullandıkları mı? Sözgelişi, bu çalışmanın ilkinde “self-service” için “buyural”
deniyor, halbuki satıcılar “seçal” der. Dördüncü öneri listesinde yer alan “kaparo”
için “güvenmelik” öneriliyor. Acaba halkımız buna ne der? Herhalde “kaparo” için
bir sözcük vardır halkın kullandığı” (Uyguner, 1970: 140). Burada da Uyguner’in
halkın tercihlerini önemsemesi yerinde bir tavır olarak dikkat çekmektedir.
Köklügiller (1970), derginin Eylül sayısındaki “Batıdan Gelen Sözcükler” başlıklı
yazısında, “Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen “dil devrimi”yle birlikte yaklaşık
kırk yıldır Türkçenin kendini bulma, aslındaki güzelliklere kavuşma yoluna girdiğini,
yabancı kurallar ve sözcüklerden arınarak ulusal bir edebiyatın güçlü bir “ses bayrağı”
durumuna geldiğini ifade eder. Ancak Türkçenin Arapça ve Farsçanın etkisinden
uzaklaşırken bu defa da batı dillerinden gelen sözcüklerin tehlikesiyle karşı karşıya
olduğunu ve bilinçle üzerine eğilinmediği ve tedbirler alınmadığı zaman, dil
devrimindeki gelişimin bu tehlike ile aksayacağını ileri sürer. Hatta bu konuda o
zamanlar çıkarılmaya çalışılan ‘dil yasası’ ile ilgili şunu dile getirir: “Bunlar son yıllarda
o denli artmıştır ki, ‘devlet dilinde birliğin sağlanması’ amacıyla, bir ‘dil yasası’
çıkarmanın gerekliliğine dek götürmüştür dilini sevenleri. (Ne yazık ki, kendilerine
“milliyetçi” adını takıp, “gayrimilli” eylemler içinde bulunan egemen çevreler, bu
önemli yasanın çıkmasını önlemişlerdir birkaç yıl önce.)” (Köklügiller, 1970: 466).
Köklügiller, ardından 2 Mart 1968 tarihli Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet
gazetelerinden derlediği yabancı kelimelerin bir listesini verir, yabancı kelimeleri
kullanmanın bir “moda” ile başladığını ve bunda, “taklitçiliğe dayanan Batıcılık”
anlayışı ile “dışa dönük bir ekonomi düzeni”nin başlıca nedenleri olduğunu söyler.
Köklügiller, buna “dur demek zamanının geldiğini” belirterek Türk Dil Kurumu’nun
bu konuda 1970 yılındaki girişimleriyle ilgili şunları söyler: “Türk Dil Kurumu’nun
sorunla ilgili son girişimini sevinçle karşılıyoruz… Kurumun görevlendirdiği
“yarkurul” üyeleri, Türkçeleştirmeyi yoğunlaştırmalı; yabancı kaynaklı sözcükler,
öneri niteliğindeki karşılıklarıyla birlikte, kısa zamanda bir “kılavuz sözlük” halinde
yayımlanmalı, kamuoyuna sunulmalıdır…” (Köklügiller, 1970: 467).
Dilimize daha çok “moda, özenti ve taklitçilik” sonucu Batı menşeli
kelimelerin girmesinin bir “tehlike” olarak algılanmasını, bu hususta önlemler
alınması gerektiğini belirten görüşleri desteklemekle birlikte Osmanlı Türkçesi’ne
“Arapça ile Farsçadan oluşan uydurma ve yapma bir dil” olarak bakılmasını ve bu
yolla itibarsızlaştırılmasını doğru bulmak mümkün değildir. Bununla birlikte
Köklügiller ile Panorama dergisinde yayımlanan “Umut Verici Bir Çalışma”da, Türk
Dil Kurumu’nca görevlendirilen “yarkurul”un 1970 yılında Batı menşeli kelimelere
buldukları karşılıkları destekleyen ifadelerin aksine özellikle Uyguner’in Batı menşeli
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
46
kelimelere karşılıklar bulurken hangi “yöntem”in kullanıldığına ve bulunan bir
kelimenin “dilin malı olmasında, dile yerleşmesinde” esas ölçütün “halk” olduğuna
dikkat çekmesini de doğru bulmaktayız. Dil, onu asırlardır kullanan halkın malıdır,
dili aslî yörüngesine uygun olarak ve tabii çizgisinde geliştirip değiştirecek olan
gerçek de Atatürk’ün ifade ettiği gibi “millî zevk”tir.
