Molla Abdurrahman Câmî'nin Levayıh'ından ilk Layıhalar

Önsöz Yerine:

Bir dibace, 36 layıha ve bir tezyilden oluşan Câmî’nin Levayıh adlı eseri İslam tasavvufu alanında oldukça önemli bir risaledir. Câmî, Fars edebiyatında en son ustalardan biri olarak kabul edilmektedir. Hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı bu eseri ise onun tasavvuf alanındaki düşünce ve inançlarını özetlediği önemli bir risale konumundadır. Bu risalede mutasavvıfların itikat esasları ve özellikle Muhyiddin İbni Arabî’nin tasavvuf anlayışı üzerinde durulmuştur. Bu eserin dünyanın çeşitli merkezlerinde birçok elyazması bulunmaktadır. Bu nüshalar üzerinde çalışan araştırmacılar tarafından Levayıh defalarca yayınlanmıştır. Son olarak Prof. Jean Richard 1983 yılında Paris’te bu eserin yayınlanmasını sağlamıştır. Onun yayınladığı Levayıh bugüne kadarki yayınlananlar arasında daha önemli bir konuma sahiptir. Çünkü Prof. Richard bu eserin birçok nüshası üzerinde yaptığı çalışmasıyla en sağlam metinlerden birini ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan Levayıh’ın en sağlam metinlerinden biri olduğu düşünülen bu eserin Türkçe’ye kazandırılması da bu alanda çalışma yapanların ve İslam tasavvufuna ilgi duyanların dikkatini çekecektir. İlginç bir diğer husus da bugüne kadar Molla Câmî hakkında Türkiye’de kapsamlı çalışmaların yapılmadığıdır. Türkiye’de Câmî’nin en çok bilinen Nefahat’ul-Uns min Hezerat El-Kuds adlı eseri üzerinde çalışılmış ama diğer eserleriyle ilgili kapsamlı çalışmalar yapılmamıştır. Nefehat’ul-Uns’un aslı Farsça kaleme alınmıştır ama 1960 ve 1970’li yıllarda Osmanlıca’dan yapılan tercümesi ve nesir eseri Baharistan’ın tercümesinden başka bir çalışma da yapılmamıştır. Ayrıca bir de biyografisi yayınlanmıştır. Bununla birlikte aslında Câmî hem kendi döneminde ve hem de daha sonraki dönemlerde tasavvuf ve edebiyat alanında çok ciddi etkiler yapmış önemli bir şahsiyettir. Ayrıca Mevlana’yla ilgili kaleme aldığı şerhler ve onun tasavvuf anlayışı hakkında getirdiği yorumlar bu konularda çalışma yapanlar için de eşsiz kaynaklardandır.



BESMELE

DİBACE

«لا احصی ثناء علیک و کیف و کلّ ثناء یعود الیک جلّ عن ثنائ جناب قدسک انت کما اثنیت علی نفسک»[1]

Ya Rab! Senin senaların sayılamaz ve sana hamd etmeye gücümüz yetmez. Var olan her sena ve hamd senin azamet ve kibriyana aittir. Biz nasıl sana şükür ve hamd edebiliriz ki! Sen kendini tanıttığın gibisin. Senin sena ve hamdinin cevheri senin dediğindir.

Rubaî:

Senin kibriyanın olduğu yerde
Alem damladır senin ihsan denizinde
Ne haddimize senin sena ve hamdin
Sana lâyıktır hamd ve sena hem de

«انا افصح» (Benim en fasih)[2] diyen sana olan sena ve hamdde kendini aciz gördükten sonra kim senin sena ve hamdini hakkıyla yerine getirebilir? Doğru dürüst bakışı olmayan nasıl olur da güzel sözle sana hamd edebilir? Burada aczin ve kusurun en iyi itirafı dahi kusurdur. Bu konuda din ve dünyanın serveriyle (Hz. Resul) müşterek olmak da edepten uzaktır.

