MESNEVİ’DE NEYNAME, NEYNAME’DE MEVLANA

I.A Önemli Farsça eski edebiyat eserleri arasında Mevlevi, Molla-i Rum olarak da tanınan Mevlana Celaleddin Muhammed Rumî-i Belhi’nin Mesnevi’si belki de o zamanlarda kaleme alınan eserler içinde alışılmışın dışında, Hamd ve Bismillah’la ya da en azından bu manaları içeren ifadelerle başlamayan tek eserdir.

Mevlana’nın ömrünün sonlarında uzun sessizliği ve birden gelen ölümüyle eserinin yarım kalmasına rağmen “Her işin bir derecesi vardır, işin başlangıcı Onun adıyla olmasa, o iş yarım kalacak ve sonlanmayacaktır.”[1] sözünde olduğu gibi Mevlana’yı çekemeyenler onun eserinin yarım kaldığını bahane ederek hiçbir zaman eleştirip çekiştirmemişlerdir. Mevlana’nın eserinin alışılmışın dışında Bismillahla başlamaması onu çekiştirenler tarafından onun aleyhinde kullanılmamıştır. Aslında bütün Mesnevi başından sonuna yaratanın anıldığı, arifi aşkla onu bulmaya iten ve bu yolda şevk ve heyecanla aşk nağmesi söyleten, bazen dert ve ıstırabından inleten Mevlanaca bir gazelin öyküsüdür. Arifin şevk ve heyecan dolu kalbinin pınarlarından akıp gelen böyle bir gazelin geleneksel kalıplar içine sığdırılamayacağı da ortadadır.

B Mesnevi’nin başlangıcında garipler mekanı dünyada arifin seyir halindeki ruhunun neyin dilinden anlatımını içermesi aslında eserin yaratanın anıldığı ve onun aşkından başka bir şeyle başlamadığını gösterir.* Tamamlanamayan altıncı defterin son hikayesi de aslında eksik değildir. Mesnevi’nin muhatabı kitabın son hikayesini tamamlanmamış olarak görebilir ama o önceden* kıssanın anlatmak istediği ve işaret edilmek istenen sırrın ne olduğunu çoktan anlamıştır.* Muhatap anlatılmak istenene tamamen yabancı değildir.

C Mevlana’nın Mesnevi’de anlatmak istediği ve eserin altı defterinde de yer alan konular, Neyname adlandırılan eserin başlangıç beyitlerinde* anlatılmıştır. Ama eserin ravisi(Mevlana) dillendirmediği bir çok şeyin muhatap tarafından hiçbir remiz ve işarete ihtiyaç olmadan ruhundaki nurla dillendirilemeyenleri anlayabileceğini de göstermiştir.[2]

D Tasavvuf edebiyatında benzeri görülmeyen altı defterlik bu eserin konu bütünlüğünden uzak ilk 18 beyitlik bölümü Neyname olarak bilinmektedir. Mevlana bu 18 beyitlik şiiri onu devam ettirerek bu azim kitabı oluşturacağını düşünmeden yazmıştır. Bunun ardından altı defterden oluşan Mesnevi’de her kamil arif gibi neyin remizli bir şekilde kendi ruh haline tercümanlık eden hal dilinden, Neyname’de Neyistan(sazlık) olarak geçen ve kendi başlangıcına dönüş şevk ve heyecanı olan bu hali anlatmıştır.

II.A Mevlana Mesnevi’yi Neyname’nin ardınca namzetmiştir. Neyname’nin ardından kaleme alınan altı defterlik bölüm aslında Neyin şevk ve heyecanla sazlığa dönüşünü temsil eden hikayelerle süslenen ve bütünüyle bu geri dönüşün zorlukları ve herkesin böyle bir hikayeye sahip olduğunu anlatan bir konuma sahiptir. Mevlana kendisi bunu beyitlerde “Bu hepimizin halidir”* diyerek anlatmaktadır. Padişah ve Cariye hikayesiyle başlayan neyin şikayet ve hikayesinin tefsirlerini içeren kıssaların yer aldığı Mesnevi, Mevlana’nın Çelebi ve İbni Ahi Türk olarak tanınan mürit ve halifesi Hüsameddin Hasan bin Muhammed bin Hasan Urmevi’nin (ölm.H.683) isteği ve sadıkane ısrarları üzerine söylenmiştir.

