ESKİ İRANDA DİNLER VE DİNSEL İNANIŞLAR II

2. Maniheizm
Mani ve dininin ortaya çıkışı, Sasanîler döneminin en büyük ve en önemli dinsel gelişmeleri arasında yer alır. Bu dinin kurucusu Mani, Arsak hanedanına mensup soylu bir aile­nin çocuğudur. Babası Patik, Hemedan’dan Babil’e göç etmiş, burada başkent Stesifon/Medayin’de Sabiî mezhebine girmiştir. Bu olaydan az bir zaman sonra yani MS. 216 yılında Babil’in kuzeyinde yakınlarında bir köyde Mani dünyaya geldi. Mani, hiç şüphesiz dinî öğreniminde bu gnostik mezhepten çok etkilenmiştir. Maniheist edebiyatta açıklanan onun öğretisiyle Sabiî öğretisi arasında çok benzerlikler vardır. Mani çok genç yaşında (12 yaşlarında) gizlice Sabi mezhebinden ayrılarak kendi yolunu tutmuştur. Mani inanışı III. Yüzyılın ilk yarısında tarftar toplamaya ve genişlemeğe başlamıştır. [1]

Eşkanî yönetimi boyunca bu bölge özgün coğrafya koşullarıyla ekonomik ve kültürel bir merkez olma özelliğine sahip olmuştur. Öte yandan değişik Gennusî mezhepleriyle Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştilik, Zervanizm ve bu bölgedeki Helenistik görüşler bu bölgede yayılma ve gelişme ortamı ve imkanı bulmuşlardır. Böylesine bir ortamda Mani, yeni bir din kurucusu olarak ortaya çıktı ve temel felsefesi ve inanç esasları görünürde söz konusu bölgede yaygın dinlerin inanç esaslarının bir karışımı olarak gözlenen bu dini insanlara tebliğ etmeğe başladı. Ancak bu din üzerinde oluşum aşamalarından başlayarak olgunlaşmasına kadar en etkili inanış sistemi Mazdeizm’dir. Mazdeizm ile Maniheizm arasında özellikle temel inançlarındaki ve ahlak sistemlerindeki aynılık açıkça görülür. Bunlar arasında düalizm, üç zaman, aydınlığın karanlığı yenilgiye uğratarak esir alması, ölüm sonrası hayatta kurtuluşa erme ilk sıralardaki aynılıklardır. [2]

Mani kendisinin peygamber olarak gönderilmesi konusunda şunları söyler: 12 yaşında tanrı tarafından kendisine vahiy gönderilmiştir. Nabatî dilinde “Tev’em: ikiz”, Orta Farsça’da “Nercembek” adıyla bilinen bir melek kutsal emirleri kendisine iletmiş, ikinci kez 24 yaşında yine aynı melek kendisine görünerek artık dinini insanlara tebliğ etmesi gerektiğini salık vermiş, o da bu emir üzerine Sasanî imparatoru Erdeşir döneminde dinî tebliğlerine başlamıştır. Dini yaymak üzere ilk olarak Hindistan’ın kuzeybatısını seçmişti. Sasanî hükümdarı I. Şapûr tahta çıkınca İran’ın başkentine döndü ve ondan dinini açıktan yayma iznini aldı. Ünlü eseri Şapûrgân’ı da o hükümdarın adına yazdı. Bu eserin önsözündeki şu cümleler dikket çeker: “inanç esasları ve ibadetler, her çağda bir peygamber tarafından insanlara aktarılır. Bir zamanlar Hindistan’da Buda, başka bir zaman İran’da Zerdüşt, bir başka çağda da batıda İsa tarafından kutsal emirler insanlara ulaştırılmıştır. Şimdi de bu dinî yasalar ben Mani’ye tanrı tarafından indirilmiştir. Mani kendisini “Farkît” ve son peygamber” olarak nitelemektedir. Dinini dünyanının değişik bölgelerinde yaymaları amacıyla tebliğciler ve birtakım özel yetiştirilmiş heyetler göndermiş, kısa sürede önemli ölçüde taraftar toplamıştır. Böylece Mani inanışı bir dünya dini ulmuştur. Öylesine hızlı bir ilerleme göstermiştir ki; IV-XII yüzyıllar arasında batıda Fransa’ya, doğuda, Çin’e kadar gitmiş; İranlılar, Çinliler, Kuzey Afrika sakinleri arasında önemli ölçüde yaygınlaşmış ve yoğun kitleler halinde taraftarlar bulmuştur. Ancak bir taraftan da bu hızlı gelişimin karşısında yer alan diğer din taraftarları ve inanırlarının düşmanlıklarını ve kıskançlıklarını çekmiş, özellikle Müslüman, Hıristiyanlık ve Zerdüşt çevrelerin yoğun itirazları ve eleştirileriyle karşı karşıya kalmış, hem batıda ve hem de doğuda Mani taraftarları takip altına alınmış ve tekfir edilmişlerdir. [3]

İran’da Mani inanışının tebliği Şapûr’un oğlu Hürmüz döneminde de açıktan yapılmaya devam etmiş, ancak Behram döneminde Mani tutuklanmış ve öldürülmüş, inanırları şiddetli işkencelerle cezalandırılmış ve dağıtılmıştır. Mani taraftarlarının böylesine ağır bir şekilde incitilmeleri, onların İran topraklarını terk ederek Çin ve Orta Asyaülkelerine göçmeler ve o bölgelerde yoğunlaşmalarına, rinlerini yaymayarına neden olmuştur. O bölgelerde de yoğun taraftar kitleleri bulun Mani dini II./VIII. yüzyılda Uygur Devleti’nin resmî dini konumunu kazanmaştır. Bîrûnî’ye göre: Mani taraftarları yoğun olarakz İslâm ülkelerinde bulumaktadırlar. Mani inanışının bir mezhebi olan sabiîler, Semerkant’ta yoğun olarak yerleşik hayat sürmektedirler. İslâm coğrafyası dışında Doğu Türkistan, Çin ve Tibet halklarının çoğu ve Hindistan’ın bir bölümü Mani inanırlarıdır. Bîrûnî’nin bu aktardıklarını XIV./XX. yüzyılda Çin Türkistan’ı Turfan bölgesinde yapılan arkeolojik araştırma verileri ve oradan çıkarılan mani metinleri de doğrulamaktadır. Turfan bölgesinde bulunan Mani metinleri bu dinin tanınmasında son derece önemli bilgiler içermektedir. Söz konusu metinlerin içerikleri, bir yandan da Hıristiyan ve başta İbn Nedîm ve Bîrûnî olmak üzere müslüman tarihçilerin daha önceleri eserlerinde yer verdikleri konuyla ilgili kayıtları onaylamaktadır. [4]

Patik oğluna kalıcı olması ve unutulmaması için Mani adını verdi. Mani, gençlik yıllarını öğrenimini de yapmış olduğu eski dünyanın bilim ve edebiyat merkezi Babil’de geçirdi. Bu şehirde birçok dini inanışı yakından tanıdı. Değişik dinlerin yapıları, felsefeleri ve öğretileri hakkında ayrıntılı bilgiler edindi. Mani ve babası Gennusi mezheplerinin en çok bilinen kolları olan Mendailer ve Muğtesile inanışını benimsemişlerdi. Maniheist metinlerindeki kayıtlar Mani’nin 227-229 yıllarında Moğtesile mezhebini terk ettiğini ve kendisini insanlığı doğru yola eriştirmek için gönderilmiş bir peygamber olarak ilan ettiğini belirtir. 241 yılında Hindistan’a giden Mani, Sasanî hükümdarı I. Şapûr döneminde Tisfun’a döndü. Babası Patik ile birlikte I, Şapûr’un huzuruna çıktı. Onu kendi dinine çağırdı ve şahın desteğini aldı. Bu gelişmenin tarihi 9 Nisan 243 olarak kaydedilmektedir. Şapûrgan adlı dinî kutsal kitabını Şapûr adına yazmış olan Mani, daha sonra dinini yaymak için Orta Asya ve Hindistan’a seyahatlerde bulundu. I. Behram’ın saltanatı döneminde İran’a geri döndü. Bazı tarihçilerin şüpheyle karşılamalarına rağmen Mani’nin Çin’e de bir seyahat yaptığını belirtilir. Mani, dininin kolayca anlaşılması amacıyla Pehlevî alfabesiyle birtakım yeni terimler oluşturmuş, bu alfabeden hareketle Suryani alfabesinden de yararlanarak yeni ve daha kolay bir yazı sistemi kurmuştur. Bu yeni alfabe sadece Pehlevî alfabesindeki hazvarişleri devre dışı bırakmamış, yeni telaffuzla uyumlu bir bir yazı sistemini de ortaya koymuştur. Bu yazı sistemi “Manevî” adıyla bilinmekte ve taraftarları tarafından Orta Asya’ya kadar götürülen bir sistemdir. [5]

Zerdüşt baş mubedi Kerdir’in tahrikleriyle Mani, Sasanî hükümdarı I. Behram’ın şimşeklerini üzerine çekti ve 26 Şubat 277 tarihinde onun emriyle öldürüldü. Derisi samanla doldurularak CundiŞapûr kapısında asıldı. İslâm sonrası dönemlere kadar söz konusu kapının adı “Bab-i Mani: Mani Kapısı” olarak bilinmiştir. M. 300 yıllarında yani ölümünün ardından bir çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Mani inanışı Şam, Mısır, Kuzey Afrika, Fırınsa ve İspanya’ya kadar bölgelere yayıldı ve yoğun taraftar buldu. Uzun süre Roma İmparatorluğu ve Batı ülkelerinde Hıristiyanlıkla yarıştı. Nitekim ünlü Hıristiyan azizlerinden Saint Augustin Mani dinine girip dokuz yıl boyunca onun bağlılarından bir olarak yaşadı. Hıristiyan kiliseleri her zaman Mani inanışını tekfir ediyor, hatta daha ileri adımlar atarak Mani dini inanırlarının öldürülmeleri ve ortadan kaldırılmaları için fetvalar bile veriyorlardı. Doğuda ise Mani inanışı, Orta Asya, Hindistan ve Maveraünnehir’de yaygın dinler arasında yer almaktaydı. Mani tebliğcileri gittikleri her yerde Mani inanışını yöresel değerler ve inanışlarla mümkün oldukça yakınlaştırmaya, örtüştürmeğe ve aralarında uyum sağlayarak yöre halklarının kabulünü sağlamayı başarıyorlardı. Örneğin; kendilerini İran’da Zerdüşt inanırları, batı dünyasında Hıristiyan ve doğuda da Budist inanırları olarak tanıtıp öğretilerini insanlara bu yolla daha kolay ulaştırıyorlardı. Bu tutumları bir yandan da bu üç büyüt dinin birtakım özgün terimlerinin de Mani dinî kaynaklarına girmesini sağlamıştır. [6]