Rubaî:

Ben kimim, kim sayılırım, ki ben neyim?
Hevesimle, köpeklerine eş benim
Bilirim ki yetişemem onun kafilesine,
Yeter ki uzaktan duyulsun boynumdaki çan sesim



اللهم صل علی محمد ناصب لواء الحمد، و صاحب المقام المحمود و علی اله و اصحابه الفایزین ببذل المجهود لنیل المقصود و سلّم تسلیماً کثیراً

(Selam ve salat, hamd sancağının nasibi ve Makam-ı Mahmud[3] sahibi Hz. Muhammed’e, onun ailesine ve Maksud uğrunda bahşedilen cehtleriyle kurtulmuş sahabesine olsun)



MÜNACAT

«الهی الهی خلصنا عن الاشتغال بالملاهی و ارنا حقایق الاشیاء کما هی»

(İlahi, İlahi! Bizi oyun ve eğlenceyle meşgul olmaktan halis kıl, eşyanın hakikatini nasıl varsa öylece göster.)

Gaflet perdesini basiretimizden kaldır, her şeyi olduğu gibi bize göster. Yokluk ve ademi varlık suretinde gösterme. Yokluk ve ademden varlık cemaline perde indirme. Bu suver-i hayali(hayali suretleri) sana uzaklık ve hicabın aynası olmasın, kendi cemal tecelliyatının aynası kıl. Bütün bu nakış ve her şeyi cehalet ve körlüğümüzün değil, ilim ve basiretimizin sermayesi yap. Senden mahrum ve uzak olmamız, hepsi kendi elimizden. Bizi kendimize bırakma. Bizi bizden kurtaracak kerameti ihsan et ve seninle tanışmayı bize nasip et.

Rubaî:

Ya Rab! Pak bir kalp ve agâh bir can ver
Gecelerime ah ve seherlerime gözyaşı ver
Kendi yolunda önce beni benden al
Sonra bensiz kendimden kendine bir yol ver

Rubaî:

Ya Rab! Bütün halkı bana kötü yap
Bütün herkes gibi beni bir yönlü yap
Kalbime sahip ol, her şeyiyle
Kendi aşkımda beni riyasız muhlis yap
Rubaî:

Ya Rab! Kurtarsan bizi nasipsizlikten ne olur?
Ya Rab! İrfan vadisine yol açsan ne olur?
Çok kâfiri kereminle Müslüman yaptın sen
Bir kâfiri daha Müslüman yapsan ne olur?
Rubaî:

Ya Rab! Her iki alemden ihtiyaçsız kıl beni
Bu fakirlik mertebesiyle yücelt beni
Talep yolunda sırların mahremi kıl beni
Sana varmayan her yoldan döndür beni











TEMHİD

Levayih adlandırılan bu risale sır levhalarında[4], zevk, vicdan ve irfan sahibi şahısların müşahedesinde maarif ve manaların beyanı hususunda uygun ibaretler, saf ve esrarengiz işaretlerle aşikâr olmuştur. Bu beyanın sahibini rica sahibi görmez ve bu beyanlara bir itirazda da bulunmaz. Çünkü bu beyanda sahibi için nasip bu hallere tercümanlıktan başka bir şey değildir. Faydası da söz söyleme sanatından başka bir şey değildir.

Rubaî:

Hiçim ben ve hiçten de az hiç
Hiç ve hiçten de az bir şey yapamaz hiç
Hakikat esrarından dediğim her sır ki
Benden değildi, fayda sözdü kalan gerisi hiç
Rubaî:

Dünyada bir iz olmadan fakirlik evlâdır
Aşk kıssasında dilsizlik evlâdır
Kim Vücud esrarının ehli değilse,
Ona yol anlatmaya tercümanlık evlâdır
Rubaî:

Dedim birkaç cevher çocuk gibi
Âli ve manalı bir sözün tercümesi gibi
Zaman güvenilmez bir borçlu gibi
Versinler Hemedan şahına hediye gibi[5]









I. LÂYIHA

«ما جعل الله لرجل من قلبین فی جوفه»

(Ahzâb sûresi 4. ayet: “Allah bir adamın içinde iki kalp yaratmadı…)

İlletsiz var olan Hazret-i Hakk sana varlık nimeti bağışlamıştır. Ona olan muhabbette tek yürek, riyasız olmak, ondan başkasından yüz çevirmek ve onunla mükbil, bahtiyâr olmak için sende bir kalpten fazlasını yaratmamıştır. Sana düşen bir kalbi yüz yere bölüp her bir parçasıyla bir maksadın peşinden gitmek değildir.

