EVHADUD-DÎN-İ KİRMÂNÎ'DE ŞAHİDBAZLIK VE KADIN

XIII. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu'da tasavvufî akımlar kendini hissettirmeye başladı. Moğol akınlarından rahatsız olan ve yönetim tarafından kendilerine fikirlerini söyleme ve yayma fırsatı tanınmayan ve bulunduğu ortamın ödün vermez taassubunun baskısı altında bunalan kimi mutasavvıflar ve din bilginleri, aradıkları ortamın Anadolu'da mevcut olduğunu öğrenince, gerek İran'dan gerekse Ortadoğu'daki diğer yörelerden Anadolu Selçuklularının hakim olduğu Küçük Asya'ya yöneldiler ve Anadolu'ya geldikten sonra da yönetim tarafından saygı ve hoşgörü ile karşılandılar.
Aslen İranlı olup Irak'da yaşayan daha sonra Anadolu Selçukluları devrinde yaklaşık 30 yıl boyunca Anadolu'nun muhtelif kentlerinde bulunan ve tasavvufî meşrebi ile Ortadoğu'da derin iz bırakan Evhadu'd-dîn-i Kirmânî (1164-1238) Anadolu'da ahîlik teşkilatını kuran Ahî Evren'in kayınpederidir. Ahî Evren'le evlendirdiği kızı Fatma ise, o dönemde kadınlara özgü bir sivil örgüt olan Bâciyân-ı Rûm (Anadolu Bacıları)'un lideri Fatma Hatun'dur.
Daha çok bir rubai şairi olan ve Ömer Hayyam ve sûfî şair Ebû Said Ebu'l-Hayr'dan etkilenen Evhadu'd-dîn-i Kirmânî'nin şahidbazlıkla ilgili rubailerinin sayısı oldukça fazladır. Şairin bu konudaki rubailerinin içerikleri incelendiğinde, onun düşüncelerinin çelişkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu konuya geçmeden önce "şahid" ve "şahidbaz" kelimelerinin lugat anlamlarını verelim. Arapça kökenli bir kelime olan şahid, "tanık; bir cümle veya ibareyi pekiştirici örnek; Yüce Tanrı; müşahedenin kalpte bıraktığı iz ve tecellî; güzel; güzel yüzlü genç erkek"dir. Arapça şahid ve bâhten (=oynamak) fiilinin kökünün birleşmesinden meydana gelen "şahidbaz" kelimesi de "güzel yüzlü erkeklerle bir arada olan, onlarla haşır neşir olan" veya argoda "kulampara, oğlancı" anlamlarına gelir.
Kimlere şahid denilir ve şahidlerde ne gibi vasıflar bulunmalıdır? Bu göreceli bir kavramdır. Evhadu'd-dîn bu kavrama kendi bakış açısıyla şöyle açıklık getirir: Şahid, manada güzel olan, huyu da güzel olması gereken kişidir. Şahidin yüzü Tanrı'nın lûtfunun bir aynasıdır. Bu yüzden şahide şehvetle bakmadığını bir rubaisinde şu şekilde açıklar:
Der to ki be dîde-yi sefâ mînigerîm
Nî ez pey-i şehvet u hevâ mînigerîm
Dîdâr-i hoşet âyine-yi lotf-i hodâst
Mâ der to bedan lotf-i hodâ mînigerîm.

“Sana safa gözüyle bakarken, şehvet ve heva hevesimizle bakmıyoruz. Senin güzel yüzün Tanrı'nın lûtfunun aynası olduğu için, Tanrı'nın lûtfu ile sana bakıyoruz.”
Ona göre insanoğlu sûretler âleminde yaşadığı için manayı ancak sûretlerde görebilir. Bu sûretler en güzel şekilde şahidlerde yani genç ve güzel yüzlü erkeklerde tecellî eder. Şahidin müslüman veya hıristiyan olması da önemli değildir.

Tersâ peserâ; merhem-i her rîş tovî
Vârâyiş-i in millet o in kîş tovî
Gûyend mesîhâ be çehârom felekîst
An sûret-i îsîst o ma'nîş tovî.

“Ey Hıristiyan oğlan! Her yaranın merhemi sensin.
Bu milletin ve dinin süsü sensin.
Derler ki, Mesih dördüncü felektedir.
O İsa'nın sûreti, manası ise sensin.”

Şahid bir öz ve şahidsiz can sadece kabuktur. Ayrıca, iyi gözle bakılmak şartıyla herkes şahiddir.

Bâ dil goftem: Eyş be şâhid nikûst
Şâhid mağzest u cân-i bîşâhid pûst
Dil goft ki: Şâhid nezer-i hûb-i tûst
Der her ki to nîkû nigerî, şâhid ûst.