Maniheizm ve Budizm gibi dinlerin de ilk İslâmî dönemlerde Maveraünnehir ve Horasan bölgelerinde dikkate değer taraftar kitleleri bulunmaktaydı. Horasan Maniheistleri genellikle Uygur yöneticilerin de destekleriyle Samanîlerin egemen oldukları bölgelerde gözlenmeden ve sıkıntılara yüz yüze gelmeden varlıklarını sürdürüyorlardı. Budistler ise daha çok Bamyan ve Kabil bölgelerinde inançlarını özgür olarak yaşayabiliyorlardı. Maniheizm doğduğu kent olan Babil’de Abbasî halifesi Mehdi (169) dönemine kadar etkin gizli faaliyetlerini sürdürürken el-Muktedir (320) dönemine kadar baskılara rağmen varlığın sürdürdü. Maniheistlerin zındıklar suçlamasıyla izlendikleri Mehdî döneminde Bağdat’taki ünlü birçok şair, edebiyatçı ve seçkin kişilikler de Maniheist inanış taraftarı savıyla suçlanıyorlardı. Nitekim Abdullâh b. Mukaffa da bu gruptan biri olarak bilinir. [7]

Bir şekilde Maniheizm Uygur hakanı (145) tarafından desteklendiğinde Çin’de de yaygınlaştı, bu din bağlıları faaliyetlerini Horasan ve Irak bölgelerinde karşılaştığı engellerle durakladı. Ancak etkisi bu yörelerin kültürlerinde, özellikle sufi çevrelerin düşünce ve inançlarında derin izler bıraktı ve izleri uzun yıllar devam etti. [8]

Mani’nin Felsefesi:

Mani, iyilik ve kötülüğün/hayır ve şer her ikisinin de ezeli ve zat ile kaim olduklarına inanır. Dünüya daha kurulduğu ilk günden birbirinden tamamen ayrı aydınlık ve karanlık iki bölgeden oluşmaktadır. Karanlık bölge, kötülükler ve çirkinlikler ülkesi; aydınlık bölge ise, sırf iyilikler ülkesidir. Karanlık ülkenin sakinleri, aydınlık diyarının iyilikleri ve güzelliklerini görüp onların değerini anlamakta, ancak onlara erişme ümidi taşımamakta, hayatları boyunca kötülükler ve çirkinlikler içerisinde yaşamaktadırlar. Günün birinde karanlıklar tanrısı, iyilik evreninin bir bölümünü eline geçirir. Sonuçta iyi ile kötü ya da aydınlık ile karanlık birbirine karışır ve iyilikle kötülüğün iç içe olduğu bugünkü dünya oluşur. O inanışa göre bu evrenin kurucusu da kötülük yani karanlık tanrısıdır. Ancak bu dünya kurulurken yapısına birazcık aydınlık ve iyilik katılmış, sonunda da iyilik ile kötülüğün karışık olduğu bir dünya ortaya çıkmıştır. [9]

Mani inanışında insanın görevi, teninde karanlığın esiri olarak bulunan aydınlığı, imkanlarını kullanarak özgürlüğüne kavuşturma, maddî evrinin genişlemesini engelleme, Ehrimen’in egemenlik alanının genişlemesinde etken olacak evlenme ve çocuk sahibi olmaktan uzak durma, aydınlığın karanlıkları yenilgiye uğratarak esir etmesinde elinden geleni yapmaktır. [10]

Mani’nin bilgi kaynakları arasında ilk sıralarda Gennusi inanışları yer alır. Merakiler ve İbn Deysan mezheplerinden de birtakım konularda etkilenmiştir. Dininin temellerini bir zamanlar hem babası ve hem de kendisinin de bağlıları arasında bulunduğu Gennusi inanışı ve Mendayi ve Moğtesile düşünceleri üzerine yükseltmiştir. Mani, iyilik ve kötülüğün evrimi için üç temel aşamadan söz eder: 1. Geçmiş zaman: Evrenin yaratılışından önce bu evrede kötülük ile iyilik birbirinden tamamen ayrı olarak bulunmakta, her biri egemin olduğu evrende aydınlık yücelerde, karanlık ise aşağılarda bulunmaktadır. 2. Orta zaman/Şimdiki zaman: İyilik ve kötülük iç içe ve birlik te varlıklarını sürdürmektedirler. 3. Gelecek zaman: Bu son evrede iyilik ile kötülük birbirlerinden ayrılacak ve varlıklarını farklı bölgelerde sürdüreceklerdir. Artık aydınlık ve karanlık ilk yaratılışylarında olduğu gibi birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış bölgelerde bulunacaklar, huzur, mutluluk ve sonsuz aydınlık çağı yaşanacak. Mani’ye göre hayır ile şer iki temel, iki asıldır. Bazen de bu uku temelden, iki ağaç olarak söz eder: bunlardan biri hayat ağacı ya da temiz ağaç, diğeri de, ölüm ağacı ya da kötü ağaç olarak niteler. [11]

Mani inanırlanının tabakaları:

Mani inanırları dinlerindeki kıdemleri, kötülüklerden sakınmaları/takvaları ve dinî yükümlülükleri yerine getirip getirmemeleri açısından beş farklı sınıfa ayrılırlar: 1. Öğretmenler: bunlar en büyük dinî önderden sonra en yüce makama sahiplerdir. Bütün zamanlarda sayıları hiç değişmez. 12 kişidirler. 2. Esisler/Uskuflar: bütün zamanlarda 72. Kişilik bir grubtan oluşurlar. 3. Mihistegân/Büyükler: toplumun ileri gelen, sözü dinlenir kesimlerinden oluşurlar ve sayıları standart olarak 360’ı geçmez. 4. Berguzidegân/Sıddıklar: Seçkinler. 5. Neğûşagân. Son iki sınıfta yer alanlar, en ağır ve en önemli yükümlülükleri üstlenmişlerdi. [12]

Bütün Mani inanırları, puta tapınma, yalan söyleme, zina, cimrilik, canlıları öldürme, hırsızlık, büyü, dinde şüphe etme, dini konularda müsamaha, aldatma gibi on günahtan kaçınmak zorundadırlar. Yine bu son grupta yer alanlar günde sabah, öğlen, akşam ve yatsı olmak üzere dört farklı namaz kılmakla yükümlüdürler. Gündüz namazlarını kılarken güneşe, gece namazlarında da ay yönüne dönmeleri gerekir. Namazlardan önce suyla, bulamazlarsa toprakla temizleniler. Her haftanın pazara günleri ve yılın bir ayında oruç tutarlar. Yedi tür sadaka verirlerdi. [13]

Mani’nin Dünya Görüşü:

Mani’ye göre aydınlığın egemenliğindeki bölgede ululuk babası, en büyük tanrı olarak kabul edilen Zervan egemen güçtür. İdrak, akıl, düşünce, fikir ve iradeden oluşan beş tecelli onun varlığının da simgeleridir. Karanlıkların egemen gücü Ehrimen’in de beş simgesi vardır: “duman, “yutan ateş”, “yıkan rüzgar”, “bulanık su” ve “karanlık”. Karanlıklar hükümdarı aydınlığı görünce, bütün gücüyle ona saldırdı. Ulu tanrı ona karşı koyacak silahı bulunmadığı için canıyla Mani özgün terimleriyle “men/hod” ile püskürtmeğe çalıştı. Yine aynı amaçla kendi aydınlık ve ışık zerrelerinden ilk yaratık olarak bilinen, hayatın anası ve kaynağı olarak kabul edilen Ramratukh adlı varlığı yarattı. Ondan da çok değerli bir aydınlık mücevher çıktı ve zaman zaman Ohormazd diye de adlandırılan, “Eski İnsan” ya da “İlk İnsan” olarak bilinen yaratık doğdu. Ululuk babası, hayatın anası ve ilk insan, ilk üçlü olürük bilinirler: Baba, anne ve çocuk. [14]

Ölüm sonrası hayat ve insanın yaşayacakları:

Maniheistler insan ruhunun ölüm sonrasında son derece adaletli bir yargıcın huzuruna çıkacağına, dünyada yaptıklarından iyi ve kötü amelleri terazide tartılarak kendisine üç yol açılacağına inanırlar: 1. Yol: “Hayat” Yolu (yeni cennet). 2. Yol: “Kargaşa” Yolu (dünyaya dönüş). 3. “Ölüm” Yolu (Cehennem). Ruhlarını tenin karanlık evreninden kurtarmış olan müminler ve seçkinler sınıfı, öldüklerinde ilk insan beraberinde üç melek daha bulunan bir meleği klavuz olarak onları ellerinde bir testi su, bir takım elbise, nurdan bir taç ve bir gül demetiyle karşılamaya gönderir. Melekler ona elbiseyi giydirir, tacı ve gül demetini başına koyar, su testisini de eline vererek onu ay feleğindeki “Yalvarış Sütunu” adlı sütuna, ilk insanını huzuruna götürürler. Ardından da o Yeni cennet’e geçer. [15]

Mani, gençlik yıllarında başta Hindistan, Turan/Orta Asya, Mekran/Beluçistan olmak üzere birtakım bölgelere seyahatlerde bulundu. Bütün bu coğrafyalardaki dinî inanışları; Budizm, Brahmanizm, Orta Asya halkları arasında yaygın dinleri yakından tanıdı. Yirmi üç ya da yirmi dört yaşlarında I. Şapûr’un tahta çıkmasıyla eş zamanlı olarak dinini insanlara tebliğ etmeğe ve değişik bölgelerde yaymaya başladı. Şapûr da ona bu konuda yardımcı oldu ve desteklerini esirgemedi. 243 yılında Şapûr’un taç giyme töreni günü Şapûr’un kardeşinin aracılığıyla hükümdarın huzuruna çıktı. Hükümdar Mani’nin dininin diğer dinler kadar güç kazanması, bir dünya dini olması ümidiyle kendisini çok iyi karşıladı. Emri altındaki bütün görevlilere bir mektup yazarak ülke genelinde Mani ve dininin desteklenmesini istedi. Şapûr’un Mani ve dinine böylesine destek çıkmasının ardındaki gerekçe muhtemelen Bizans savaşlarında millî güçleri bir tek merkezde toplama amacı yatmaktaydı. O, bu yeni dinin kendisine böylesine büyük ve önemli bir hedefe ulaşmada uygun ortamlar hazırlayacağını düşünüyordu. Öte yandan Mani dininin diğer bütün dinleri geride bırakarak en büyük din haline geleceğini düşünüyordu. [16]

Mani inanışının İran sınırları dışında son derece hızlı ve geçmişte benzeri görülmemiş bir şekilde yaygınlaşması, yirmi beş yıl gibi bir sürede Bizans, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya ve Çin coğrafyalarında onun bu düşüncesini onayladı ve ümidini artırdı. Bunun üzerine Sasanî imparatoru, bu yeni dine yaygınlaşması ve gelişmesi için sosyo-kültürel ortamlar ve imkanlar hazırlama amacıyla son derece yakın ilgi gösterdi. Bütün bu çabalarıyla daha önce de belirtildiği gibi büyük idealini, yani millî birliği sağlama hedefini gerçekleştirmeği arzuluyordu. [17]

Mani, I. Şapûr döneminde 273 yılına kadar hükümdarın himayesinde bulunuyordu. Oğlu II. Hürmüz’ün bir yıl süren saltanatı döneminde de aynı destekler devam etti. I. Behram tahta çıktığında kendisine yönelik birtakım tehlikeleri fark edince Dicle ve Şuş’a doğru gitti. Ardından Kandahar ve kabil’e gitme isteği Behram tarafından engellendi. Tisfun’a giderek kendisini hükümdara tanıttı. Mûbedlerin Sasanî hükümdarını onun aleyhinde kışkırtmış oldukları, tutuklanması ve cezalandırılmasında önemli rol oynadıklarında şüphe yoktur. Kerdir’in yargıçlığında kurulan mahkemede yargılanan Mani, 277 yılında bir dizi işkenceden sonra öldürüldü. [18]

Mani İnanışında İnanç Temelleri:

Mani inanışı İran dinleri arasında düalizmin en öne çıktığı bir inanç sistemi olarak bilinmektedir. Çünkü bu sistemin en önemli temelleri ezelî iki başlangıç noktasına dayanır: Aydınlık ve karanlık ile geçmiş, şimdi ve geleck zamanlar olmak üzere üç zaman ilkesine dayanmaktadır. Bu inanışta varlık evreni, yaratılışı, sonunda ne olacağı, bütün bu konulardaki düşünceleri etkileyen güçler ayrıntılı olarak ele alınmakta, bunların anahatları ve ana ögeleri öne çıkarılmaktadır. Maniheizm’de evrene ilişkin ayrıntılar, inanç ve ahlak temaları ilgili kaynaklarda detaylarıyla incelenmektedir.