Rubaî:

Ey sen ki sensin vefa kıblesinin yüzü
Sana varmada akla niye hicab oldu tenin yüzü
Sana göre kalbin onda bunda olması yaraşmaz
Yeter bir aşk insana yeter bir dost senin gibi dost yüzlü

II. LÂYIHA

Tefrika, kalbin her hangi bir işle taalluk nedeniyle perakende olması yani mütemerkizliğini kaybetmesidir. Cem’iyyet[6] ise tek nazarla vahit olanın müşahedesidir. Bazıları Cem’iyet’i şey ve illetlerin cem’i(çoğulu) sandı ve onlar ebede kadar tefrikada kaldılar.

Rubaî:

Ey kalbinde her şeyden binlerce müşkülü olan!

Senin için kolay olur müşkül, kalple

Kalpte her şeyden hasıl olan tefrikadan

Ver kalbini birine ve kurtul her olandan

Rubaî:

Madem ki vesvese ve tefrikadasın

Ehli Cem’in mezhebinde şerrun-nassın

Yok vallah! Değilsin insan, bir devsin

Kendi devliğini sen cehaletten tanırsın[7]

Rubaî:

Ey salik! Her baptan dem vurma

Rabbinin vûsal yolundan başka yolda koşma

Dünyada olan tefrikanın illetleridir,

Kalpteki cem’iyeti sebeplerin cem’i sayma[8]

Rubaî:

Ey kalp! Ne zamana kadar kemâl talebini medresede arayacaksın

Hendese ve felsefe usullerini tamamlamaya çalışacaksın

Hakk’ın zikrinden başka her fikir vesvesedir

Hakk’tan utan! Ne zamana kadar vesvese duyacaksın

III. LÂYIHA

Hakk (Subhanehu ve Tealâ) her yerde hazırdır. Her durumda, zahir ve batînda olana nazırdır. Yazık olur hasarettir, dalalete düşmektir; gözünü Hakk’tan ayırıp başkasına bakmak, onun rızayet yolunu bırakıp, başka yollara sapmak.

Rubaî:

Ciğeri kan içinde dilber geldi seher vaktiyken

Dedi: gönlüm yorgundur senin yüzünden

Utan ki ben sana bakıp durayım,

Senin gözlerin başkalarına bakıp dururken

Rubaî:

Biziz aşk yolunu arayan bütün ömür boyunca

Senin vûslatını arayan biziz bütün ömür boyunca

Senin bir an hayalin göz için

Ay yüzlülerin seyrinden daha iyidir bir ömür boyunca

IV. LÂYIHA

Hakk’ın masivası yani Hakk’tan gayrı her ne varsa sonu zeval ve fenadır. Hakikati malumdur ma’dum olarak ve sureti vehmedilen bir varlık olarak. Ne öncesi ne de bir varlığı olan Hakk’tan gayrı her şeyin, hali hazırda varlığı zayıf ve kendinden değildir ve tabiidir ki böyle bir varlığın sonrası da olmaz, mahvolur gider. İnkıyat vakti yani ölürken yada hesaba çekilirken boş hayal, âmâl ve amaniyle ne verebilirsin ki?! Dünyanın daima değişken, zail olan ziynetlerine nasıl bel bağlayabilirsin ki?! Kalbini bütün bunlardan kurtar ve Hakk’a yönel ve her şeyden kurtul ve Hakk’a bağlan. Odur her zaman var olan ve var olacak, baki kalacak çehresi hiçbir surette yok olmayacak.

