ELEST

Kur’ân’daki Bir ayetten alınmış olan, “ben değil miyim” anlamındaki “elestu”, Farsça’da; “elest” şeklinde telaffuz edilir. İnsanların yaratılmasından önce ruhlar aleminde Allah kıyamete kadar gelecek bütün insanların ruhlarına hitab ederek: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” demiş, onlar da: “evet” cevabını vermişlerdir. Bu gerekçeyle “rûz-i elest: elest günü”, bir bakıma “söz verme günü”, “yemin etme günü” olarak öne çıkmıştır. Söz konusu olay rivayetlere göre; Arafât Vadisi, Arafât yakınlarındaki Vâdî-yi Nu’mân: Numân Vadisi ya da Hindistan’da gerçekleşmiş, ruhlar, Allah’a söz verdikten sonra “cennetlikler” ve “cehennemlikler” diye iki gruba ayrılmışlardır.

Numân Vadisi, Mekke yakınlarında bir bölgenin adıdır. Klasik rivayetlere göre Cebrail, Allah’ın emriyle Adem Peygamber’in hacca gitmiş olduğu dönemde, Adem’in zürriyetinden kıyamete kadar gelecek olan insanların tamamını gördü ve Adem, onlardan Allah’ın varlığı ve birliği konusunda tanıklık aldı. Kur’ân’da değinilen konulardan “elest” olayı da, o gün gerçekleşmiştir. O gün Adem’in yüz yirmi oğlu vardı. Oğullarını iki gruba ayırdı. “ashâbu’l-yemîn” olarak adlandırılanlara: “Bunlar cennetliklerdir. Bu konuda şüphem ve korkum yoktur”. “Ashâbu’ş-şimâl” olarak adlandırılanlara da: “Bunlar ise, cehennem ehlidir. Bunda da bir şüphem yoktur.” dedi.

Adem, bir gün Ka’be’yi tavaf ettikten sonra dinlenmek için söz konusu vadiye gitmiş, orada uykuya dalmış, uyku esnasında Allah, soyundan geleceklerin tamamını kendisine göstermiş, daha sonra yüce alemlerden, Adem ve zürriyetine; “Elestu bi-rabbikum: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye bir çağrı gelmiş, hepsi toplu olarak; “Belâ: evet (rabbimiz sensin)” de-mişlerdir.

“Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karşı şahit tutarak: “Rabbiniz değil miyim?” diye şahit gösterdiği zaman “Evet Rabbimizsin, şahidiz!” dediler. Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu!” demeyesiniz.” Arâf (7), 172.

Böylece; insanın söz verişiyle başlayan serüveni, olgunluğa erişmesi ve ölümüne kadar devam eden bir süreci gösterir. İnsan dünyada büyük bir emaneti taşımaktadır. Ancak o gün verdiği sözü, dünyaya indiğinde unutmuştur. Sûfîlere göre; ancak arifler, o ilk yaratılıştan önce verdikleri sözü tutabilir ve olgun insan makamına erişebilirler. Bu sözleşme, Fars tasavvuf tarihinde “ahd-i elest”, “bâde-yi elest”, “bade-yi ezel”, “şarâb-i elest”, “câm-i elest”, “zevk-i elest”, “nidâ-yi elest”, “âlem-i zerr”, “rûz-i elest”, “peymân-i elest”, “mîsâk-i elest”, “sâkî-yi elest”, “mîsâk-i evvel” vb birçok kavramın “elest” eksenli olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Hâfız-i Şîrâzî, elest günü yakut dudaklı sâkî tarafından kendisine verilen kadehteki şarabın bir yudumdan, bir ömür boyu sarhoş olduğunu, ezelde verilen badeden kendisi gibi sarhoş olanların asla kendine gelemeyeceğini, ezel sultanının aşk üzüntüsüyle dolu hazineyi bizlere teslim ettiğini, bu yüzden dünyaya ve “harabe” olarak nitelediği bu aleme geldiğimizi ifade eder.