Maniheizm, yaygın olarak taraftar bulduğu dönemlerden öncesinde o çağlarda yaygın dinlerin hemen her birinden birtakım özellikler almış, büyük dinlerin etkisinde kalmış rarışım bir inanış sistemi olarak bilinmektedir. Bu durum, önemli ölçüde Mani inanışının diğer büyük dünya dinleri karşısında ayakta durabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Örneğin Mani; reenkarnasyonu Budizm’den; düalizmi Zerdüşt inanışından; kıyamete yakın bir kurtarıcının geleceği düşüncesini de Hıristiyanlıktan almıştır. Mani dininde de Hıristiyanlık, Yahudilik ve Zerdüştilik gibi inanış sistemlerinde olduğu gibi kıyamet günü ve ölüm sonrası hayat inancı vardır. Bu dinin inanırları, aynı zamanda mesih’in getirdiği dine ve budizm’e de inanırlardı. Genel olarak değerlendirildiğinde onun yaşadığı çağda Mani’nin kabul etmediği Yahudilik dışındaki yaygın ininışların ve bunların düşünce sistemleriyle dünya görüşlerinin manihezim üzerinde önemli etken oldukları gözlenmektedir. Bütün bu etkileşimin yanı sıra Sasanî ileri gelenlerinden biri olan Mani, kendisi ilahi bir görevli, bir peygamber; dinini de bir dünya dini olarak tanıtıyor ve kitlelelere ulaştırmaya çalışıyordu. [19]

Bu inanç değişikliği onu önce anavatanı İran’a yöneltti. 241 yılında Kuzey-Batı İran’da dinini ilan ettiği zaman halkın ilgisini çekti. Çünkü görünüşte onun söylediği şeyler ile resmî dinin söylediği şeyler arasında pek fark yoktu. Fakat Zerdüştî din adamları onun yeni bir din vazettiğini anlamakta gecikmediler ve ona karşı sert tepkiler gösterdiler. Misyonunun ilk yıllarında Mani, sarayda bulunan nüfuzlu dostları sayesinde I. Şapûr’dan üst üste üç randevu aldı. Bu görüşmeler onun için çok yararlı oldu. İmparator onun dinini kabul ederek, bu dinin İran’da serbest olmasına izin verdi. I. Şapûr, bu dinde on yıl kaldıktan sonra, mugların ve onların şefi Kerdîr’in Mani aleyhinde yaptıkları menfi propagandalara dayanamayarak yeniden Mazdeizm’e geçti. Mani, imparatorun kendi dininden çıkmasından sonra İran’da kalamamış önce Keşmir, daha sonra da Türkistan ve Çin’e gitmiştir. Yolculukları sırasında mektuplaşma yoluyla taraftarlarıyla irtibatı kesmemiş, bu suretle onların din değiştirmelerini önlemiştir. Mani dini bilhassa Türkistan’da Uygur Türkleri arasında çok sayıda taraftar buldu. [20]

İran’daki Maniheistler I. Şapûr’un 272 de ve oğlu Ormazd’m 273 yılında ölümlerinden sonra tahta geçen I. Behram’ın peygamberlerine hoşgörülü davranacağına inanarak onu İran’a çağırdılar. Fakat Zerdüştî din adamları mubedler tetikte idiler. Mani’nin dinî sapık olduğu konu­sunda kralı ikna ettiler. Bunun üzerine Mani, bazı kaynaklara göre 275 yılında diri diri yüzülerek derisine saman doldurulmuş ve CündiŞapûr’da bir yere asılmıştır. Bazı kaynaklar da onun zincire vurularak İsa Peygamber’e benzer bir şekilde öldürüldüğünü söyler. [21]

Mani’nin dini, Hıristiyanlık, Budizm ve Mazdeizm’den bir şeyler almıştır. Bu yüzden Doğuda ve Batıda çok sayıda taraftar bulmuş, Hıristiyan din adamlarını uzun süre meşgul etmiştir. [22]

Mani öğretisinin esası tam anlamıyla düalizm’dir. Çünkü o, evrenin temelinde, her ikisi de edebî ve değişmez olan İyi ve Kötü veya ışık ve karanlık olan iki zıt prensibin var olduğunu kabul ediyordu. Tanrı iyinin, şeytan kötünün yaratıcısıdır. Bu her ikisinin de saltanatları sonsuza kadar uzanmaktadır. Tanrı başlangıçta Doğu, Batı ve Kuzey’de, şeytan yalnız Güney’de hüküm sürmektedir. [23]

Maniheizm, başlangıçta hızla yaygınlaşması, yoğun taraftar bulması ve büyük dinler arasına girmesiyle dikkat çekerken birkaç yüzyıl sonra ortadan kalkması da dikkatlerden kaçmaz. Bazılarınca Mani inanışının böylesine bir büyümeden sonra hızla kaybolmasının temel nedenleri arasında; dünya görüşü ve felsefesinin karmaşık bir yapıda bulunması, ibadetlerinin bir kısmının güç yetmeyecek kadar ağır olması, doğal birtakım ihtiyaç karşılamanın bile yasaklanması, dünyevî her şeyin terk edilmesi insan, yaratılış ve kadere karşı karamsarlık, Zerdüştlük ve Hıristiyanlık gibi diğer resmi büyük dünya dinlerinin Mani inanışına karşı şiddetli muhalefeti gibi gerekçeler etken faktörler olarak yer alır.

Kutsal Metinler. Mani, sağlığında öğretilerini yazıya geçiren ve bazılannı çizimlerle süsleyen ender din kuruculanndandır. Aralarında Hayat İncili, Hayat Hazinesi, Şapûragan, Pragmateia, Sırlar Kitabı, Devler Kitabı, Mektuplar ve İlâhiler’in bulunduğu, Süryânî ve Pehlevî dillerinde yazılmış olanbu eserler, ancak Mani’nin öğrencilerinin eserlerinde parçalar halinde günümüze ulaşmıştır. Dolayısıyla öğrencileri ve takipçileri tarafından farklı dillerde (Kıptîce, Süryânîce, Uygurca, Çince, Farsça ve Latince) kaleme alınan veya derlenen bu yazmalar Maniheizm’in ilk elden kaynaklannı oluşturmaktadır. Mani’nin Mektuplan, İlâhi Kitabı, Hayat İncili Yorumu, Köln Mani Kodeksi ve Vaazlar bunlardandır. [24]

İnanç Esaslan. Maniheist inancın temelini, ışık ve karanlık yahut iyilik ve kötülük şeklindeki birbirine zıt iki aslî prensibe dayanan gnostikbir düalizm oluşturmaktadır. Nitelik olarak tamamen farklı karakterlere sahip olan bu prensiplerin her ikisi de ezelî ve ebedîdir. Sevgi, iman, sadakat, iyilik, hikmet özelliklerini temsil eden ve hava, rüzgâr, ışık, su, ateşten oluşan ışık âleminin hâkimi yüce ışık (nur) tannsıdır. Ulûhiyyet, nur, güç ve bilgi kudretine sahip olan bu tanrı “yüceliğin babası, ışık âleminin kralf, bazan da İran geleneğine uygun olarak Zurvân (Zervân) şeklinde adlandırılmaktadır. Işık âlemi için “hayat ağacf tasviri de kullanılmaktadır. Aynı şekilde karanlık âleminin başında çoğunlukla canavar olarak tanımlanan karanlık kralı ya da tannsı bulunmaktadır. Onun etrafında da sayısız kötü varhk ve duman, ateş, rüzgâr, acı su, karanhktan oluşan beş zulmet âlemi ve her bir zulmet âleminin yöneticisi olan insan üstü varlıklar (arkon) vardır. Tamamen olumsuz niteliklerle ve “ölüm zehiri” denilen bir dumanla kaplanmış olan bu âlemde maddeyi sembolize eden, sayısız dallarından savaş, şiddet, kin ve her türlü kötülüğün fışkırdığı bir “ölüm ağacf mevcuttur. Bu iki âlem arasında yaşanan sonsuz çekişme açısından zaman Mani tarafından üçe ayrılmıştır: Pasif mücadelenin söz konusu olduğu geçmiş ve gelecek zamanlarla aktif bir mücadeleye sahne olan şimdiki zaman. [25]

Maniheizm’e göre bu mücadele, kaos ve verimsizlik özelliklerine sahip olan karanlığın (huşuk) hayat ve düzeni temsil eden ışık âlemini ele geçirmek amacıyla saldırıya geçmesiyle başlar. Karanlığı tekrar kendi mekânına hapsederek ezelî pasif konumuna döndürebilmek için kurtuluş planı yürürlüğe konur. Plan gereği bu âlemde tutsak olan ışık ruhlarını kurtarmak üzere gönderilen ışık elçilerinin faaliyetleriyle kâinat, yeryüzü, hayvanlar ve bitkiler oluşturulur. Dolayısıyla bütün bu varlıklar, karanlıkla ışık unsurlanndan oluşan zıt ilkelerin farklı oranlarda birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bu süreçte ilk insan çifti olan Âdem ve Havvâ da oluşturulur. Bütün gnostik sistemlerde olduğu gibi Maniheizm’de de insanın yaratıcısı Tann değil kötülük güçleridir. Böylece insanda da diğer varlıklarda olduğu gibi hem ışık unsuru (ruh) hem kötülük unsuru (beden) bulunmaktadır. Işık tannsı insana kurtuluşun yolunu öğretmek üzere “muhteşem îsâ’yf gönderir. Ondan kurtarıcı ilâhî bilgiyi alan Âdem, kendi mahiyeti ve ilâhî âlemle ilgili hakikati kavramaksuretiyle kurtuluşu haketmiş olur. Bu arada Âdem, kendisini bu süflî âleme bağlayacağı için daha az ışık parçacıkları taşıyan Havvâ ile cinsel ilişkide bulunmaması konusunda da îsâ tarafından uyanlır ve başlangıçta buna riayet eder. Bunun üzerine Havvâ babası kötü arkonla birleşir ve Kâbil doğar. Ardından KâbiI’Ie birleşir ve Hâbil doğar. Bu uygunsuz birleşmeler birbirini takip eder. Daha sonra bir arkon (Sindid) Havvâ’ya Âdem’i sihirle nasıl kandıracağını öğretir ve onunla birleşmesini sağlar. Bu birleşmeden de Âdem’in gerçek oğlu ve gnostiklerin atası olarak kabul edilen Şît doğar. Âdem Şîfe hakikati öğretir. Bu arada Sindid, Âdem’le tekrar birleşmesi için Havvâ’yı kışkırtır. Âdem yine aldanmak üzereyken Şît babasını ikaz eder ve onu kendisiyle birlikte doğuya, ışık âlemine gelmeye davet eder. Böylece öldükten sonra Âdem ve onun nesli ışık âlemine yükselir. Havvâ ve nesli ise cehenneme gider. [26]