Sonuç
Türk Dili dergisinin 1970 yılındaki sayılarına bakıldığında, dilde sadeleşme
tartışmalarının en önemli bölümünü oluşturan kelime boyutundaki tartışmaların
daha çok “ideolojik” ve “siyasi” olduğu görülmektedir. Atatürk’ün kültürel alandaki
hedeflerinin en belirgin yanı, kendisini dil ve tarih alanında gösterir. Atatürk’ün
1931’de Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’ni, 1932’de de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’ni
kurması, bunun en açık delili sayılır. Bu kurumlardan Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’nin
amacı, elbette Türk dilini bilimsel yollardan araştırmak, tanıtmak ve yaymaktır.
Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra dil alanında başlayan bu çalışmalar “dil
devrimi” adı altında, bir noktadan sonra “tasfiyecilik” aşamasına kadar
ilerletilmiştir. Dil konusunda “ırkçılığa” varan bu aşırı tutum, karşı bir duruşun da
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ayrıca siyasi gelişmeler ve koalisyonlar da bu
konuda ihtiyaç duyulan “sağduyu”nun oluşmasına engel olmuştur. Özellikle 1960’lı
yılların siyasi belirsizlikleri, 1970’li yıllardaki tartışmaların da zeminini
oluşturmuştur. 12 Mart 1971 muhtırası ile sona ermiş olan böyle bir siyasi ortamda,
dönemin siyasi belirsizliklerinden de istifade edip Atatürk’ün “Türk milleti, dilini de
yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”sözünü, kendi ideolojik tavırlarına
kalkan yapan Türk Dili dergisi yazarları ve Kurum, sadeleşme sürecini sert
müdahalelerle asıl mecrasından uzaklaştırarak Türk dilinin tabii gelişimine darbe
vurmuşlardır. Böylece 1912’de, Şehbâl dergisinde Süleyman Nazif’in ifade ettiği
gibi, ‘Bir Mesele-i Müebbede’ (Özdemir, 2010) olarak devam eden dilde sadeleşme
tartışmalarının, 1970’li yıllarda Türkçeye zarar veren bir süreç hâlini aldığı
görülmektedir.
Türk Dili dergisindeki Arapça ve Farsa kelimeler üzerine yapılan tartışmalara
bakıldığında da dilimize yüzyıllar önce İslâmiyet’in kabulüyle girmiş, şarkı, türkü,
hikâye ve romanlarımızda, atasözlerimizde kullanılmış; yani dilimizin malı olmuş bu
kelimelere karşı “suçlayıcı” ve “reddedici” tavırların sergilendiği görülmektedir.
Dergide ayrıca Arapça ve Farsça kelimelerle “savaşılması gerektiği”, bu kelimelerin
“bir tarikatın, din ya da mezhebinin, tekke ve camilerin taşan terimleri olduğu”,
“dilimize karışmamış olduğu”, “dili bozan kelimelerin Osmanlıca kelimeler olduğu”,
savunulmuştur. “Türk’e Türklüğünü unutturduğu, ulusal bilincin geç uyanmasına
sebep olduğu” ve bu kelimelerin dilimizden “silkeleyip atılması gerektiği” de ifade
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
47
edilmiştir. Bu menfi düşüncelerin yanı sıra, dilden atılacak olan Arapça ve Farsça
kelimelerin yerine kullanımdan düşmüş, eski Türkçe kelimelerin canlandırmaya
çalışılması düşüncesi, başka bir yanlışlığa sebep olmuş, anlaşılmaz bir dil ortaya
çıkartılmıştır. Esas olan, canlı ve yaşayan dil ile bu dildeki kelimelerdir. Nitekim yeni
türetilecek ve önerilecek kelimelerle ilgili Atatürk’ün “millî zevk”in ölçü kabul
edilmesini istemesi dikkate alınsaydı, bu noktada gereksiz tartışmalar
yaşanmayabilir ve dilin bundan zarar görmesi engellenebilirdi.