Ey elest günü aşkıyla canımı sarhoş eden,

Ben dünyadan gidince de, kalır bu can sarhoşluğum!
Hallâc-i Mansûr
Ezel gününden beri sarhoşum henüz,
Elest arzusuyla secdedeyim henüz.
Ferîdüddîn-i Attâr
Bizden önce canımız, içti elest şarabını,
Hepimiz o bir yudumla sarhoşu olduk elest’in.
Ferîdüddîn-i Attâr
Adı Ömer’in burada putperest idi,
Ancak mümin idi adı, elest’te.
Mevlânâ Celâluddîn
Kıyametin akşamında aklı başına gelir,
Elest sabahı şarap içmiş olanların.
Sa’dî-yi Şîrâzî
Nasıl uyanırız biz, elest sâkîsinin elinden,
Sarhoş gözünün hatırasına senin, kadeh almışız biz.
Hâcû-yi Kirmânî
Bekleme ben sarhoştan itaat ve sözümde durmamı,
Kadeh çekmekle ün saldım çünkü ben elest günü.
Hâfız-i Şîrâzî
Git be zahit, kınama tortulu şarap içenleri!
Vermediler bize başka bir hediye elest günü!
Hâfız-i Şîrâzî
Ne mutlu Hâfız gibi olanlara!
Elest şarabından bir kadeh alanlara!
Hâfız-i Şîrâzî
Allah ve kullarının ruhları arasında yapılan, Zerdüşt inanışındaki Ahura Mazda ile kutsal ölümsüzlerden sayılan iyilik güçleri Ferveherler arasında varılan fizik ötesi alemlere ait, ruhlar dünyasında gerçekleşen bir sözleşmeği andıran bu anlaşma, ezelî zamanlarda insan ile Allah arasında kurulan bir dostluk, aşk ve sevgi ilişkisinin göstergesidir. Ünlü sûfîlerden İbn Hafîf-i Şîrâzî’nin öğrencilerinden, aşk konusunda en eski kitaplardan birini kaleme almış olan Ebu’l-Hasan Alî b. Deylemî, “elest”i; “Allah ile kullar arasındaki sevginin kaynağı” olarak görür. Ona göre; insanlar bu anlaşma esnasında Allah’ın sesini duymuş, onu görmüş, onu duymanın, onunla konuşmanın ve onu gözleriyle görmenin verdiği zevkle sevgisini gönüllerine yerleştirmişlerdir. Aynu’l-kuzât-i Hemedânî de bu konuda şunları söyler: “Allah, elest günü güzelliği ve konuşma şarabını insanlara içirdi. Onlar bu sonsuz zevk veren şarabın sarhoşluğunda sonunda nelerle karşılaşacaklarını bilmeden Allah’a bu sözleri verdiler. Böylece bilmeden çok büyük sıkıntılar ve yüklerin altına girmiş oldular.” Cüneyd-i Bağdâdî de, benzer ifadeleriyle Adem’in zürriyetinden söz alınması konusunu değerlendirirken; “Bu anlaşmanın Allah ile kulları arasındaki aşk ve sevginin temel taşı olduğunu” ifade eder.
Burada sözü edilen “elest” olayıyla Kur’ân’ın bir başka yerindeki (Ahzâb (33), 72) “bâr-i emanet” kavramı arasında da çok yakın bir ilişki söz konusudur. Bunların her ikisi de, Allah ile insanlar arasındaki yakın ilişki ve sevgiyi simgelemektedir. Bazı sûfîler, bütün yaratıkların yüklenmekten kaçındıkları “emanet yükü”nün “aşk” olduğu; bazıları da onun “marifet”, “şeriat”, “akıl” ve “seçme yetisi” olduğu kanısını taşırlar. Ancak bu konudaki değerlendirmelerin ortak noktalarından en dikkat çekeni; “büyüklüklerine rağmen insan dışında hiçbir varlığın kabul etmediği bu yükün, çok ağır bir görev, taşınması zor bir yük olduğu”dur. İnsan dışındaki yaratıkların bu göreve “evet” dememesinin gerekçesi de budur. İnsan, hem “elest” ve hem de “emanet yükü” olayında kendisini riske atmış, ağır yüklerin altına girmeğe söz vermiştir.
Çekemedi gökler emanet yükünü,
Kur’a çektiler, ben deliye çıktı.
Hâfız-i Şîrâzî