B Neyname’nin ardınca söylenen ve her insanın bir şekilde manevi olarak bir ilişkisi olan birinci hikaye yani “Padişah ve Cariye” hikayesi Neyname’yi tamamlayan ve onu şerh eden bir konuma sahiptir. Mevlana eserin devamında yer alan her hikayede sözü aşamalı olarak devam ettirmekte ama yeni hikayelerle yeni konuların içinde hep ruhun şikayeti, şevk ve heyecanın hikayesine yer vermektedir. Her söz ve düşünce diğer söz ve düşünceleri peşine taktığı düşünülürse, Mevlana’nın kendisi de eserinde bu uzayıp giden söz katarının bilincindedir. Eserin her yerinde zihnine hakim olan söz ve düşünceleri hissetmekte ve her defasında birbirine uygun manalar zihninde çağrışım yapmaktadır. Zihninin devingenliği içinde yeni temsil ve kıssalar meydana gelmekte ve başladığı söze geri dönme fırsatını bulamadan saatlerce ve özellikle mürit ve halkasında ondan faydalanan insanların kalabalığından uzaklaştığı gecelerde, günlük kargaşadan uzak olarak kendine hasların meclisinde söz ve düşüncelerini beyan etmektedir. Böyle meydana gelen bir eser sanki maverasını arayan salik arifin duygu ve heyecanlarının tefsiri olmakta ve Mevlana’nın kendisinin uzayıp giden söz katarı dediği zihnindeki çağrışımlar zinciri uzayıp gitmektedir. Sonunda asli muharrikin kim olduğu anlaşılmayan büyük bir eserin meydana geldiği ve bu eserin kendi kendini yazdırdığı, nihayette dünyanın en azim tasavvuf hamasisi olan Mesnevi’nin ortaya çıktığı görülür.

C Mevlana’nın Mesnevi’yi kendi has yaranlarının olduğu meclislerde beyan ettiği hem Mesnevi’nin bu eserle ilgili söyleyen ve dinleyenlere hitaplarında hem de onun yaranlarının rivayetlerinden rahatça anlaşılmaktadır.[3] Tezkiret’uş-Şuara eserinin müellifi Devletşah Semerkandi genel olarak mübalağalı üslubuyla bu hususta da yukarıda bahsedilen konunun böyle olduğuna işaret etmektedir.[4] Mevlana gibi meclislerde bu tür şiir söylemenin diğer sufiler arasında da var olduğu görülmektedir. Öyle ki Molla Cami, İbni Fariz Mısri’nin Taiyye kasidesini bu şekilde söylediğini onun yakınlarının rivayetlerine dayanarak nakletmektedir.[5] Aynı şekilde Şeyh Mahmud Şebisteri Gülşen-i Raz adlı manzum eserini meclisinde hazır bulunan yaranlarının isteği üzere ön hazırlık ve geri dönüp her hangi bir düzeltme yapmadan, Horasan ahalisinin sorularına cevap verirken birden bire nazmettiğine işaret etmektedir.[6] Bu tür şiir söyleyen diğer şairlerinde meclislerde şiirlerini yaranlarına ya da mecliste bulunan katiplere imla ettirdiği bilinmektedir.

III.A Mevlana’nın gündüzleri günün meşgaleleriyle uğraşması Mesnevi’nin geceleri imla ve inşa edilmesine neden olmuştur. Günün sonunda gecenin bir bölümünde Mesnevi’nin nazmıyla meşgul olunduğu eserin çeşitli bölümlerine de yansımıştır. Bazı bölümlerde Mevlana’nın sabaha kadar eserin nazmıyla meşgul olduğuna dair karineler bulunmakta ve şair güneşin doğuşuyla gecenin bittiğini, sabah olduğunu anlamaktadır. Mevlana’nın Hüsameddin Çelebi ve diğer yaranlarının bütün gece dinlenmeden eserin nazmıyla uğraşmasından hacalet duymaktadır. Bu yüzden Mevlana sabaha varan gecelerin yoldaşı Hüsameddin’in hizmetlerinden ötürü onun dilinden dua makamında onun için manevi ecir isteyen ve özür beyan eden dizeleri dillendirmektedir.* Eserin diğer bir yerinde yine bir gece yarısı nazmın imlasının başlayacağı anlaşılmaktadır ama geçen gecenin şevk ve heyecanı olmadığını gören Mevlana ruhani halinden sıyrılarak bu gece hikmet kapılarının kapalı olduğunu düşünmüştür.* Elbette Mevlana geceleri eserin nazmı için fırsat bulurken birden bire gelen cezbeyle Mesnevi’nin gündüzleri imla edildiğine dair dizelere de yer vermiştir.*