Bu şekilde kötü beden içerisinde ışık âlemine ait olan ruhun hapishane hayatı yaşadığı insanhk üremeye ve çoğalmaya başlar. Fakat Âdem’den kaynaklanan insanlığın kurtuluşu için îsâ, bütün ışık elçilerinin babası olarak kabul edilen “ışık zihnfni (Manuhmed) görevlendirir ve o kurtanlacak olan her insana mânen gelir. Ruh onu beşli özelliğinden tanır ve davete icâbet eder. Kurtuluşu hak etmeyen, dolayısıyla ışık zihni tarafından uyanlmamış olan ruh ise kurtuluşu hakedene ya da son hesap gününe kadar yeryüzünde tekrar tekrar doğar. Ruhun bu sınırlı ruh göçüne (reenkarnasyon) tâbi olması bir yönden onun kötülükten temizlenme süreci, diğer yönden uyarıtmayı hak etmeyen ruha beden hapishanesinde kalma cezasının verilmesi olarak görülmektedir. [27]

Manitıeistler. çeşitli zamanlarda ışık elçilerinin (Faraklit) insanlara kurtuluş yolunu öğretmek üzere yeryüzünde yaşadıklarına ve Mani’nin bu elçilerin sonuncusu olduğuna inanırlar. Dolayısıyla Zerdüşt. Buda ve îsâ gibi şahsiyetlerin insanlara ışıkyolunu tebüğ eden ve Mani’nin gelişine zemin hazırlayan elçiler olduğuna inanılır. Mani’nin ardından başka bir elçi gelmeyecek. ancak yalancı eiçiler zuhur edecektir. Mani yeryüzünden aynldıktan sonra doğrudan ışık âlemine gitmemiştir; yükselişteki ilk durak olan ayda yeryüzündeki son ışık nüvesinin de kurtuluşuna kadar beklemekte ve oradan rutılara yol göstermeyi sürdürmektedir. Maniheizm’e göre beden hapishanesinden kurtulan ruh önce Samanyolu’nu izleyerek aya yükselir. Bir müddet burada ikamet edip güneşe geçer, bir müddet de burada kaldıktan sonra ışık âlemindeki dünyalara (aeon) yükselir. [28]

Mani’ye göre ruhların ışık âlemine yükselmesine paralel olarak dünyada zulüm ve şiddet artacak, kötülük çoğalacaktır. Âhir zamanda yalancı peygamberler zuhur edecek ve yalancı Mithra (deccâl) ortaya çıkıp insanları saptırmaya çalışacaktır. Son ışık parçasimn da kurtuluşunun yakın olduğu bir dönemde dünyanın sonunun yaklaştığının habercisi olan büyük bir savaş çıkacak, ardından dünyaya yalnızca günah ve kavga hâkim olacaktır. Daha sonra ışık elçisi îsâ Mesîh ikinci defa yeryüzüne gelecek ve insanları yargılamaya başlayacaktır. 0 ana kadar henüz süflîyeryüzünden aynlmamış olan Maniheistler ona katılarak sağ tarafına oturacak ve melekiere dönüştüriilecektir. Onun solunda yer alan günahkârlar ise cehenneme atılacaktır. Ardından îsâ Mesîh’in Samanyolu şeklindeki ilâhî varlığa ve kâinatı ayakta tutan beş ışık ruhuna yerlerinden ayrılmaları için işaret vermesiyle bütün kâinat çökecek ve 1468 yıl sürecek olan büyük bir ateş çıkacaktır. Işık elçisiyle birlikte son ışık unsurları da ilâhî ışık âlemine yükselirken savaşı kaybeden karanlık güç ve taraftarlan. kendilerı için hazırlanmış olan büyük bir çııkura çekilecekve çukurun deliği büyük bir kayayla kapatılacaktır. Böylece İyilikle kötülük arasındaki aktif mücadele dönemi tamamlanmış olacak ve geçmişte ışık ve karanIığın birbirinden ayrı olaraK varlıklarını sürdürdükleri as!î konuma tekrar dönülmüş olacaktır. [29]

Dinî Kıırallar. Mani’njn öğretilerine göre kurtuluşu elde etmek için ruhun “beş emir” ve “üç mühür” oiarak adlandırılan bazı fıillerden uzak durması ve çeşitii kurallara uyması gerekmektedir. Beş emir arasında oruç, dua ve sadakayı yerine getirmek. yaları söylememek. hiçbir canlıyı öldürmemek ve etyememek. temizlik ve sağlığa dikkat etmek, mala mülke önem vermeyip fakirliği gözetmek ve alçak gönüllü olmak yer alır. Üç mühür ise eline, diline ve gönlüne (diişüncesirıe ya da beline) hâkim olmak prensibidir. Ağzın mührü kötü söz söylememeyi, bitkilerden daha az ışık unsuru taşıdığı için etten kaçınmayı. sarhoş ettiği ve ışık tannsını düşünmekten alıkoyduğu için içki içmemeyi gerektirir. Elin mührü ise inananı. madde içerisinde tutsak olan ışık unsurlanna zarar verecek herhangi bir davranışta bulunmaktan alıkoymak demektir. Buna göre ideal davranış tarzı hayvan öldürmemeyi, bitkilere zarar vermemeyi. hatta topraği sürmemeyi ve hasat yapmamayı gerektirir. Gönlün ya da belin mührü ise evlenmemeyi ve cinsellikten uzak durmayı öngörür. Maniheizm’e göre maddî varlığın devamını sağlayan ve yeni bedenlerin oluşmasına imkân veren evlenme kötü arkonların âdetini taklitten ibarettir. [30]

Kurallara uyma noktasında Maniheist cemaat tam anlamıyla kurallara bağlı kalan seçkinler, kurallara tam olarak riayet etmeyen ve halkın ekserisini oluşturan dinleyiciier olmak üzere ikiye ayrılır. Seçkinler öldüklerinde temizlenmiş olarak doğrudan ışik âlemine yüteelirier, Kurallara riayet etmeyenlerse seçkinler tabakasından biri olarak doğuncaya kadar reenkarnasyona tâbı olurlar. Onların, seçkinlere yaptıklan hizmetlerve dinîöğretiyi destekleme konusunda gösterdikleri tutum bir sonraki hayatlannda daha iyi biri olarak bedenleşmelerini sağlayacaktır. Ayrıca yalmz şu on kıırala uymalan dine mensubiyetlerinin devamı için yeterli olmaktadin Tek evlilik yapmak, zinadan, yalandan, hırsızlıktan. riyakâriıktan, putperestlikten, sihirden. hayvanları öldiirmekten ve dinî herhangi bir şüpheden uzak durmak. seçkiniere hizmet etnıek. [31]

İbadet. Maniheizm’in temel ibadetleri arasmda dua ve orııç yer almaktadır. Dinleyiciler günde dört defa ibadet ederken seçkinlerin yedi vakit kuzeye dönerek dua etmeteri şarttır. Dua sırasında yüce ışık tannsına hamd ve tesbihi içeren çeşitli metinler ve ilâhiler okunur. Aynca pazar günleri tutulan haftalık orucun yanı sırayılın çeşitli zamanlarına serpiştirilmiş oruç günlerine riayet söz konusudur. Seçkinler yılın topiam 100 gününü oruçlu geçirirken dinleyiciler yılda toplam otuz günlük oruçla mükelleftir. Kutsa! günler ve bayramlar arasında Berna kutlaması ya da anma töreni ilk sırada yer alır. Mani’nin ıstırap çekerek öldürülmesi anısına oruç ve yıllık tövbe ayı olan on ikinci ayın sonunda düzenlenen bu törende Mani için çeşrtli ilâhiler, dualar ve methiyeler okunur. Bundan başka musafaha yapma ve kutsama törenleri, ölüler için anma töreni de yapılmaktadır. En önemli âyinlerinden biri de seçkinlerin günlük genel yemeğinin dinleyiciler tarafından düzenlenmesidir. Ayrıca haftalık tövbe ve gilnah itirafı törenleriyle yılda bir defa cemaat halinde yapılan tövbe âyini vardır. Dinleyicilerin gelirlerinin yedide ya da onda birini cemaat için vermeleri de dinî görevler arasında sayılmaktadır. [32]

Vaaz. dinî öğretilerirı tâlimi. cemaati temsil etme ve âyinleri idare etme gibi işler seçkinler grubu tarafından yürütülür. Belli bir hiyerarşiye göre düzenlenmiş olan bu grup Mani’nin vekili olarak cemaati yöneten bir lider, on iki öğretici, yetmiş iki piskopos. 360 kişilik yaşlılar grubu ve sıradan seçkinlerden oluşmaktadır. Sıradan seçkinler arasında kadınlar da yer alırken diğer birimler sadece erkeklere mahsustur. [33]

3. Mazdekizm
Sasanîler döneminde büyük değişimlerin yaşanmasına sebep olan Mani’den sonra Mazdek’in ortaya çıkışı da o çağların önemli gelişmelerinden biri olarak kabul edilir.