Arapça ve Farsça kelimelere karşı takınılan bu tavırların diğer bir uzantısı da
“Osmanlı Türkçesi” konusunda görülmektedir. İlginçtir, bu tartışmalarda
“yabancı/Osmanlı kırması Türkçe” olarak nitelendirilen “Osmanlı Türkçesi” Türkçe
sayılmamaktadır. Bu “reddetme” tavrının acaba ilmî bir yönü ve izahı var mıdır ya
da olabilir mi? Maalesef, dünya medeniyetine önemli katkılarda bulunmuş, bir
dönem dünya siyasetine yön vermiş ve günümüz Batı toplumlarında “insan hakları”
adı altında savunulan görüşleri, gerçekten insanlık onuruna yaraşır bir şekilde
sunmuş olan bir dönemin dilini, “reddedip silkeleyip atmaya çalışmak” ne kadar
doğrudur? Ayrıca Türkçenin bu döneminin, Osmanlıca yerine “Osmanlı Türkçesi”
olarak adlandırılmasının daha doğru olduğunu da düşünmekteyiz.
Diğer taraftan Osmanlı Türkçesinde “konuşma dili ile yazı dili arasındaki
fark”ın eleştirilebilecek bir tarafı olduğu ortadadır. Zaten bu durum dergide
yayımlanan bazı yazılarda eleştirilmiştir. Bununla birlikte nesiller arasında kültürel
bir kopukluğa sebep olmadan dilin sadeleşmesi gerektiği de karşı görüşte olanlar
tarafından savunulmuştur. Medeniyet değiştirme kararıyla birlikte edebiyatın da
artık yeni güzelliklerin peşine düşmesi, bunları anlatması gerektiği bilinen bir
gerçektir (Özdemir, 2013). Tabiîdir ki yeni güzelliklerin peşine düşenler bu
yeniliklerin tabiatını ortaya koyacak kelimelere daha fazla ihtiyaç duyacaklardı.
Nitekim öyle de olur ve nesir dili, günden güne sadeleşerek yazı dili ve konuşma dili
farkı ortadan kalkmaya başlar. “Yabancılıklarını sezdirmeyecek ölçüde anlatıma
sindirilmiş” Arapça ve Farsça kelimelerin benimsenip dilden atılmaması görüşü, bu
farkın ortadan kaldırılmasında etkili olmuştur. Bu görüş, sadeleştirilirken dile zarar
vermeden, tabiî gelişimine engel olunmadan yapılabileceğini göstermesi açısından
bizce önem taşımaktadır.
Tartışmalar esnasında özellikle dikkati çeken bir nokta da Atatürk’ün aslında
kullanmadığı “dil devrimi” gibi bir ifadenin sürekli tekrarlanarak Arapça ve Farsça
kelimelerin atılması teşebbüsünde, bir dayanak ve gerekçe olarak kullanılmasıdır.
Böylece okuyucu üzerinde bu kelimelerin “dil devrimi” sonucu ve gereği atılması,
meşru hâle getirilmeye çalışılmıştır. “Harf inkılâbı” ile “dil devrimi” ifadelerinin art
arda kullanılması da bu iki ifade arasındaki farkın anlaşılamamasına sebep olmuştur.
Milletin yüzyıllar boyunca kullandığı dilin bir “devrim” ile değiştirilemeyeceği
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
48
gerçeği, gözden uzak tutulmuştur. Zaten tartışmaların temel nedenini ve
gerekçesini de bu ideolojik “devrim” tavrı oluşturmuştur.
Tartışmaların ikinci başlığı olan Batı dillerinden gelen kelimelere karşı
takınılan tavra bakıldığında, öncelikle Dil Kurumu’nun belirlediği “yarkurul”un Batı
dillerinden gelen kelimelere karşılık bulma çabası, gerçekten olumlu bir yaklaşımdır.
Ayrıca dilimize daha çok “moda, özenti ve taklitçilik” sonucu Batı kaynaklı
kelimelerin girmesinin bir “tehlike” olarak algılanması da dikkate değer bir
yaklaşımdır. Her ne sebeple olursa olsun yabancı kelimelerin dilimize girmesi,
benimsenecek bir durum değildir. Bununla birlikte yabancı dillerden gelen
kelimelere karşılık bulmada şu yollara başvurulmalıdır:
1. Bu konuda zamanlama çok önemlidir. Karşılıklar, yabancı kelime dilimize girip
yerleşmeden bulunmalıdır.