Rubaî:

Sana görünen her cazip suretlerin varlığı

Feleğin işi çabucak öldürür yok eder onları

Kalbini öyle birine kaptır ki

Her zaman seninle, ezeli ve ebedi olsun varlığı

Rubaî:

O ki gitti putlar kıblesine ne yüzü çevireyim

Gamıyla sözlerimi kalbin levhasına kazıyayım

Sonsuz cemale sahip yâra gidiyorum

Sonlu olan güzellerden bîzarım

Rubaî:

Sonunda güzelliği, sureti baki kalmayanla

Fena oklarının hedefiyle vurulur kalırsın tek başına

Ölümle her sonlu ayrılır, ayrılır gider senden

İyisi o ki ayrıl sen ondan hayattayken

Rubaî:

Ey hâce! Mal, mülk, çoluk çocuk da olsa

Ömürleri bellidir ayrılır senden sonunda

Hoş odur ki kalbi o dilbere bağlansın ki

O bağlıdır kalp ehline kalp ve canla[9]

V. LÂYIHA

Her şeyde ıtlak olan tek güzel varlık Hazreti Zul-celâl vel-Efdal’dir. Her mertebe ve makamda zahir olan cemal ve kemal O’nun kemal ve cemalinin yansımasıdır. Nereye yansıdıysa orada çeşitli mertebelerin erbapları cemal ve kemal sıfatlarını edindiler. Kimde bir ilim görsen Onun ilminin eseridir. Her nerede basiret görsen Onun basiretinin semeresidir. Bil-cümle bütün sıfatlar külliyet ve ıtlak mertebesinden tenezzül eden Onun sıfatlarıdır. Bu sıfatlar cüz’i şeylerde var olmuş ve tecelli etmiştir. Sen de cüz’îden hareketle külliye varmaya çalışmalısın. Şartlı oluş ve işlerden ve takyidden ıtlaka yüz çevirmelisin. Ama cüz’i olanı külli olandan ayrı düşünme. Çünkü bu halde mutlak olandan uzak düşüp, mukayyed ve sınırlı olanla kalakalırsın.

Rubaî:

Gülü temaşaya gittim, Teraz’lı mum oradaydı

Gördüğünde beni gülşen içinde nazla edadaydı

Asıl olan benim, dünya güllerinin hepsi fani dedi

Asıl olanı bırakıp da niye fani olana bakıyorsun dedi[10]



Rubaî:

Edalı yâri, yüzünün güzelliğini ne yapacaksın

Yârin dalgalı zülüflerini ne yapacaksın

Her tarafta mutlak olan cemal parlarken

Ey habersiz! Sınırlı, fani güzelliği ne yapacaksın

VI. LÂYIHA

İnsan cismani varlığı olmasından dolayı kesafet içinde ve ruhani yapısı itibariyle letafete sahiptir. İnsan yüzünü neye çevirirse onun hükmünü alır ve her teveccüh ettiğinin rengiyle renklenir. Bu yüzden alimler şöyle demiştir: “Nefs-i natıka[11] hakikatlere mutabık suretlerde tecelli ederse onun sadık ve doğru hükümleriyle şekillenir.”

Ve bütün yaratılanlar ittisalin şiddeti[12] dolayısıyla bu cismani sureti kazanmış ve bedenlerinin varlığıyla o kadar meşgul olmuşlardır ki asıllarını ayıramaz duruma gelmiş, kendilerinde baş veren bu durumu anlayamamışlardır. Mevlâna (kıddesallahu sırrehu) Mesnevi’de bu hali şöyle ifade etmiştir:

ŞİİR:

Ey birader! Senin varlığın işte o düşüncen

Geri kalan et ve kemikler senden

Düşüncen gülse sensin gülşen

Hamamın çırasısın eğer dikeni düşünsen[13]