B Geceleri Mesnevi’nin nazmıyla meşgul olan Mevlana’nın gündüzleri de bu ruhani hal ve heyecanlardan yoksun olmadığı da görülmektedir. Çünkü yarı hüşyar ilham anının devamı olan ruhani halin rüya ya da arada bir kendinden geçilen bir hastalıkta olduğu gibi devam ettiği müşahede edilmektedir. İnsanın kendisi de bu halin ve rüyalarının bir şekilde gerçek yaşam ve uyanıklık halinin devamı olduğunu müşahede edebilir. Mevlana, Hüsameddin ve diğer has yaranların çoğunlukla uzun geceler ve bazen gündüzleri de eserin nazmıyla meşgul olmaları ve gece gündüz eserin ana konuları olan İlahi aşk, Kur’an ve Hadisler, evliya ve enbiyanın halleri hakkında düşüncelere dalmaları onların hayatlarının her anını bu duygu ve düşüncelere atfettiklerini göstermektedir. Diğer taraftan zaten böyle bir durum söz konusu olmasaydı, devamlı korunan ruh halinin aynası olan eserde korunan üslubun sürekli devamlılığı ve Mesnevi’nin nazmının 14 yıl sürmesi mümkün olmayacaktır.

C Sade, kendi halinde bir zihin kendisinde böyle uzun süren bir temerkuz halini yakalayamayacaktır. Mevlana’nın bu kadar uzun sürebilen zihni temerkuz halinin inanılmaz kabul edilmesini onun kendisinin şartlarında haklı karşılamak gerekir. Yoksa Mevlana gibi bir şairin ilhamını, cahiliyet döneminde Araplar arasında şairlerin ilhamının kaynağının cinni[7] olduğu düşünüldüğü gibi yada eski Yunan’da ilhamın hüner ve şiir ehli erbaptan alındığının düşünüldüğü gibi düşünmemiz gerekecektir.

Mevlana’ya Divan-ı Kebir gibi içinde aşkınlığın doruğa çıktığı gazellerin bulunduğu eşsiz bir eseri meydana getirten Şems’e duyulan aşkın neticesidir. Bu aşk ve aşkınlıktan hiçbir nasibi olmayanların anlayamayacağı bir şeydir. Öyle ki bu ilahi aşk ve aşkınlığı anlayamayan hem bugünün hem de onun kendi asrının insanları, otuz kırk yaşlarındaki Mevlana’yla atmışlarına merdiven dayamış Şems’in aşkını dünyevi aşkla kıyaslama gafletine düşmüşlerdir. Hatta sonraları bir çokları ve özellikle Mevlana’nın zevcesi Kerahatun’da bu ilişkiye gölge düşürecek müphem rivayetlerde bulunmuşlardır. En ilginci de bazı nazar ve ilim ehli şahısların bu esrarengiz aşk ve aşkınlığı –Endülüs’lü seyyah İbni Batuta tarafından da sonraları zikredilen-[8] aniden gelen cünunun neticesi gibi görmeleridir. Bu aşk ve aşkınlığın Şems’ten yıllar sonra bile Mevlana’da bütün şiddetiyle yaşadığına hiçbir zaman dikkat edilmemiştir. Ayrıca Konya’nın piri Selahaddin Feridun Zerrinkub ve Ahizade Urmevi Hüsameddin Çelebi’nin Şems’in hatırasının bir tecessümü gibi olması yıllarca Mevlana’nın onlara aşk duymasına neden olmuş ve bu şahıslar Şems’in ruhani tasviri gibi Mevlana’nın zihninde aksetmiştir. Mevlana’nın gece semalarında ve hatta kuyumcular pazarı ve Karatay medresesinin rivayetleri esasında onun gündüz gezintilerinde dahi bu aşkınlığın şevk ve heyecanını yansıtması, onda bu ruhani aşkınlığın sürekliliğinin bir göstergesidir. Onun eseri Mesnevi de barındırdığı düşünce ve beyanının üslubuyla Mevlana’nın hayatı boyunca şairane cazibelerin doruğunda dahi manevi alemlerin feyzinden ve Kur’an ve Hadis dünyasından nasipsiz olmadığını göstermektedir.