Mazdek, Sasanî hükümdarı Fîrûz/Pîrûz’un (eg. 459-484) hükümdarlığı döneminde ekonomik ve siyasî kargaşa ve krizlerin yaşandığı bir devrede ortaya çıktı. Bu düzensizlik ve kargaşa Mazdek’in başarısının da temel faktörleri arasında yer alır. Nitekim kendisi yaşadığı çağın olumsuzlukları ve toplumsal, ekonomik ve siyasî krizlerini ortadan kaldırmaya çalışan ve bu mücadelesinde etrafına çok sayıda taraftar toplayan bir sosyal yenilikçi olarak kabul edilir. Fîrûz’un ardından yönetime gelen Kubad da, mûbedlerin nüfuzundan ve devlet işlerindeki etkilerinden korkuya kapıldığından, Mazdek’in kendisine yakınlaşması için uygun ortamları ve imkanlar hazırlattı. Mazdek’in inançları ve düşünceleri halk tarafından kabul görünce, ileri görüşlü bir kişilik olan Kubâd da onun bu nüfuzunu kendi konumunu ve iktidarını güçlendirmede eşrafın ve mûbedlerin gücünü kırmak için onun yanında yer aldı. [34]

Mazdekizm, sosyal yönü ve toplumsal hedefleri çok güçlü bir inanış biçimidir. Sasanî hükümdarı Fîrûz’un (448-531) oğlu Kubâd zamanında yaygınlaşmış, İran toplumunda bir tür sosyalist bir devrim olarak nitelenebilecek bir şekilde köklü değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Bu sosyal kalkışmanın yaygın olarak taraftar bulmasının gerekçeleri de, o dönemlerde İran’ın Sasanî geleneksel toplumsal yapısı, sınıf egemenliği ve ileri gelenlerin son derece aktif olduğu, aynı zamanda hedeflerini gerçekleştirmeden aciz, siyasî, sosyal ve ekonomik açılardan kargaşalar yaşayan toplumsal yapısında aranmalıdır. [35]

Fîrûz’un Heyatile ile savaşlarının ağır bütçeleri, bu savaşlar sonundaki yenilginin ardından ödenecek fatura halkın yoksullaşmasının en önemli nedenlerinden biri olmuş, öte yandan baş gösteren kıtlık ve kurallık da baskılar ve ağır vergiler altında inleyen yoğun halk kesimlerinin zaten içinde bulundukları geçim darlığı ve çaresizliklerini ileri boyutlara vardırmış, bütün bunların sonucu olarak da bu reformist ve yenilikçi hareketin Sasanî toplumunda her geçen gün artan hızla ve derinlemesine yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu yeni dini hareketin Sasanî yönetimi üzerindeki olumsuz etkisi öylesine derindir ki; Kubad, saltanatını korumak ve kişisel çıkarlarını gözetmek, aynı zamanda mûbedler ile ileri gelen devlet adamlarının yersiz ve rahatsız edici müdahalelerini bertaraf etmek için bu dinin tebliğcileriyle uyum içerisinde çalışmak, onlarla iyi geçinmek ve Mazdek’e inanmak zorunda kalmış, böylece halk kesimlerinin desteklerini de arkasına alarak konumunu güçlendirmiştir. Mazdek’in hükümdarla arasının iyi olması nedeniyle yoksul halk için hazinenin kapılarını açarak onları ekonomik açıdan rahatlatması da dininin insanlar arasında kabul görmesini kolaylaştıran etkenler arasında yer almıştır. [36]

Mazdek ünlü şair Firdevsî’nin dizelerine de burada sözü edilen özellikleriyle konu olmuştur:

Mazdek adlı bir adam geldi.

Sözleri bilgi ve düşünce doluydu.

Değerli ve bilge bir adamdı.

Cesur Kubâd dinlerdi sözünü onun.

Şahnâme’nin değişik yerlerinde Mazdek’in teklifleri doğrultusunda halkın ekonomik sıkıntılarının giderilmesi için hükümdarın halka yardımlarda bulunduğu ve hazineyi halkın hizmetine açtığı aktarılır. Bu uygulama, değişik tabakalardan oluşan Sasanî toplumunda ileri gelenlerin naz ve nimetler içerisinde yaşadıkları, malları ve mülkleriyle, sarayları ve hizmetçileriyle, yönetimdeki etkileri ve yoğun nüfuzlarıyla başkalarından ayrıcalıklı imkanlarda yaşadıkları dönemlerde gerçekleşiyordu. Öte yandan din adamları da zengin varlıklarıyla ileri gelen kesimlerle birlikte hareket ediyorlardı. Bu durum toplumun yoksul ve varlıksız halk kesimlerinin tepkilerini çekiyordu. Bir taraftan da kıtlık ve kuraklık gibi doğa şartları halkın yönetime karşı tepkilerini daha da artırıyordu. Böylesine karmaşık bir ortamda Mazdek’in, birlik, beraberlik ve eşitlik mesajları özellikle toplumun yoksun bırakılmış alt kesimlerinden kitlelerin dikkatlerini çekmesi son derece doğaldı. [37]

Ancak çok geçmeden çıkarlarıyla konumlarını tehdit ve tehlike altında gören Zerdüşt din adamlarının tahrikleri, ileri gelenler ve devlet yetkililerinin de birlikte oluşturdukları hareketin etkisiyle Kubad’ın hükümdarlığının son döneminde veliaht Hüsrev Enuşirvân, Mazdek ve bu dinin ileri gelen din adamlarını, yoğun bir inanır kitlesiyle birlikte geniş katılımlı bir toplantıya çağırdı. Önceden planlanmış programı uygulamaya koyarak toplantıya katılanların tamamını öldürttü. Böylece Mazdek dinî ve sosyal hareketini ağır bir şekilde ezmiş oldu. [38]

Mazdekizm maniheizm’in kollarından biridir. Mazdek, Fars İstahr eyaleti eşrafından Bâmdâd’ın oğludur. Mazdek Zerdüşt Horegan’ın takipçilerinden bir Mani inanırıydı. Hocası Zerdüşt Horregân Fesâ’lıydı. Yıllarca Bizans topraklarında yaşamış, orada Yunanca felsefe kitaplarıyla tanışmış, Eflatun’un Cumhuriyet’ini okumuş, özellikle Medîne-yi Fâzıla’sı onu son derece etkilemiştir. Önemli bir bölümü ekonomik ve sosyal ağırlıklı olan bu kişinin düşünceleri öğrencisi Mazdek aracılığıyla İran toplumuna aktardı. Zerdüşt Horregân dinin temellerini böylece İran topraklarında atmış oldu. Çok çalışkan ve düşüncelerini pratize etmeği çok seven Mazdek bu yeni inanış sistemini insanlar arasında yayma faaliyetlerine başladı. [39]

Bazıları onun Nişabur’da, bazıları Dicle’nin sol yakasında bulunan Madaraya’da, bazıları da İstahr veya Tebriz’de doğduğunu söylerler. Onun İranlı olmadığını iddia edenler de var ise de babasının adı (Bâmdâd) ve kendi adı, onun İranlı olduğunu gösteren açık delillerdir. [40] Mazdeknâme ve Kubâdnâme gibi eserlerde yer verilen Mazdek ile ilgili bilgiler de daha çok efsanebenzeri ayrıntılardır. Bu yüzden bu detaylarla Mazdek’in hayatı hakkında birtakım gerçeklere erişmek zordur. Mani din adamları sınıfında yer alan ve Mazdek, aynı zamanda Zerdüşt inanışında reform hazırlığında bulunan muğlar grubunun da üyesiydi. [41]

Mazdek, ilahî varlıkların ikametgâhı olan Nur Dünyasını büyük kralın sarayına benzetir. Nur Tanrısı mahiyetinde bulunan 4 güç i!p Nur Dünyasında oturur. Bu dört güç adları Zeka, Akıl, Hafıza ve Sevine olan mücerret varlıklardır. Bunlar, kendilerine bağlı 7 vezir aracılığıyla dünya işlerini yürütürler. 7 vezir, çember halinde duran 12 ruhi var­lığın merkezinde otururlar. [42]

Mazdekizm’i tarihe geçiren onun öğretilerindeki orijinallik değil, ahlak felsefesi, bilhassa sosyal ahlak anlayışıdır. Mazdek, insanların mutsuzluğunu kin ve ayrılıkta görmüş, kin ve ayrılığın da sosyal eşit­sizlikten doğduğunu söylemiştir. Ona göre, bütün insanlar eşit yaratıl­mışlardır. O halde bir kimsenin başka bir kimseden daha çok mal ve kadına sahip olması doğru değildir, malların ve kadınların eşit olarak bölüşülmesi gereklidir. [43]

Mazdekizm öğretisi, o zaman İran’ının bozulmuş sosyal du­rumunu göz önünde bulundurursak daha iyi anlaşılır. O devirde yani MS. VI. yüzyılın sonunda İran doğu komşusu Akhunlardan büyük bir darbe yemiş, siyasi otorite sarsılmıştır. Her zaman olduğu gibi bu durumdan en, çok alt tabaka acı çekmiştir. Kolayca anlaşılacağı üzere Mazdek’e sosyal öğretilerini ilham eden genel sefalettir. Çok enerjik olduğu sanılan, zamanın kralı Kubad (Kavad), samimi olarak Mazdek dinini kabul etti ve hemen evlilik hakkındaki kanunları değiştirdi. Fakat çok geçmeden Dinî ve layık aristokrasi tarafından tahttan in­dirildi. Bir süre sonra da aristokratların bir bölümünün yardımıyla yeniden tahta oturdu. Onun tahttan indirilip yeniden tahta çıkışı ara­sındaki zamanda zayıf karakterli kardeşi Camasp ülkeyi yönetmiş, sosyal kargaşalar daha da artmıştı. Yine bu sırada Mazdekizm giderek dinî hüviyetini kaybetmiş, siyasî bir hareket haline gelmiş ve güçlenmiştir. Alt tabaka insanları, asilzadelerin ve zenginlerin mallarına elkoyarak, yağmalamışlardı. Fakat bunlar, çok geçmeden aldıklarını geri vermek zorunda kaldılar. İktidara Mazdek dininden çıkmış olarak yeniden geçen Kubad, ilk iş olarak 528 yılında Mihrigan Bayramı sırasında Mazdakistlere karşı genel bir katliam düzenledi. Bu katliamdan sonra Mazdek dini bir süre yeraltında faaliyetlerini sürdürdüğü de çok geçmeden unutulup gitti. [44]

4. Yahudilik
Sasanîler döneminde Yahudilik dini bağlıları Babil, Fırat’ın doğu bölgeleri ve mücavir bölgelerde daha çok tarım ve ticaretle uğraşıyorlardı. Yahudiler görünürde Zerdüşt inanışı açısından bir tehdit oluşturmasalar da, Sasanî yönetiminin oluştuğu ilk dönemlerde vergileri ödeme konusunda isteksiz oluşları, zaman zaman da bu vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getirmemeleri cezalandırılmaları ve gözetim altında tutulmalarına neden oldu. Onlar özellikle Ahâmenişler döneminde sahip oldukları birtakım özgürlüklerden Sasanîler döneminde yoksun kalmışlardı. Ancak Sasanîler döneminde de daha çok barış ve özgürlük içerisinde Sasanî yönetiminin destekleriyle varlıklarını sürdürüyorlar, Re’sü’l-câlût adını verdikleri reislerini kendileri özgür olarak seçiyorlar, Sasanî hükümdar da bu seçimi onaylıyordu. Muhtemelen Yahudi dini inanırları İran’ın doğu bölgelerinde de yaşamakta idiler. Tarihi ve coğrafî birtakım kanıtlar da bunu ortaya koymaktadır. Nitekim, Belh şehrinin ünlü kapılarından birinin adı Arap fetihlerinden sonra da uzun zaman “Dervâze-yi Yehûd: Yahudi Kapısı” adıyla bilinmekteydi. O dönemler özellikle ticaret ve tarımla uğraşarak önemli ölçüde ekonomik refah düzeylerini yükseltmiş olan Yahudiler, servet biriktirme konusunda diğer milletler tarafından örnek olarak gösterilirlerdi. [45]