Bu yüzden çabalaman gerek, kendini kendine olan teveccühten kurtarman gerek. Yüzünü ona dönmeli ve onun hakikatiyle meşgul olmalısın. Çünkü her mevcudat onun cilve ettiği yerdir. Kainatın her mertebesi onun kemal mertebeleridir. Bu şekilde devamlı olarak o kadar çabalamalısın ki O seninle karışsın ve senin varlığın kendine olan teveccühten sıyrılsın. Böyle olunca kendine teveccühün Ona teveccüh olacak. Kendini tabir etmen Onun tabiri olacak. Mukayyed yani sınırlı ve sonlu olan Mutlak olacak ve Enel-Hak Huvel_Hak olacak.[14]

Rubaî:

Eğer senin kalbinde gül koysa gül sensin

Eğer bülbül ise kararsız bülbül sensin

Sen cüzsün ve Hakk küll eğer sen biraz,

Küllü düşünsen Küll sensin[15]

Rubaî:

Tenle ruhumun karışımında sensin maksadım

Ölümle ve yaşamla sensin maksadım

Sen kal ki ben yokum artık

Eğer desem ki ben sensin maksadım

Rubaî:

Kim bu? Kim giymiş elbiseyi olmuş varlık

Ki veçhin cemali parlıyor odur mutlak

Kalp onun nurunun galebesiyle helak

Can onun şevkinin hücumuyla gark

VII. LÂYIHA

Bu uğurda çabalamak[16] gerekir.(yani ben ve benlikten kurtulup her şeyiyle Hakk ve Hakk’tan olmak) Hiçbir an ve hiçbir hali bu maksat ve hedeften ayrı yaşamamak gerekir; ister gidiş gelişlerde, yer ve yatarken, isterse konuşurken veya dinlerken. Her halükârda bütün hareket ve sükunette an için hazır ve nazır olmak gerekir. Boş işle meşgul olmamak gerekir; yani boş işler ve abes şeylerle meşgul olmamak lazımdır. Nefse vakıf olmalı ki gaflete dalmaya imkân bulmamalıdır.[17]

Rubaî:

Seneden seneye göstermiyoruz ki yüzümüzü

Haşa! Senin rahmetini zeval bir vehm sayalım

Her yerde herkesle bütün hallerle

Kalpte senin arzun ve gözlerde hayalin

VIII. LÂYIHA

Bahsedilen devamlı halden bütün zaman ve vakitlere şamil olmak vaciptir, böylelikle varlık elbiselerinden sıyrılmak sebebiyle keyfiyetin artırılması, mümkün suretlerin mülahazasından kurtulmak, en önemli konulardandır; bu da ciddi bir disiplin ve bütün evhamlardan sıyrılmakla mümkün olur. Vesvese her ne kadar gizli ve nefyedilmesi zor olsa, bunlardan sıyrılmak da bir o kadar zor olur. Çabalamak gerekir ki böylece insanın sinesinde çadır kurmuş vesveselerden kurtulmalı ve Hakk’ın varlığının nuru insan batınında zuhur etmelidir; seni senden ve başkalarının meşgalelerinden seni kurtarmalıdır. Ne senin sana karşı bir şuuru kalmalı, ne de senin bu şuursuzluğuna şuurun kalmalıdır.

“بل لم یبق الا الله الواحد الاحد” (Belki bir olan Allah’dan başkası baki kalmayacaktır.)[18]

Rubaî:

Yarabbi bir medet ki kendi canavarımdan kurtulayım

Kötülükten sıyrılıp kendi kötülüğümden kurtulayım

Beni kendi varlığında benden habersiz kıl

Ta kendimden ve kendimden geçtiğimden kurtulayım



IX. LÂYIHA



Fena hali; batında Hakk’ın varlığının zuhurunun istilası vasıtasıyla insanın her şeye karşı şuursuzluğundan ibarettir. İnsanın fena haline fenası ise insanın bu şuursuzluğuna dahi şuurunun olmamasıdır. Fena-i fena, fena halinde münderictir; zira eğer fena halinin sahibi bu haline şuuru olursa fena hali sahibi değildir. Çünkü Fena halinin sıfatları ve vasıfları Hakk’tan başkasına şuuru gerektirirse bu hal gerçek fena halinin bir engelidir.