“Gönüle dedim: Güzelle eğlenmek iyidir.
Güzel badem içidir; güzelsiz can, kabuk.
Gönül dedi: Güzel, senin iyi nazarın.
Kime iyi gözle bakarsan, odur güzel.”

Şahid ile zahid arasında sıkı bir bağ vardır. Zahid doğan ise, şahid güvercindir. Derviş güzel bir yüze baktığı zaman, o sûretin zahirinde değil, manasında seyreder. Evhadu'd-dîn sûrete yani güzele bakmasının gerekçesini bir rubaisinde “Niçin sûrete baktığımı biliyor musun? Sûretten başka bir şeyde mana görülemez” şeklinde açıklar. Bir başka rubaisinde de şahidin amaç değil, araç olduğunu belirterek “Ben kulum; şahid de gönlümün mabudu. O şahidi görmekten kastım, gönlümün beğendiği şahidi görmek. Zâhirî şahide gönül vermem. Çünkü gönlümün istediği, aslolan o şahid” der.
Evhadu'd-dîn'e göre sûfîlerin güzel sevmeleri doğaldır. Bu görüşünü şöyle dile getirir: “Bu nazarın vebal olduğunu sanma sakın! Güzel düşkünlüğü gönül ehline helaldir. Sûfîler her hal ve şartta güzel severler. İşte bu, aşkın delili, vuslatın tellalıdır.”
Şahidbaz olmayanlar hakkında oldukça sert ifadeler kullanan Evhadu'd-dîn, yedi kat gökteki kapıların ancak ve ancak şahidbazlara açılacağını söyler. Şahide şehvetle bakanlar için hakaretâmiz ifadelerde bulunan şair, bir rubaisinde böyle kişilere “sıddık” değil, “zındık” demenin daha doğru olacağını vurgularken, bir başka rubaisinde de şöyle hüküm verir:

Hâhî ki buved şâhidet ey merd-i elîl
Mânend-i Simâîl be nezdîk-i Helîl
Ger şâhid râ berâyi şehvet talebî
Seg ber to şeref dâred u şeytan be fezîl

“Be hasta adam! Şahidin olacaksa, Halil'in nazarındaki İsmail gibi olsun. Şahidi sırf şehvet için istiyorsan, köpek senden daha şerefli, şeytan senden daha faziletlidir.”
Şahidbazlıkla suçlanan Evhadu'd-dîn bunu kabul eder. İki rubaisinde bu suçlamalara yanıt verir.

"Gönlüm güzelden bir zerre bile vazgeçmez.
Gönlüm güzelin yüzünden başkasına açılmaz.
Kendinle ilgilen sen; benimle ne işin var?
Sen değilsen, ben şahidbazım; güzel düşkünüyüm ben!”

“Ne zaman kendi şahidimden söze başlasam, kendi varlığımdan yokluğa yönelirim. Bana çok şahidbaz olduğumu söylüyorlar. Evet, şahidbazım; ama iyi şahidbazım!”

Şu rubaideki sözleri Evhadu'd-dîn'in şahidbazlık anlayışıyla çelişir:

Tâ zan neberî kez honerî mîraksem
Ya ez ser-i zovk u haberî mîraksem
İn raks-i merâ raks-i hodâyî meşmor
Kez behr-i çonin hoş peserî mîraksem

“Sanma ki hünerle raksediyorum ya da zevkle ve bilerek raksediyorum. Bu raksımı sûfiyâne bir raks sayma. Böyle güzel bir oğlan için raksediyorum.”
Aşağıdaki rubaide de kadınlarla şahidler arasında bir kıyaslama yapar ve şahidlerde ayrı bir hava olduğunu belirterek şahidleri tercih eder:

Her hoş peserî râ harekâtî digerest.
Vender leb-i her yekî nebâtî digerest
Der çâdor u mûze dilberan bisyârend
Lîken koleh u gebâ heyâtî digerest!

"Her hoş oğlanın bir başka hareketi var.
Her birinin dudağında bir başka şeker var.
Örtü ve çizme içinde dilber çok ama
Külah ve aba içindekinde bir başka hayat var!

Evhadu'd-dîn şahidbazlık yüzünden şiddetli eleştirilere maruz kalınca, şahid sözünü ağzına almamaya çalışmıştır. Ne var ki bütün bu tepkilere rağmen o, iflah olmaz bir şahidbazdır. Aşağıdaki rubaide onun şahidbazlık anlayışı sapık sevgiyle bağdaşır ölçüdedir.

Nezrest merâ ki yâd-i emred nekonem
Vendîşe-yi zulf u âriz u hed nekonem.
Lîken egerem bûse dehed, red nekonem.
Sâlûsî-yi serd tâ bedin hed nekonem.