D Mevlana’nın düşünce ve zihninde çağrışıma neden olan ve beyanının üslubuyla ortaya çıkan, kelimelere yüklü manalar; Kur’an ayetleri, hadisler, deyimler, Arap-Fars şiiri ve İslam ilahiyat ve şeriatı meselelerinden kaynaklanmaktadır. Bunun ötesinde onun için insanın ihtiyaçları ve zaaflarının, şehvet ve hışma dayalı insan hayatının dahi bu manaların şerh ve tefsiri bakımından birer vesile ve rumuz gibi olması onun yaptığı seyahatleri ve gençliğinde aldığı tahsilin ve alimlerden, ariflerden dinlediği derslerin bir neticesidir. Bütün bu yaşadıkları onun yaratıcı zihninde yüce manaların tefsir ve şerhine yönelik birer vesile olmasına neden olmuştur. Bu yüzden kelime örtüsünün altında zahir olan Mesnevi’deki bütün istidlaller, hikaye ve temsiller; İşraki alimlerin taelluh* (İnsilah, Tanrı tanıma, ilahileşme, Tanrılaşma vb.) dediği şevk ve heyecanın yansımasıdır. Mevlana felsefeye ve hatta İşraki alimlerin mevzu bahis ettikleri konulara zahiren hiç teveccüh etmemesine rağmen onun Mesnevi’si ve Mesnevi’ye yansıyan bütün bir hayatı, İşrakilerin tealluh dediği halin ta kendisidir. Onun kendisi İşrak sahibi Şeyh Şehabeddin Sühreverdi ve yandaşları gibi Eflatun’dan taklitle bu mertebeyi maksat edinmemesine[9] rağmen bütün eserleri ve özellikle Mesnevi’si onun, Bayezid-i Bestami, Hallac-ı Mansur ve Ebu Said’den nakledilen manevi tecrübeler, haller ve makamların sahibi olduğunu gösterir. Bu nedenle Mesnevi sadece sufi talimleri ve öğretileri içeren bir eser olmaktan öte Mevlana’nın şahsi gerçekleri ve manevi tecrübelerinden haber veren bir çeşit tezkire kitabı gibidir. Şüphesiz ki Mesnevi’nin bu özellikleri her türlü garezden uzak bir şekilde göz önünde bulundurulup, bunlara doğru yorum getirilmedikçe, bu eseri anlamak mümkün olmayacaktır.


[1] Mecalis-i Seb’e, s.43; {کل امر ذی بال لم یبدأ ببسم الله فهو ابتر}

Bu rivayet Ebu’l-Futuh tefsirinde de bulunmaktadır. (Şe’rani baskısı, 1/29) Aynı rivayet çok küçük değişikliklerle başka kaynaklarda da zikredilmektedir. Araplar arasında eskiden Besmelenin eserin başında zikredilmemesi eksikliğin ve noksanlığın bir işareti olarak görülmüştür. Zereşki’nin 1972 yılı Beyrut baskısı El-Burhanu Fi ulum El-Kur’an adlı eserinin 1. cildinin 2 ve 261. sayfalarında bu konuda bir rivayet bulunmaktadır. Bu rivayet değişik bir şekilde İbni Mace’de ve diğer kaynaklarda da geçmektedir: Nikah, 19, Keşf’ul-Esrar, 1/11, El-Beyan vet-Tibyan, 2/5-61, İbni Teymiyye, Kaidetun fi Enva’il-İstiftah, 1962 /23,6-25

* (İlk rakam Mesnevi defterini ve sonraki beytin numarasını içerir) 1/1:

Dinle bu neyi, şikayet ediyor

Ney ayrılıkların hikayesini anlatıyor

* 6/3581:

Öküz bedenin içinde bir şehzadesin

Hazineyi bir viraneye gömmüşsün

* 6/4870:

Öldürüldü o ağıtıyla ağlıyordu

Hem öldürendi o, hem de veli oydu

* 1/1-18:Neyname’nin 18 beyti

[2] Mevlana’nın Neyname’sinin7.beytinde bu hususa işaret edilmektedir:

سر من از ناله من دور نيست Sırrım bu nalemden başkası değil
ليك چشم و گوش را آن نور نيست Bunu anlayacak göz ve kulak nurlu değil

Aynı şekilde Mevlana’nın oğlu Sultan Veled tarafından babasının ömrünün sonlarında suskunluğu döneminde söylediği;

باقی این گفته آید بی زبانGerisi bu dilsiz sözle gelsin

در دل آنکس که دارد نور جانKimin can nuru varsa onun için

beyitte de Veled bu konuya işaret etmektedir.