5. Budizm:
Budizm, Hıristiyanlıktan daha önce İran coğrafyasına girmiş ve belli kesimler arasında yaygınlaşmıştır. Eşkanîler döneminden öncelerde İran topraklarına girmiş olan bu dini inanış, Belh bölgesinde yaygınlaşmıştır. Sasanîler döneminde de İran topraklarında yine aynı bölgelerde varmlığını sürdürmüş ve belli ölçüde inanırı olan bu din, yaklaşık olarak Zerdüşt inanışının İran’da yaygınlaştığı dönemlerle eş zamanlı olarak ünlü tapınağı Nevbehar’ın varlığıyla da İran’ın doğu kesimlerindeki yaygınlığını göstermektedir. Bazı araştırmacılara göre; Yunanlıların İran’da egemenlik kurdukları dönemlerde Budizm inanışı Doğu İran’da yaygınlaşmış, daha sonraları da değişik dönemlerde varlığını sürdürmüştür. Öyle ki; 624-625 yıllarında Hz. Peygamber’in ortaya çıkışına yakın günlerde İran’ı da içerisine alan değişik ülkeleri gezen ünlü Çinli Budist gezgin Hayun Teseng’in izlenimlerine göre, bu inanış İran topraklarında orta düzeyde inanırları ve yüz civarında önemli tapınakları, aktif merkezleri bulunan inanışlar arasında yer almaktadır. Ancak bu gezgin’in gözlemlerine rağmen, İran’ın değişik bölgelerinde de bu din Zerdüşt inanışı karşısında ağır yenilgilere uğramış, Semerkant’ta iki yıkık tapınağın onarımı için birtakım çabalar göstermişse de başarılı olamamıştır. Onun ifadelerinde Budizm’in İran topraklarında ne denli yaygın olduğunu da göstermektedir. Her halükarda, Sasanîlerin son dönemlerinde Amu ırmağının her ikitarafında da yaygın olduğu ve o dönemler etkili bir inanç sistemi olduğu tarihî bir gerçektir. Semerkant dışındaki diğer bazı şehirlerde de bu inanış benzeri durumlarda bulunuyordu. Fars şairlerinden Unsurî-yi Semerkandî’nin manzûm bir eserinin konusunu da oluşturan, Bamyan kentinin ünlü putlarından olan Sorh but u Hong But hikayesi de Budist düşüncelerden kaynaklanmaktadır. [46]

6. Hıristiyanlık:
Eşkanîler döneminde İran’da yaygınlaşan Hıristiyanlık, öncelikle batı İran bölgesinde yaşayan halk kesimleri tarafından kabul görmüştü. Söz konusu bölgelerde, Fırat’ın doğusu ve batısındaki coğrafyalarda çok sayıda büyük kiliseler kuruldu, bu inanış geniş kitlelerce kabul edildi. Bu dini inanışı halk kitlelerine ulaştırmak için Nasturî tarikatı adıyla bilinen bir sistem oluşturuldu. Zamanla İran içlerinde etkili olmaya başlayan bu inanç sistemi, iranın en uç noktalarına, Maveraünnehire’e kadar ulaştı ve oradan da Çin’e kadar uzandı. Sasanîlerin son dönemlerinde içlerinde Zerdüşt inanırlarından köklü ve asil alilelerin de yer aldığı birçok kişi gizliden Hıristiyanlığı kabul ettiler. [47]

İsa Peygamber’in dini, Zerdüşt inanç sisteminin en güçlü rakibi ve Sasanî imparatorluğu döneminde millî birliği tehdit altında tutan en önemli etkenler arasında ele alınmalıdır. Bu inanış daha ilk yüzyıllarda Bizans sınırlarından yol bularak İran topraklarına sızmayı başarmıştır. Hıristiyanlık önceleri Bizans imparatorluğu muhaliflerinin dinleri olarak kabul ediliyordu. Başlangıçta Bizanslı yöneticilerin takibi altında bulunan bu Mesih inanırları, zaman zaman birtakım işkencelere de uğruyor ve sürekli gözetim altında tutuluyorlardı. Bu gerekçelerle Hıristiyanlık dini inanırlarının birçoğu İran’a yakın eyaletlerde, Mişan, Şuş ve Bahreyn gibi sınır kentlerine yerleşerek yaşamayı daha çok tercih ediyorlar, bazı eyaletlerde de Hıristiyan merkezileri kuruyorlardı. Muhtemelen I. Şapûr azımsanamayacak bir sayıda bazı Bizans esirlerini yeni kurulan birtakım şehirlerde iskan etmiş, bu uygulama zamanla Hıristiyanların oturduğu şehirler kurulmasına neden olmuştur. Bu durum III. yüzyıla kadar İran’da dikkat çekecek derecede yaygın olarak görülmektedir. Bazen Sasanî hükümdarları bir yere saldırdıklarında örneğin Şam’da olduğu gibi bir şehrin bütün sakinlerini göç ettirerek İran içlerinde bölgelerde yerleşik hayat kurmalarını sağlıyorlardı. Bu gibi uygulamalar da Hıristiyanlık inanışının yaygınlaşmasını sağlayan önemli gerekçeler arasında yer alıyordu. [48]

Genel olarak Hıristiyanlığın Bizans İmparatorluğunun resmî dini olarak ilan edilişine kadar Hıristiyanlar İran’da göreceli olarak bir huzur ve refah ortamında yaşamlarını sürdürüyor ve varlıklarını devam ettiriyorlardı. Ancak Bizans imparatoru Konstantin’in bu dini kabul etmesiyle birlikte İran Hıristiyanları da Bizans yanlısı olmaya başladılar. Sayıları azımsanmayacak kadar olduğu için Sasanî yöneticileri bu işin tehlikeli ve ileri boyutlara varacağı endişesiyle Hıristiyanlara birtakım kısıtlamalar getirdi ve sürekli onları gözetim alında tutmaya başladı. Devlete karşı birtakım isyanlar da işkencelerle bastırıldı. Ancak Sasanî baskısının artması İran Hıristiyanlarını Bizans ile ilişkilerini kesmeğe zorladı. Bunun üzerine İran’da sürekli gözetimden kurtulmak ve işkence altında kalmamak için Sasanî yönetimiyle iyi geçinmeği temel hedefleri arasına koyan yeni bir Hıristiyan grup ortaya çıktı. Bütün bunların ardından İran Hıristiyanları, Bizans Hıristiyanlarıyla rekabete girmeğe başladılar ve İran’da yeni bir kilise kurdular. Bu gelişmeler Hıristiyanlığın İran’da gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağladı. Kubad’ın yönetimde bulunduğu zamanlarda Hıristiyanlara son derece geniş kapsamlı özgürlükler sağlandı. Onlar da Bizanslılarla savaşta İran ordusunu desteklediler. [49]

Hıristiyanlık Bizans coğrafyasında resmî din olmasıyla birlikte Bizans yöneticileri İran Hıristiyanlarını korumayı ve desteklemeği kendileri için bir görev kabul ettiler. Bu durum birçok alanda birtakım kargaşalara da yol açtı. Ancak V. yüzyılda İran Hıristiyanlarının Nasturiler’e katılmalarıyla birlikte Sasanî hükümdarı Pîrûz Hıristiyanlara daha geniş dinî özgürlükler verdi. Bunun gerekçesi de İran Hıristiyanlarıyla Bizans Hıristiyanları arasındaki görüş ve dinî farklılıklardan İran yönetiminin yarar sağlamasıydı.Hıristiyanlık ahalinin yoğun olarak kümelendiği merkezlerin en önemlisi Ermenistan bölgesiydi. 390 yılında İran ile Bizans arasında imzalanan bir anlaşma gereği Ermenistan’ın önemli bir kısmı İran topraklarına katıldı. Sasanî hükümdarları sürekli olarak Zerdüşt inanışını bu bölgelerde yaygınlaştırmak istiyor ve bu yönde projeler oluşturuyorlardı. Bu da Hıristiyanlar ile İran devleti arasında şiddetli görüş ayrılıkları ve anlaşmazlıklar çıkmasına neden oluyordu. Nitekim II. Yezdicerd’in sert tutumu Ermeni ileri gelenlerinin ayaklanmalarına sebep oldu. Sonunda 451 yılında çıkan savaşta çok sayıda Hıristiyan ileri gelen kişilikler hayatını kaybetti. Ardından Hıristiyanlık üzerindeki baskılar daha da artırıldı. Bir yandan da mûbedler kendi etkinlikleri oranında dinî baskılarını artırıyorlardı.

Hıristiyan kesimler söz konusu fetih çağlarında Fars, Ahvaz, Cibal, Taberistan ve Horasan bölgelerinde dikkate değer bir inanır kitlesine sahipti. Fars bölgesinde sayılar Yahudilerden daha fazlaydı. [50] yine o günlerde Kum şehrinde de önemli sayıda inanırı bulunmaktaydı. Taberistan bölgesinde Mecusiler ile birlikte Araplar’a karşı muhalif bir cephe oluşturabiliyorlardı. Herat’ta kiliseleri vardı.[51] Herat Hıristiyanları Semerkant’taki dindaşları gibi Nasturi patriğine bağlıydılar. Buhara’da daha sonraki çağlarda şehrin girişinde sol tarafta yer alan bir semtte “kûy-i Rindân: Rintler mahallesi” adıyla bilinen yerde Beni Hanzala Mescidi’nin bulunduğu yerde o zamanlar Hıristiyan kilisesi vardı.[52] III. Yezdigerd’in cesedini saygıyla kefenleyerek defneden uskuf’un yaşadığı Merv’de önemli sayıda Hıristiyan yaşamaktaydı. Samanîler döneminde Emir İsmail’in (280) yönetime geldiği tarihe kadar Mesih inanışı resmi din idi.[53] Bununla birlikte Tahirî devlet mekanizmasında Hıristiyan katiplerin ve yer alması şüphesiz Bağdat divanında daha önce görev yapmış olmaları geleneğine dayanmaktadır. Gazneli Mahmud başta olmak üzere birtakım hükümdar saraylarında Hıristiyan katiplerin görev yapmış olmaları, bazı bürokratların önemli ve etkin makamlarda bulunmaları da Hıristiyanların zimmet ehli olarak o çağlarda hilafet ve devlet makamlarında güvenilir olduklarını ve son derece müreffeh bir hayat yaşamış olduklarının de göstergesidir. [54]

7. Zervânizm
Sasanîler döneminde İran coğrafyasında taraftar bulan dinlerden biri de Zervânizm inanışıdır. Bu inanç sistemi de Mazdeist inanışın kollarından biri ve Zerdüşt inanışının bir bakıma bir mezhebi olarak ortaya çıkmış inanışlardandır. Zervan dini bağlıları ibadetleri açısından Zerdüştîlerle önemli ölçüde ortak olmalarına rağmen birtakım inançlarında onlardan farklılıkları bulunmaktaydı. Ahura Mazda ve Ehrimen’den daha üstün Dünyanın egemenliğini elinde tutan bir varlık Ahura Mazda ve güce inanan bu inanış sahipleri, onu zervan/ezelî zaman diye adlandırıp ile Ehrimen’i onun iki ikiz evladı olarak kabul ederler. Sasanîler döneminde devlet ileri gelenleri ve yönetimde etkili birtakım çevreler tarafından da kabul edilen hatta bu din inanırlarıyla Zerdüşt bağlıları arasında zaman zaman tartışmalara yol açan ve kargaşalara neden olan birtakım gelişmeler de yaşanmıştır.