Rubaî:

Bu yüzden sen istersen kendi bekanı

Varlığının harmanından ne zaman azaltacaksın gıdanı

Kendi saçından bir tüye dahi olsan şuurlu

Kadın olayım fena yolundan sen alırsan nasibi

X. LÂYIHA

Tevhid, kalbi dosdoğru tek yönlü kılmaktır. Yani hem irade ve taleple, hem de ilim ve marifetle Hakk Teala’nın dışında her taalluktan temizlenme ve tecrit olmadır. Yani insanın irade ve talebi bütün diğer arzu ve muratlardan kesilerek basiret açısından onun bütün malumat ve makulatı mürtefi olmasıdır. Teveccühünü bütün yüzlerden suretlerden çevirmeli ve Hakk’tan başkasına şuuru kalmamalıdır.[19]

Rubaî:

Ey siyer sahibi! Sufi örfüne göre tevhid;

Kalbin başkasına olan teveccühten temizlenmesidir

Kuşların makamlarının nihayetlerinin remzidir

Anlattım sana eğer anlarsan; Kuş Dilidir[20]



XI. LÂYIHA

İnsan heva ve heveslerin tutsağı olduğu sürece bu halleri yaşaması da imkansızdır. Ama İlahi lütfün cezbi zuhur edince, akli ve hissi meşgaleler batınından uzaklaştıkça ve ilahi müşahedenin lezzeti cismani ve ruhun rahatına olan düşkünlüğünden doğan lezzetlere galebe edince, mücahedenin külfeti ortadan kalkar ve müşahededen doğan lezzet içini doldurur. Zihninde başkalarına olan meşgaleler yok olur ve insan hal diliyle şu teraneyi terennüm eder;

Rubaî:

Ey mest olmuş can bülbülü! Senin hatıran bana,

Dünya aşağı bir gam hatıranla bana

Dünya lezzetleri ayaklar altına alınır,

Senin hatıranla gelen zevkle bana

XII. LÂYIHA

Sadık talip ilahi lezzetle cezbenin mukaddimesini hatırladıkça, Hakk’ı kendisinde bulmaya başlar. Burada bütün çabasıyla terbiye ve takviyeye gayret etmelidir. Buna muhalif olan her şeyden uzaklaşmalı, bütün ömrünü bu işte sarf etse bile sanki hiçbir şey yapmamış gibi düşünmeli ve yapılması gerekenleri yapamadığını tasavvur etmelidir.

Rubaî:

Kalbimde aşkın bir fısıltısı çınlar,

Bu fısıltıyla baştan ayağı her şey sanki aşk

Ya Hakk! Ahdimden çıkmam, meyletmem öteberi

Aşkın hakkını bir dem unutmam ve ahdini

XIII. LÂYIHA

Hakk’ın hakikati sadece varlığıyla değildir ve aynı zamanda varlığı sonlanan değildir. Mukaddestir; değişim ve tebdil olma bakımından ve müberradır adet ve tekessürden. Bütün alametlerden alametiyle, O ulaşılamazdır. Ne ilme sığar ne de müşahedeye. Bütün niye ve nasıllar ondan peydadır ve O ne niye ne de nasıla sahip değildir. Bütün şeyler O’na müdrek ve O bütün idrakin kapsamasından dışarıdadır. Göz O’nun cemalinin müşahedesiyle şaşkın ve aynı zamanda O’nsuz her göz kapalı ve karanlıktır.





Rubaî:

Yar ne de boyasız-renksizdir ey kalbim!

Kani olma renge-boyaya birden kalbim

Bütün renklerin aslı renksizliktir

“Allah’tan daha güzel rengi-boyası olan kimdir”[21] kalbim

Konular