* 1/35:

بشنويد اي دوستان اين داستانDinleyin dostlar bu hikayeyi
خود حقيقت نقد حال ماست انHalimizi anlatan hakikatin da kendisi



[3] A.Eflaki 2/742

[4] Tezkiret’uş-Şuara /218

[5] Nefehat’ul-Üns/542

[6] Şerh Gülşen-i Raz /39

* 1/1807:

Sabah oldu, ey sabahın dayandığı, penahı!

Mahdum Hüsameddin’den sen özür dile!

* 1/1960:

Dün gece bir başka rengi vardı

Birkaç lokma geldi de yolu kapattı

* 4/3818:

İkindi oldu, artık sözü uzatma,

Ey (Hüsameddin) ikindisi asrı aydınlatan ikindi oldu

[7](1) Araplar arasında şairlerin şiirlerindeki kafiye ve mazmunları cinni ve şaytanilerden aldığına dair inanç çok eskilere dayanır. Peygamberin vahiy alması hususunda da kendi dilinden “Kesinlikle Ruh’ul-Kuds(Cebrail) benim ruhuma ilga ve vahyetmektedir” ve yine vahyin naklinin esrarı konusunda da vakıfların dilinden “Bu kesinlikle melektendir, şeytandan değil” diye söylenmesi de bu inanıştan kaynaklanmaktadır. Arap şairleri bu mazmunda çeşitli şiirler de kaleme almıştır. Bu cümleden olarak Hasin bin El-Himam bir şiirinde şöyle der; “Kafiye İns cinsinden değildir, kafiyenin misallerini şiirden aldım” Hassan bin Sabit de; “kafiye avazıyla havada uçuşurken, yakaladım onu havada nüzul ederken” ve buna benzer bir çok Arap şairi bu konuda şiirler yazmıştır. Araplar arasında cinni ve şeytan bazen Tabi’e olarak da adlandırılmıştır.

Bu konuda bakınız: Celal Humai, Tabi’e, Yağma Dergisi, 13. yıl, 1339/6-432, I.Goldziher, Abhandlungen Zur Arabischen Philologie, Erster Theil, Leiden 1896/3-25

[8] Rıhle-i İbni Batuta Mısır bask. 1/187

* İnsilah, Bedenden kurtulma, Hakk’la bir olma. Kendinden öte Hakk’a dair veya Hakk olma. Bu halin talibi cisim olan bedenden kurtulup cana(ruha) kavuşsa da talibin Hakk’a kavuşmasının önünde yine engel teşkil etmektedir.

[9](2)Sufilere göre tealluh(ilahlaşma -sufiler arasında varlık olarak ilahlaşma kabul edilmez, ama sıfatlarıyla ona benzemeye çalışmak sufilere göre uygun bir ameldir- hal’i beden, cismani olandan sıyrılma) bir keşif halidir ve çok az sufiye hasıl olmuştur. Bu halin içindeki arif, nefsinin bedenine ait olmadığını düşünür ve hislerin ötesinde alemlerde seyreder ve keşiflerde bulunur. Sufilerin insilah ve filozofların cisimden sıyrılma dedikleri bu hal, ona alışıldığı zaman bazılarının dediği gibi şuhudi manada zahiren miraca meylettiği bir haldir. Muhyiddin Cundi’de Farsça yazdığı Nefhet’ur-Ruh’un mukaddimesinde Yayiye kasidesinde bu hususa işaret etmektedir.(Nefhet’ur-Ruh ve Tuhfet’ul-Futuh, s.41) Mevlana’yla aynı asırda yaşamış Şeyh Sadeddin Hemevi ve Şeyh Hasan Bulgarî de bu husustaki tecrübelerden bahsetmektedir. (Araştırmanın Devamı, s285) Böyle bir halin Mevlana için de geçekleştiği Veled’in rivayetinden anlaşılmaktadır. (Eflaki, Menakıb, 2/650) Son dönem filozoflardan Mir Damad Helset’ul-Melekut ve Risale-i Hal’iyye adlı risalelerde bu halin tecrübesini iddia etmiştir. (Araştırmanın Devamı, syf.247)

Konular