2. Yabancı kökenli kelimelere karşılık bulmak için öncelikle kelime türetme yoluna
gidilmelidir. Bunun için de işlek kök ve eklerden yararlanılması ve eklerin doğru
kullanılması gerekir. Ayrıca yeni türetilen kelimeler ahenkli; yani kulağa hoş gelen
bir müzikaliteye sahip olmalıdır.
3. Bu tedbirlere rağmen yabancı kökenli kelimelere hâlâ bir karşılık bulunamamışsa
birleşik kelime yapma yoluna gidilmelidir.
4. Birleşik kelime ile de karşılanamıyorsa, derleme ve tarama sözlüklerinden yeni
kelimelere uygun karşılıklar aranmalıdır.
5. Bu yollarla bulunan karşılıklar en sonunda halkın beğenisine sunulmalı ve halkın
beğenip kullandığı kelimeler yaşatılmalı, halkın beğenmediği tutmadığı kelimelerde
de ısrar edilmemelidir.
6. Derlem ve tarama sözlüklerinden de bu kelimelere uygun bir karşılık
bulunamazsa, o kelime alfabemize göre nasıl okunuyorsa o şekilde değiştirilerek
alınmalıdır.
7. Bütün bu tedbirler ve imkânlar işe yaramazsa, ancak o zaman yabancı kelime,
istemesek de dilimize aynen girmektedir.
Yukarıda adı geçen “yarkurul”un veya Türk Dil Kurumu’nda ona benzer Türk
dili uzmanlarından oluşturulacak bir kurulun yabancı kelimelere karşılık bulurken
izlemesi, hassas olması ve başvurması gereken yollar sırasıyla bunlardır. Tartışmalar
esnasında “yarkurul”un, yukarıda sayılan yolları dikkate almadığı hususu eleştiri
konusu edilmiştir.
Mesela “montaj” kelimesine karşılık “kurtakçı”, “direksiyon” kelimesine
karşılık “yönelteç”, “fren” kelimesine karşılık “durduraç”, “kostümlü parti” yerine
“giyimli eğlenti”, “transformatör” yerine bulunan “değiştirgeç” gibi karşılıklar
kulağa hoş gelecek bir ahenge sahip olmadıkları için halk tarafından
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
49
benimsenmemiştir. “Doping”e “güç katımı”, “otopsi”ye “gözlegörü”, “staj”a
“yetişim”, “stajyer”e “yetişmen”, “terör”e “yıldırı, yılgı”, “terörist”e “yıldırgan” vb.
karşılıklarının bugün için kullanılmıyor olması da bu iddiamızı doğrular mahiyettedir.
Ayrıca fazla işlek olmayan “- mAn” ve Fransızcadan alınan “ –sAl” ekinin yaygın bir
şekilde kullanılmasının da bir başka tartışma konusu olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim “yarkurul”un bulduğu karşılıkları destekleyen iki yazı –Köklügiller’in
yazısı ile “Umut Verici Bir Çalışma” adlı yazı - dışında Uyguner’in Batı kaynaklı
kelimelere karşılıklar bulurken hangi “yöntem”in kullanılması gerektiğini
vurguladıktan sonra, türetilen bir kelimenin “dilin malı olmasında, dile
yerleşmesinde” esas ölçütün “halk” olduğuna dikkat çekmesi önemlidir. Uyguner’in
de belirttiği gibi, “yeni kelimeler, bir ‘yöntem’ dâhilinde ve halkın beğeni unsurları;
yani milli zevki esas alınarak türetilmeli” görüşü, o dönemin tartışmaları için aslında
bir çıkış yolunu da göstermektedir.
Son olarak, bir dildeki kelimelerin görevleri, sadece insanların anlaşmalarını
sağlamak değildir. Onlar aynı zamanda milletin kültür değerlerini nesilden nesle
aktarmayı sağlayan vasıtalardır. Bu bakımdan kelimeler dilin can damarlarıdır.