“Elest” sorusuna “belâ: evet” diyerek cevap vermek, insanın bu evrendeki sorumluluğunu kavramasını gerektirir. Bu görevi önemsememek Ferîdüddîn-i Attâr’ın deyimiyle; “verdiği sözde durmamak”, “sözünü inkar etmek” anlamını ifade eder. Nefsin arzuları yolunda atılan her adım, “ezelde sevgiliye verilen söze vefasızlık göstermek”, “vefasızlık yolunda yürümek” demektir. Yine Attâr’a göre; aşkı dillendiren, sevgiyi simgeleyen “elest” sözüne bağlı kalmak, “nefsin arzularına hayır demek”, bunun tersi ise, “belalar ve sıkıntılarla boğuşmayı kabullenmek” anlamını ifade eder.
Dinledin ya can kulağıyla elest’i,
“Belâ” demekte kusur etme sakın.
Elest sözünü verdin önceden sen,
Belâ’ya baş kaldırma daha sen.
Önceden sen verdin ya söz,
Nasıl isyankar olursun şimdi sen?!
“Belâ/belî: evet” ile “belâ: bela, sıkıntı” sözcükleri ve sıkıntılar arasındaki ilişki insanoğlunun alınyazısı olarak kabul edilir. Bu konuya hemen bütün mutasavvıflar dikkat çekmişlerdir. “Belî: evet” demek; “Allah ile aşk sözleşmesi yapmak”tır. Aşk, belasız ve sıkıntısız asla yaşanamaz. Attâr’a göre; Allah’ın insanlardan söz aldığı mecliste insanlara, “evet” demenin ardından gelecek sıkıntılar konusunda aydınlatıcı bilgiler verilmiş, ancak Allah’ı görme sarhoşluğunda kendilerinden geçmiş nefisler o zevk içerisinde başlarına gelecek sıkıntıları farkına varmadan kabul etmişlerdir. Sûfî literatürde bu konuyla ilgili alabildiğine geniş değerlendirmeler yer almaktadır. Bütün bu eserlerde vurgulanmak istenen en önemli noktalardan biri, aşk yolunda “evet” karşılığında “bela”nın istenen, kabul edilen bir sonuç olduğudur. Sehl-i Tusterî, “belâ”yı: “hakka ulaşma yolunun şartı” olarak tanımlar. Bazı sûfîlerce “belâ”; “ariflerin ışığı, müritleri derin uykulardan uyandıran bir güç, gaflette olanları yok eden bir nitelik”tir. Hallâc-i Mansûr; “her zaman kendisine söz verilen sultanın belalarını istediklerini ve onlara razı olduklarını” söyler.
Hitap geldi: “İstiyorsanız bizi eğer,
İstemektesiniz bela dalgalarını siz.”
İşittiklerinde o canlar hakkın hitabını,
O mutluluktan kükreyiverdiler:
“Feda olsun o belaya canlarımız.
Göster sen bize her istediğini.”
Ferîdüddîn-i Attâr, “elest” sorusuna “belâ: evet” diyenlere verilen “aşk emaneti”nin; sıkıntılar ve üzüntülerin kaynağı olduğunu, bu “evet”in hep üzüntü meyvesi verdiğini vurgularken; “bütün bu sıkıntılara ve üzüntülere dayanma gücü olmayanların “aşık” adını almaya yaraşır olmadıklarını” söyler.
Yok aşk dünyasının; ne başı, ne ayağı,
Yok gönül kanından başka kılavuz, yok.
Aşık olan, başından ayağına kadar,
Kana bulanmıştır gül gibi, ilk adımda.
Sızdırmaya başladı Elest yarası yine,
Sabahleyin olan derdim tazelendi akşam yine.
Orfî-yi Şîrâzî