“Zarvan” ya da “Zurvan” olarak da telaffuz edilen “zaman” anlamlı bu kelime, İran inanışlarında belirsiz ve uzun bir geçmişe sahiptir. MÖ. XV. yüzyıla ait Babil kalıntılarındaki birtakım yazıtlarda “Zervan” adında bir tanrıdan söz edilir. Avestâ’da da özet olarak bu tanrıyla ilgili bazı bilgilere yer verilir. Aslında “zaman meleğinin adı” olan “Zervan”, “ekrene/bîkerâne” nitelemesiyle de anılmaktadır. Taşıdığı birtakım özelliklerden hareketle zaman kavramının başlangıç ve son noktaları bilinmemektedir. Bilim adamlarına göre zaman; her zaman aynı kalan, hiç değişmeyen, başlangıcı olmayan, sonsuz olan bir kavram olarak bilinmektedir. Sınırsız olarak yaratılmıştır. Zamanın sürekliliği esastır. Yaratılmış varlıkların devamlılığı da doğum yoluyla nesillerini daha sonraki dönemlere aktarmaları sebebiyle gerçekleşmektedir. [55]

Mânî, yaşadığı çağdaki Zerdüşt inanışlarından etkilenip önemli ölçüde bu düşünce tarzının etkisinde kalarak “Zervan” adını büyük tanrı olarak kabul ettiği, Ahura Mazda ve Ehrimen adında iki büyük çocuğunun bulunduğuna inandığı tanrıya vermiştir. Gerçekte bu dualizm, Zervan’ın şahsında “birliğe” dönüşmektedir. Bu yüzden bazı araştırmacılar ve dinler tarihi uzmanları Sasanîler döneminde yaygın bu inanış tarzının ve bu mezhebin bir tür tek tanrıcılık inanışı olduğunu ileri sürmektedirler. Bu inanışın yaygınlaşması ve kitleler tarafından kabul görmesiyle de “Zervanizm” adındaki mezheb ya da dinî inanış tarzı ortaya çıkmıştır. Zervanizm inanışının tarihî geçmişi ve kökenleri Gatalar zamanına kadar gitmektedir. Mitraist inanışta da da sınırsız zaman kavramı ilahî yasaların en başında yer almaktadır. Zervan ise genellikle aslan başı ile etrafında kıvrılmış bir yılan görünümünde bir yaratık olarak tasavvur edilmekte ve görsel olarak bu şekilde canlandırılmaktadır. Daha sonraki dönemlerde Zervan, Zerdüşt ve İbrahim peygamber ile çoğu zaman birtakım rivayetlerde ve tarihî olayların aktarımında karıştırılmıştır. [56]

Zervanizm inanışında Ahura Mazda ve Ehrimen Zervan’dan türemişlerdir. Varlıklarının kaynağı Zervandır. Şöyleki, ilk tanrı, bin yıl boyunca çok sayıda kurbanlar adadı ve kendisine bir evlat verildi ve adını Ahura Mazda olarak belirleyeceğini söz verdi. Ancak sonuçta böyle olmadı ve birtakım şüphelere düşünce varlığında taşıdığı çocuklar ikiz olarak dünyaya geldi. Bunlardan Ahura Mazda’yı kurbanlık olarak, Ehrimen’i de şüpheleri için adadı. İlk doğacak çocuğuna dünya sultanlığını vereceğini belirleyince Ehrimen annesinin göğsünü yararak sultan olmak arzusuyla kendisini gösterdi. Ancak kendisinden yayılan çok kötü bir koku sebebiyle Zervan onun kendi çocuğu olmadığını iddia etti ve benim evladım değilsin dolayısıyla sana dünya sultanlığını veremem dedi. Bunun üzerine Ehrimen kendisini güzel kokularla sununca Zervan da onun kendi çocuğu olduğunu kabul etti. Bunun üzerine Ehrimen babasının sözünü kendisine hatırlatınca o da, cevabını açıkladı; dokuz bin yıl süresince dünya sultanlığını Ehrimen’e ve ondan sonra da sınırsız olarak sonsuza kadar Ahura Mazda’ya verdiğini söyledi. [57]

Zervan, gece ve gündüz’den ortak bir yaratık olarak meydana geldiğinden eşit oranda “iyilik ve kötülüğün babası” olarak bilinir. Bu özelliğiyle bütün yaratıkların kaderlerinde etkili olduğuna inanılır. Fars edebiyatında Zervan adına çok sık rastlanmaz. Araştırmacılar ve Farsça yazan şairler, Zervan kavramını zaman, asır, çağ devran gibi anlamlarda algılamış daha çok bu şekilde dizelerine almışlardır. Zervan bir düşünce tarzı ve inanış biçimi olarak daha çok bu dalda Ehrimen tarafı ağır basan özellikleriyle işlenmiştir. Daha çok da “dünya” ve “zaman” anlamlarında dikkat çekmiştir. [58]

Eski İran’da Zerdüşt’ün ortaya çıkmasından önceki büyük tanrılardan biri Zervan’dır. “Zervân-i Bîkerâne/Ekerene: sonsuz zaman” anlamındaki nitelemesiyle de bilinen bu eski İran tanrısı, eski metinlerde “Zaarwaan” şekliyle geçer. Bu din Zervanizm adıyla bilinir. Sonsuz zamanın kutsandığı bir din olan Zervanizm’e göre Ahura Mazda ve Ehrimen her ikisi de ondan doğmuşlardır. Ahura Mazda ile Ehrimen arasındaki mücadele bu inanışta temel ögelerden birini oluşturur. Zervan iyilik ve kötülüğün her ikisine de egemen olan bir tanrıdır. Mihr/Mitra inanışı da Zervanizm’den sonra ortaya çıkmış, bir bakıma ondan doğmuşlardır. Mihr Zervanizm’de iyilik ve kötülük tanrıları arasında hakem güçtür. İranlılarını inanışlarına göre mihr yedi kat göklerin dördüncüsünde yer alır ve aydınlık dünya ile karanlıklar alemi arasında yer alır. [59]

Zervan, büyük bir olasılıkla hünsa bir varlıktı, “kader” ve “felek” anlamlarıyla da bilinen bu varlık, her şeyden önce vardı. Bir oğul sahibi olmak istedi ve bin sene kurbanlar sundu. Neden sonra bu kurbanların faydası konusunda bir şüphe duydu. O anda “rahmi” iki oğula gebe kalır: Kurbandan dolayı Ahura Mazda ve şüpheden dolayı Ehrimen. Zervan kendisine ilk ulaşacak olanı, kral yapacağına söz verir. Ahura Mazda, Zervan’ın “rahmini açma” ve babasının önünde kendini takdim etme konularındaki niyetini Ehrimen’e açıklar. Zervan onu tanımaz: “Benim oğlum, kokulu ve aydınlıktır, sen ise pis kokulu ve karanlık­sın” der. Bunun üzerine Ahura Mazda en görkemli ve güzel kokulu bir anında dünyaya gelir. Zervan kendi yeminiyle krallığı Ehrimen’e ver­mek zorunda kalır, fakat bu sadece dokuz bin yıllığınadır; ondan sonra Ahura Mazda “hâkim olacak ve yapmak isteyeceği her şeyi yapacaktır.” iki kardeşten her biri yaratmaya başlar: “Ahura Mazda’nın yarattığı her şey doğru, Ehrimen’in yaptığı şeyler ise kötü ve gizli kapaklı idi.” [60]

8. Mihr/Mitra/Mitraizm
“Vārūne” adı birçok ayinde “Mitra” adıyla birlikte anılmaktadır. Sözlük anlamı “dost” ve “aydınlık” olarak belirtilen Mitra, gök tanrıyla yakın ilişki içerisindedir. Öyle ki, bunlar inanışa göre birbirinden ayrılmaz “bir çift” olarak kabul edilirler. Birlikte evrenin düzenini ve doğruluk kurallarını korurlar. Yine birlikte insanların işlerini ve gönüllerini idare ederek her şeyi görür ve bilirler. Gezdiklerinde iki tekerlekli bir arabada birlikte bulunurlar. İki ayrı bedende bir tek can gibidirler. Mitra, kötüler ve sözünde durmayanlar için oldukça acımasızdır.[61] Mitra, yeryüzünde ismi bilinen en eski tanrıdır. Hindular hala ona taparlar. Avestâ’da bu tanrı bir melek mertebesindedir. Mitra, aynı zamanda “antlaşma” anlamına gelir ve bir Yazata olarak antlaşmaları kollar. Güneş’e hükmeden de odur. [62]

Mihr/Mitra inanışı eski İran imparatorluğunun egemenlik alanına giren çok geniş coğrafyalara ulaşmış, eski İran başkentlerinden biri ve İran hükümdarlarının kışlık yönetim merkezleri olan Babil’den bütün Anadolu’ya, Yunan bölgesine kadar yayılmıştır. Gittiği her bölgede oranın yöresel inançlarıyla yakın ilişkiler kurmuş ve bazı özellikleriyle iç içe girmiştir. Bizans ordularının aracılığıyla bu inanış daha geniş alanlara ulaşmıştır. Bu inanışın birçok temel değeri, fidye, kıyamet inanışı, sırat köprüsü, berzah, cennet, cehennem, mizan, sevap, günah gibi temeller Hıristiyanlığa da geçmiştir. [63]

Mitra (güneş tanrısı) İranlılar ile Hintliler arasında temelli ortak bir dinî inanış sayılmaktadır. Bu inanış, doğruluk ve kurtuluşa ümit temelinden hareketle bir tür mistik anlayış olarak da bilinir. Bu inanışın öğretileri dünyada mutluluğun kaynağı, ölümden sonra başlayacak yeni hayatta da sonsuz huzuru sağlayacaktır. Mitra eski İran’da aydınlık, doğruluk, adalet ve iyilik tanrısı olarak, ruhları kurtarıcı güç, yaratan kuvvet, Allah ile insanlar arasında bir araçtır. Karşısında hiçbir şeyin direnişini kabul etmeyen, ışığı bütün evreni kaplayan ve evrenin tamamına egemen olan bir ateş şeklinde karanlıkları silip yok etmekte, kötülüklere son vermektedir. Mezdiyesnâ inanışındaki “soşyânt” gibi ölüleri yeniden diriltmekte, Avestâ’ya göre Ahura Mazda ve Mihr birlikte kutsanmaktadır.[64] Mihr inanışa göre bazen yaratıcı, bazen yaratılan, çoğu zamanda tanrı ile insan arasıda aracı konumundadır. Bazı bölgelerde Hz. Ali’ye insan üstü birtakım nitelikler verilmesinden hareketle o kutsal bir kimliğe büründürülmekte ve Allah ile insanlar arasında bir aracı olarak kabul edilmektedir. Bir bakıma ona Eski İran inanışlarındaki Mihr’in rolü yüklenmektedir. Ancak burada her grup özgün zevki ve inanışlarıyla orantılı olarak ona kutsanan farklı bir makam öngörmektedir. Mihr eski İran mistisizminin rumuzlarının anahtarı, Ali ise yeni İran’da İslâm tasavvufunun ve İran kültürünün gerçek simgesi, “insân-ı kâmil” sembolüdür. Bu iki kelimenin yan yana duruşu sadece Ali’ye olan dostluk ve aşk gibi kavramları çağrıştırmaz, daha da ileri boyutlarda eki İran kültürünün göstergesi olarak ortaya çıkar. Bu iki kelimenin “Mihr Ali” şeklindeki bileşiği ise eski İran ile Müslüman/Şii İran arasındaki bağların ne denli sıkı olduğunu gösterir. [65]