Halkın kullandığı her bir kelime hem bireyin hem toplumun hayatında yer edinmiş
bir anlam dünyasına sahiptir. Onun için başka dillerden gelip dilimize yerleşmiş,
“Türkçeleşmiş” kelimelere “suçlayıcı” ve “reddedici” bir tavırla yaklaşılmamalıdır.
Yine Osmanlı Türkçesini; “Osmanlıca, üç dilin karışımından meydana gelmiş bir dil”
şeklinde tanımlamanın da yanlışlığına dikkat çekmeliyiz. Yabancı kaynaklı kelimelere
karşılık bulurken de bir yöntem dâhilinde hareket edilmesi ve bu işin uzmanlarınca
yapılması gerekmektedir. Bu süreçte, dilin tabiî gelişimine zarar verilmemeli,
nesiller arasındaki bağlantıyı sağlayan dilin kendi kanunlarınca gelişmesine ortam
hazırlanmalıdır. Cemil Meriç’in(2004) dediği gibi, kamûs yani dil, bir milletin hafızası
ve namusudur. Dilin tabiî gelişimine uygun olmayan her teşebbüs de milletin
hafızasına zarar verecektir.
Kaynaklar
Aksan, D. (2009). Her Yönüyle Dil/Ana Çizgileriyle Dilbilim 1. 2. 3. Ciltler. (5.
baskı).Ankara: TDK Yayınları.
Aksoy, Ö. Asım. (1970a). Ağaca Balta Vurmuşlar “Sapı Bedenimden” Demiş”.
Türk Dili, 21(221), 356-361.
Aksoy, Ö. Asım. (1970b). Genel Yazman Ömer Asım Aksoy’un Radyo
Konuşması. Türk Dili, 23(230), 173-176.
Banarlı,N. S. (2002). Türkçenin Sırları. (18. baskı). İstanbul: Kubbealtı Neşr.
Bosnalı, S. (2014). Dil Planlaması ve Standartlaşma Kapsamında Yeni Lisan
Hareketine Toplumdilbilimsel Bir Yaklaşım. 100. Yılında Yeni Lisan Hareketi ve Millî
Mehmet ÖZDEMİR, Abdullah DAĞTAŞ
50
Edebiyat Çalıştayı Bildirileri. (2. baskı). (Yay. Haz. H. Argunşah ve O. Karaburgu).
İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, s. 26-41.
Ercilasun, B. A. (1993). Dilde Birlik. (İlaveli ikinci baskı). Ankara: Ecdad Yay.
Ergin, M. (2004). Türk Dil Bilgisi. (4. baskı). İstanbul: Bayrak Bas. Yay. Dağ.
Fromkin, V.,Rodman, R. andHyams, N. (2010). An Introduction to
Language.(Ninth edition). USA: Wadsworth, Cengage Learning.
Gönülal, Y. (2011). Dil-Toplum İlişkisi Açısından Türkiye’de 1940 Sonrası Dil
Tartışmaları Üzerine Bir Değerlendirme. Turkish Studies-International Periodical for
the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 6(1), 1127-1137.
Gönülal, Y. Ö. (2012). Cumhuriyet Dönemi Dil Tartışmalarının Türk Dili
Eğitimine Yansımaları (Toplum Dil Bilimi Bakımından Bir İnceleme). Yayımlanmamış
doktora tezi. Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir.
Güngör E. (1987). Dünden Bugünden, Tarih- Kültür- Milliyetçilik. (4.baskı).
İstanbul:ÖtükenNeşriyat.
Hacıeminoğlu, N. (2011). Türkçenin Karanlık Günleri. (6. baskı). İstanbul: Türk
Edebiyatı Vakfı Yayınları.
Hatiboğlu, V. (1970). Atatürk ve Bilim. Türk Dili, 230, 95-98.
Horozcu, O. R. (1970). TDK Ödüllerini Kazananlar. Türk Dili, 23(231), 258-259.
İz, Fahir. (1988). Atatürk ve Türk Dil İnkılâbı. (Çev. Tüten Özkaya). Erdem
Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, 4(12), 1009-1022.
Korkmaz, Z. (1973). Dilde Doğal Gelişme ve Devrim Açısından Türk Dil
Devrimi. A.Ü.D.T.C.F. Türk Dili ve Ed. Araş. Ens. Türkoloji Dergisi, 4(1),1972, 97-114.