Öte yandan “Elest”in, “bâr-i emânet” ile de ilgisi vardır. Kur’ân yorumcularının çoğuna göre; “din”, “dinin kuralları”, “insanların yapmakla yükümlü oldukları görevler”, “Allah’ın emirleri ve yasakları”dır. Allah, din emanetini gökler ve yerlere vermek istemiş, ancak onlar bu yükün altından kalkamayacaklarını söyleyince, insanlara vermiş ve onlar da bu emaneti kabul etmişlerdir. Bunların dışında bâr-i emânet; ahlakî, sosyal ve siyasî birtakım anlamlarla da yorumlanmıştır. Örneğin adalet anlamıyla yorumlanması sosyal-siyasî boyutunu gösterir. Tasavvuf terimi olarak: “Allah’ın insanlara kendini tanımaları ve sevgisine erişebilmeleri için vermiş olduğu bir vergi, yaratılıştan sahip olunan bir yetidir.” Sûfîler, “bâr-i emânet”i; bazen “akıl”, bazen de “marifet/Allah’ın zatı ve sıfatları konusunda bilgi sahibi olma, erişilmesi zor gizliliklere ulaşma bilgisini elde etme” olarak yorumlarlar. Bunun yanı sıra, Muhyiddîn-i Arabî’nin (ö. 638/1241) de aralarında yer aldığı birçok sûfîye göre emânet; “evrenin yaratılışının, insanın var edilişinin sebebi olan aşk”tır.
Kurân’a göre Allah, insanoğlunu seçkin olarak yarattı, kutsal emanetine onu layık gördü. Onu göklerin ve dağların yüklenmek istemediği çok ağır emanetini teslim etmek için özel olarak seçti. Bu emanetin ne olduğu konusunda araştırmacılar, bilim adamları ve sûfîler değişik yorumlar yapmışlardır. Emanetin kapsamında; Allah’ın emirleri ve yasakları, ibadetler, dinî yükümlülükler, ilahî sırlar bulunduğu kanısı yaygındır. Bazıları da söz konusu emaneti Hâbîl; insanı da Kâbîl olarak yorumlamışlardır. Bu konudaki en güzel açıklamalar arasında sûfîlerin yorumları yer alır. Necmuddîn-i Dâye (ö. 654/1256), Allah’ın insanlara yüklediği emanetin “marifet” olduğu kanısındadır. Çünkü gerçek marifet, ancak insan tarafından algılanabilir. İnsan işte bu özelliğiyle diğer bütün varlıklardan öne çıkmış, en seçkin yaratık olmuştur.
Söz konusu emanet sadece insana verilmiştir. Bu, insanoğluna Allah’ın yeryüzündeki vekilliği görevinin verilmiş olması anlamını ifade eder. Yine geniş anlamıyla buradaki emanet diğer varlıklarda bulunmayan sadece insana verilmiş özelliklerin tümü için de kullanılır. Bütün bunların temelinde; Allah’ın insanları özel olarak yaratması, ilahî ruhtan ona üfürmesi ve ilahî ışıkla onu yaratması yatmaktadır. “Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı.” ve “Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere:“Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım.” demişti. Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın.” (Hicr (15), 27-28) ayetindeki “…içine ruhumdan üflediğim zaman…” ifadeleri de insanın direkt olarak Allah ile ilişki kurabildiği ve onun her konuda diğer yaratıklar arasından sıyrıldığı ve ayrıcalıklı olduğunu göstermektedir. Melek ve toprağın aşkı bilmemesi, insanın aşkı ve marifeti kavrayabilmesi Allah’ın o yetiyi ona yerleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Adem, bütün bu ilahî vergilerden direkt olarak yararlanmaktadır.
“Evet Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahil bulunuyor” Ahzâb (33), 72.
Ne dağların, ne göklerin ve ne de yerlerin taşımaya dayanamadıkları bu emanet yükünü küçücük yapısına rağmen insanoğlunun kabul etmiş olmasını bazıları onun gönül sahibi olmasına bağlarlar. Gönlün ve kalbin taşıyacağı yükü bedenler taşıyamaz. Yaratıkların en seçkini olan Adem, büyüklüklerine rağmen gökler ve yerlerin emaneti kabul etmediklerini görünce gelip ağır yüklerin güçle değil, idealle, azimle çekilebilir olduğunu göstermek için bu yükü kabul etti.