“Emred adını ağzıma almamaya, zülüften, yüzden, yanaktan söz etmemeye nezrim var. Ama bana bir bûse verirse, reddetmem. Bu derece riyakârlık yapamam.”

Evhadu'd-dîn'i şahidbazlıkla suçlayan ve güzel delikanlılara gönül vermesini, bulunduğu makamla bağdaştıramayan kişilerden biri Mevlana Celâleddin-i Rûmî'dir. Menâkıbü'l-ârifîn'de Evhadu'd-dîn hakkında şu hikayelere yer verilir: Bir gün Mevlana'nın huzurunda Evhadu'd-dîn için "Güzelleri severdi, fakat iffet ve ismet sahibiydi. Onlara bir şey yapamazdı." derler. Bunun üzerine Mevlânâ "Keşke yapsaydı ve geçseydi!" cevabını verir.
Evhadu'd-dîn'in genç ve güzel yüzlü erkeklerin ellerine mum veya kandil vererek onlarla birlikte raksetmesinin, sema sırasında gömleğini ve şahidlerin gömleklerini yırtarak göğsünü onların göğüslerine dayaması ve kendinden geçmesinin normal bir ilişki olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Mevlana ve mevlevîlik uzmanı. Abdülbaki Gölpınarlı "Mevlana'da Aşk" konusunu işlerken, onun hiçbir zaman Şeyh Evhadu'd-dîn-i Kirmânî veya Fahreddîn-i Irâkî gibi güzel delikanlılara gönül vermediğini, tasavvufa sığınıp kolay bir teville mutlak güzelliği mukayyet güzellikte seyre kalkışmadığını, sonuç olarak anormal bir zevke sahip olmadığını kaydeder.
Evhadu'd-dîn'in sûretperestlik ve şahidbazlığına karşı olanlardan biri de Şems-i Tebrizî'dir. Menâkıbü'l-ârifîn'de nakledildiğine göre Şems, Evhadu'd-dîn'le Bağdat'ta karşılaşır. Ona "Ne ile meşgulsün?" diye sorunca Evhadu'd-dîn "Ay'ı leğendeki suda görüyorum." cevabını verir. Bunun üzerine Şems "Boynunda çıban yoksa niçin başını kaldırıp onu gökte görmüyorsun?" der.
İranlı profesör Bedîu'z-zamân-ı Furûzânfer, Evhadu'd-dîn'in kusurunun, hakikat güzelliğini ve mana olgunluğunu sûrete bakarak aramasından kaynaklandığını, Prof. Dr. Mikail Bayram da, Evhadu'd-din'in meşrebinin yayılmasını, geriye halifeler bırakmasını ve devlet adamlarının ona değer vermiş olmalarını ölçü alarak, onun samimiyetinin kötü yolda olmadığını kaydeder.
Evhadu"d-dîn-i Kirmânî'nin rubailerinde kadının yerini "emred" denilen güzel yüzlü genç erkekler almıştır. Ona göre kadın çocuk doğurmalı ve dul kalmalıdır.

Tâ hest gam-i hod, bebahşâyendet
Tâ bâ to toyî hest, benenmâyendet
Tâ zen nekonî bîve-yi ferzend-i yetîm
İn der mezen ey hâce ki negşâyendet.

“Gamın oldukça, bağışlamazlar sana.
Senlik oldukça sende, göstermezler sana.
Yetim çocuklu dul etmedikçe kadını,
Çalma bu kapıyı efendi; açmazlar sana.”

Kadın bir şekere benzer. Nasıl, her zaman şeker yenilmezse, sürekli olarak bir kadınla birlikte olmak da mümkün değildir. Erkekler içlerini süslerken, kadınlar sadece dışlarını süslerler. Kadına aşık olan kişi hamlıktan kurtulamaz. Çünkü tasavvuf yolunda yürüyenlere kadınlar her an yeni tuzaklar kurarlar. Kadın ve çocuk sûfî için bir engeldir. Bu ikisini arzu eden kişi tabiat dairesinden öteye geçip ruhlar âlemine ulaşamaz. Evhadu'd-dîn-i Kirmânî aile ve evlilik kurumuna sadece bir dönem için yapılması ve katlanılması gereken zoraki bir görev gözüyle bakar.

Û râ hâhî, ez zen u ferzend bobor
Merdâne der ây, zi hîş u peyvend bobor
Her çîz ki hest, bend-i râhest torâ.
Bâ bend çegûne reh revî? Bend bobor.

O’nu istiyorsan, kadından, çocuktan ilgini kes.
Yiğitçe çık ortaya; yakınlarından ilgini kes.
Herşey engeldir senin yolunda.
Bağ varken, nasıl yürüyeceksin? Bağını kes.i

Konular