Köklügiller, A. (1970). Batıdan Gelen Sözcükler. Türk Dili, 22(228), 466-467.
Levend, A. S. (1960). Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri. (2. baskı).
Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Levend, A. S. (1970a). Türkçeyi Bozanlar. Türk Dili, 21(221), 353-355.
Levend, A. S. (1970b). Öz Türkçeyi Yadırgayanlar. Türk Dili, 21(222), 441-443.
Levend, A. S. (1970c). Öz Türkçe-Osmanlıca Kırması Türkçe. Türk Dili,
22(225), 169-173.
Mampe, B.,Friederici, A., D., Christophe, A. andWermke, K. (2009).
Newborns’ Cry Melody is Shaped by Their Native Language. Current Biology, 19(23).
DOI 10.1016/j.cub.2009.09.064
Meriç, C. (2004). Bu Ülke. (24. baskı). İstanbul: İletişimYayınları.
Ongun, C. S. (1970). Yeni Dilimiz. Türk Dili, 21(220), 345-347.
Özbay, M. (2007). Türkçe Özel Öğretim Yöntemleri II. Ankara: Öncü Kitap.
Özdemir, E. (1970a). Bir “Dil Bilgini”nin Yanlışları. Türk Dili, 21(220), 329-333.
Özdemir, E. (1970b). Nedenleme. Türk Dili, 22(226),325-330.
Özdemir, E. (1970c). Dil Donkişotluğu. Türk Dili, 23(231), 262-265.
Dilde Sadeleşme Tartışmaları: 1970 Yılı “Türk Dili” Dergisinde Arapça, Farsça ve Batı
Dillerinden Gelen Kelimelere Karşı Takınılan Tavır
51
Özdemir, E. (1970ç). Yanıltmaca. Türk Dili, 22(223),65-68.
Özdemir, E. (1970d). Yeni Sözcükler. Türk Dili, 22(225),228-231.
Özdemir, E. (1980). Dil Devrimimiz. (3. baskı). Ankara: TDK Yayınları.
Özdemir, M. (2010). II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Divan Edebiyatı
Tartışmaları. (3. baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.
Özdemir, M. (2013). Reddedilen Miras: Fâilatünfâilün… (2. baskı). İstanbul:
Timaş Yayınları.
Pala, İ. (2002). Türk Dili Nereden Nereye. Journal of İstanbul Kültür
University, 2, 47-54.
Salihoğlu, M. (1970). Agâh Sırrı Levend ve Yeni Kitabı. Türk Dili, 22(225), 240-
243.
Seyfettin, Ö. (11 Nisan 1911). Yeni Lisan. Genç Kalemler, 2(1) 1-13.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970a). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar. Türk Dili, 22(225), 197-200.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970b). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar II. Türk Dili, 22(226), 304-306.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970c). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar III. Türk Dili, 22(227), 379-380.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970ç). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar IV. Türk Dili, 22(228), 463-465.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970d). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar V. Türk Dili, 23(229), 37-39.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970e). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar VI. Türk Dili, 23(230), 161-162.
Sinanoğlu, S., Saraç, T. ve Özdemir, E. (1970f). Batı Kaynaklı Sözcüklere
Karşılıklar VII. Türk Dili, 23(231), 245-247.
Tekin, T. (1988). Atatürk ve Türk Dilinde Reform. Erdem Atatürk Kültür
Merkezi Dergisi, 4(12), 1023-1043.
Timurtaş, F. K. (1981). Dil Dâvâsı. (Mülakat: Burhan Bozgeyik). İstanbul: Yeni
Asya Yayınları.
Türk Dili. (1970). Batı Kaynaklı Sözcüklere Türkçe Karşılıklar. Türk Dili,
22(225), 197-200.
Türk Dili. (1970). Umut Verici Bir Çalışma. Türk Dili, 22(226), 348.
Türk Dili. (1970). Yansımalar. Türk Dili, 22(226),343.
Uyguner, M. (1970). Atatürk ve Dilimizin Yabancı Diller Egemenliğinden
Kurtulması. Türk Dili, 230, 137-141.
Üner, R. (1970). Dil Üzerine. Türk Dili, 22(224), 152-154.

Konular