KAYNAKÇA
Afîfî, Rahîm, Esâtîr ve Ferheng-i Îrân Der Niviştehâ-yi Pehlevî, Tahran 1374 hş., s. 421.
Âmûzgâr, Jâle, Târîh-i Esâtîrî-yi Îrân, Tahran 1381 hş., s. 52;
Âştiyânî, Celâluddîn, Zertuşt, Mezdiyesnâ ve Hukûmet, Tahran 1381 hş., 43.
Berzger Hâlıkî, Muhammed Rızâ, Şâh-i Nebât-i Hâfiz, Tahran 1382 hş., s. 64.
Dihhudâ, Alî Ekber, Luğatnâme-yi Dihhudâ, Tahran 1346 hş., “Vâdî’n-nu’mân”, XLIX, 49.
Dusthâh, Celîl, Avestâ, Tahran 1381 hş., II, 934;
Ferheng-i Esâtîr, s. 118-119; Seccâdî, Ferheng-i ‘İrfânî, s. 87.
Ferîduddîn-i Attâr, İlâhînâme (nşr. Fuâd-i Ruhânî), Tahran 1365 hş, s. 32.
Ferîduddîn-i Attâr, Mantıku’t-tayr (Dorc 2), “Hikâyet-i Mahmûd”.
Furûzanfer, Bedîuzzamân, Şerh-i Mesnevî-yi Şerîf, Tahran 1381 hş., III, 859;
Hacaloğlu, Haluk, Zerdüşt “Ahura Mazda”, İstanbul 1995, s. 70.
Hâfız-i Şîrâzî, Dîvân-i Hâfız-i Şîrâzî (nşr. Muhammed-i Bihiştî), Tahran 1377 hş., s. 161.
Herevî, Necîb Mâyil, “Bâr-i Emânet”, Dâ’iretu’l-ma‘ârif-i Bozorg-i İslâmî, Tahran 1367 hş., XI, 80-82.
Hinnells, John Russells, Şınâht-i Esâtîr-i Îrân (çev. Amûzgâr, Jâle-Tefezzulî, Ahmed), Tahran 1382 hş., s. 80.
Hinnells, John Russells, Şınâht-i Esâtîr-i Îrân (çev. Amûzgâr, Jâle-Tefezzulî, Ahmed), Tahran 1382 hş., s. 57.
Hurremşâhî, Bahâuddîn, Hâfıznâme, Tahran 1372 hş., I, 207, 622.
Mâzenderânî, Huseyn Şehîdî, Ferheng-i Şâhnâme/Nâm-i Kesân ve Câyhâ, Tahran 1377 hş., s. 483;
Mevlâyî, Muhammed Server, Tecellî-yi Ustûre Der Dîvân-i Hâfiz, Tahran 1368 hş., s. 25.
Mu’în, Muhammed, Mezdiyesnâ ve Edeb-i Fârsî, Tahran 1338 hş., I, 36, 236-237;
Oşîderî, Cihângîr, Dânişnâme-yi Mezdiyesnâ, Tahran 1371 hş., s. 134.
Pûrnâmdâriyân, Takî, Gomşode-yi Leb-i Deryâ, Tahran 1382 hş., s. 44-45.
Safâ, Zebîhullâh, Hemâseserâyî Der Îrân, Tahran 1367 hş., s. 412;
Sıddîk, Îsâ, Târîh-i Ferheng-i Îrân, Tahran 1338 hş., s. 51.
Şemîsâ, Sîrûs, Ferheng-i Telmîhât, Tahran 1375 hş., s. 75;
Vehhâbî, Nesîm, “İblîs”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî (ed. Hasan-i Enûşe), Tahran 1375-1378 hş., I, 28.
Yâhakkî, Muhammed Ca’fer, Ferheng-i Esâtîr ve İşârât-i Dâstânî der Edebiyyât-i Fârsî, Tahran 1375 hş., s. 100, 101, 110, 118-119, 421, 432.
Zemânî, Kerîm, Şerh-i Câmi-i Mesnevî-yi Ma‘nevî, Tahran 1382 hş., I, 411.

Konular