Öte yandan bu inanışın eski İran’da egemenlik sürmüş hanedanlardan Eşkânîler’in resmî dinleri, Bestâm şehrinin de bu hanedanın başkentleri oluşu, Horâsân’ın Part eyaletinin büyük bir parçası olması, Eşkânîler Devletinin yıkılışının ardından Sasanîler’in yönetime gelmesi ve daha sonra da Arap fetihlerinin ardından bölgenin İslâm inanışının egemenliği altına girmesi, Mihr inanışının gizilden gizliye ve özel birtakım yöntemlerle gelecek kuşaklara aktarılması göz önünde bulundurulursa, İranlıların sûfî kalkışlarının bu inanç sistemiyle olan bağları ve özellikle de eski İran filozoflarıyla hemen hemen aynı mesajları taşıyan ilk İranlı Bayezîd-i Bestâmî olarak bilinen büyük sûfî Tayfûr-i Bestâmî’nin düşünce hareketi ile yapısal açıdan yakınlıklarının son derece önemli, dikkate değer, derin ve ayrıntılı araştırmalara konu olması gerektiği açıkça görülecektir. Bu bağlılığın örnekleri değişik şekillerde ipuçları başta Mevlânâ olmak üzere bazı Fars şairlerinde de görülmektedir. [66]

Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da; sûfîlerin efsaneleri ve eski İran millî rivayetlerini reddederek bir tarafa atmamaları, Mecûsîlerin saçma sözleri olarak algılamadıkları, tam tersine bunlara önem vermeleridir. Sohreverdî’nin “işrâk felsefesi”nin temellerinden biri de kendi ifadesiyle başta İran kisralarının bilgelikleri olmak üzere İslâm öncesi İran bilgeliği ve düşünceleriydi. Sohreverdî’nin Farsça risaleleri yeniden düzenlenmiş ve tasavvufî-felsefî boyutlar kazandırılarak güncelleştirilmiş İran mitolojik rivayetleriyle doludur. Aynu’l-kuzât’ın mektuplarında “Rahş”, “Rüstem”, “Zal”, “Şebdîz”, “Keyhüsrev” ve benzeri mitolojik unsurlara işaretlerde bulunmaları da bu değerlendirme kapsamında yer almalıdır. Simorğ mitine, ruhun özgürlüğü ve beden kafesi nitelemelerine sadece Şeyh-i İşrâk’ın eserlerinde rastlanmaz. Tersine İbn Sînâ’dan Nasîruddîn-i Tûsî’ye () kadar birçok yazar ve şair benzeri mitolojik değerleri eserlerinde kullanmışlar, şüphesiz Attâr’ın () Mantıku’t-tayr’ında bu efsane olgunluğun zirvesine sıçramıştır. Bunların yanı sıra Abdurrâhmân-i Câmî () ve diğer ünlü sûfî şairler ve yazarlar da sadece tarihî anlatılara yer veren Kur’ân kıssaları ve bu kıssalara işaretlerde bulunan ayetlerle yetinmemiş, aynı zamanda İran mitolojik anlatılarıyla da eserlerini süslemişlerdir. [67]

Öte yandan fütüvvet de, tasavvufa bağlı olarak süregelmiştir. Gerçekte bir açıdan fütüvvet, sanatkarların ve çarşı pazardaki meslek sahiplerinin halk tasavvufu denilebilecek bir yansıması ve özgün bir şeklidir denilebilir. Semek-i Ayâr, Dâstân-i Hamza, Dârâbnâme, Sindbâdnâme vb. özellikle eskiye ait halk hikayeleri ve efsanelerin birtakım nakkâlların ve şehirlerdeki orta halli kesimlerden sanatkar hikayecilerin anlatımlarıyla yaygınlaşmış, toplumun bu kesimlerden oluşan sosyal tabakalarında geniş yankı bulmuş, söz konusu tabakaların kültürlerinin temel taşlarını oluşturmuştur. [68]

Hintliler ve İranlıların ataları olan Aryalar’ın ortak tanrıları Mitra’nın bu iki kavim ve diğer bazı milletler arasında da çok sayıda inananı bulunmaktadır. Mitra, söz konusu milletler tarafından aydınlık tanrısı, dünyanın düzenini koruyan güç, hak ve hukuku sağlayan, sözleşmeler ve yeminlerin kefili olarak inanılan güçlerden biridir. Bu özellikleriyle Mitra Zerdüşt‘ün ortaya çıkışından asırlar önce tapılan bir tanrıdır. Avestâ’da da onunla ilgili birtakım konulara yer verilmektedir.[69] Vārūne ve Mitra dışındaki beş tanrı da öyle anlaşılıyor ki bu ikisinin türemişleri ve farklı yansımalarıdır. Gerçekte bunlar birçok milletin, özellikle de Aryalar’ın kutsadıkları ve son derece gizemli bir sayı olduğuna inandıkları yedi rakamını elde etmek ve özelde de yedi tanrı adını tamamlamak için oluşturulmuşlardır. Veda’da belirtilen yedi tanrı “Aditia/Aditya” adıyla bilinmektedir. [70]

Şimdi Mazdeizm adını alan bu din (Mezdiyesnâ, “Bilge (Efendi)’ye ibadet eden kişi anlamında”dır) zamanla eski Putperest ayin ve kültle­ri (örneğin “Homa”kültünü) içine aldı ve aynı zamanda eski tanrılar topluluğu­nun naturalistik tanrılarını kabul etti; bu tanrıları bazıları güneş ışığının ve dolayı­sıyla “ahd ve yemin tanrısı Mitra” gibi, tam bir tanrı olarak kabul edilirken, diğer­leri “daeva”haline dönüştürüldüler. Bununla birlikle bazı uzmanlara göre, Mitraizm eski İran’da bağımsız bir inanç olarak mevcuttu. Aynı zamanda, başlangıçta çok güçlü ve sistematize edilmiş olmayan düalizm, gittikçe daha derinleşerek iyi Tanrı Ahura Mazda ile kötü Tanrı Ehrimen arasın­daki kozmolojik-metafizik bir tezat haline dönüştü. Her ikisinin de kendi “ya­ratıkları” vardı. Ahura Mazda’ya İmşâspendler ve Yazatalar (Mitra gibi, muhtemelen Babil’den alınma tanrıça Anahita ve benzeri tanrılar gibi saygı değer varlıklar) eşlik ederdi, Ehrimen’in yoldaşları ise şeytanlardan oluşan bir gruptu. Yalan söylemek Zerdüşt’e göre büyük günahtı. [71]

Tanrı Mithra’nın Yüceltilmesi— Daha da şaşırtıcısı ve Mazdeizm tarihi dan daha önemlisi, Mithra’nın onuruna yazılmış uzun ilahi, Mihr Yaşt’tır: “Ben geniş otlakları olan Mithra’yı yarattığımda,” diye açıklar Ahura Mazda, “onu da kendim kadar tapınılmaya ve saygı gösterilmeye layık kıldım” (Yaşt10:1)’ Başka bir deyişle, Mithra’nın bütün ululuğu, gücü ve yaratıcılığı Bilge Tanrı’nın eseridir. Bu girişte, Mazdeist teolojinin bir tek Yüce Tanrı’nın her eve egemen gücünü doğrulama çabasıyla karşılaşıyoruz. Aslında Mihr Yeşt, Mithra’nın Zerdüşt reformundan önce bulunduğu yüksekliğe yeniden çıkarılması­nı anlatır ve gerekçelendirir. ilahinin sonunda iki tanrı birleşince; yazar, Vedalar’m iyi bilinen isim çifti Mitra-Varuna’nın bir yansıması olan, Mithra-Ahura formülünü kullanır (Yaşt 10:145). [72]

Bununla birlikte Mihr Yeşt’ta yüceltilen tanrı, Mazdeizm’le yeniden bütünleştirilmeden önce bazı dönüşümler geçirmiştir. Doğrudan ilahinin içinde bile, gizli bir teogoninin farklı anları ayırt edilebilmektedir: Ahura Mazda’nın bir dizi eyle­mi ve davranışı Mithra’nın onurlandırılmasını ve konumunun yükseltilmesini amaçlamaktadır. Öncelikle Mithra’nın çok değerli niteliğini vurgulayalım: Kuşku yok ki Mithra anlaşmalar tanrısıdır ve mümin ona tapma sözü verirken (Yaşt 10:4-6), anlaşmaları bozmamayı taahhüt etmektedir. Ama Mithra aynı zamanda savaş tanrısıdır ve şiddete başvurabilmekte, zalimce davranabilmektedir (gürzüyle -vazra- daeva’lan ve dinsizleri öfkeyle katleder; bu özellik onu Indra’ya yak­laştırır); aynı zamanda güneş tanrısıdır ve İşık’la birleştirilir (10:142), bin kulağı ve on bin gözü vardır (10:141), yani her egemen tanrı gibi her şeyi görür ve her şeyi bilir, ama ayrıca tarlaların ve sürülerin bereketini sağlayan evrensel rızk da­ğıtıcıdır (10:61 vd). Dinler tarihinde bu görüngüye sıkça rastlanır: Bir tanrıya, büyük tanrılar katına geçici veya kalıcı olarak yükseltilebilmesi amacıyla, gerekli bütünlüğü” elde etmesi için kimi zaman birbirleriyle çelişen birçok vasıf yükle­nir. [73]

Aryalar’ın fizik ötesi düşünce tarzları, daha sonraları Mazdeist inanışta ve Zerdüşt öğretilerinde tek tanrıcılığı dönüştürülmüş ve temellerini tek büyük tanrı olarak Ahura Mazda’ya tapınmanın oluşturduğu Mitra, Anahita ve ve Verserğana gibi tanrılara tapınmayı esas alan dinî inanışlardan kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle Zerdüşt’ün getirdiği din Aryalar’ın eski dinlerindeki çok tanrılı sistemi, bir bakıma “şirk”i ortadan kaldırmıştır.[74] Aryalar’ın, yaklaşık bin yıllık bir zaman diliminde şekillenen ve sonuçlanan göçleri, önceleri yukarıda değinilen düşünceleri, muğların dinleri kalıplarına, daha sonraları da bu düşünceleri tamamlayıcı ve bir tür reformist özellikler taşıyan Zerdüşt öğretilerini kendileriyle birlikte iran topraklarına getirdi. Ardından da Zerdüşt dinî amaçlı gezileri ve tebliğ maksatlı yoğun çabalarıyla düşünce ve öğretilerini geniş coğrafyalara yaydı. [75]

Tanrılar tanrısı, en büyük tanrı, bütün güçlerin üzerinde yer alan Ahura Mazda, “Eret/Ertâ: evrenin sonsuz düzeni/evrene düzen veren”, aynı zamanda “imanın büyülü gücü”, tanrıları “doğruluk, adalet ve kanun” simgeleri olan bu inanışın üç temel direğini oluşturuyorlardı. Mazdeist inanç sisteminin ilkel şeklinin görüldüğü her yerde Avesta’da değinilmese de bu kutsal kitap tamamıyla daha önceki sözü edilen öğretilerin etkisirnde kalmıştır.[76] Erken dönem aryaları, “ışık”, “yemin” ve “akıl tanrısı” Mitra; “üretkenlik simgesi”, su tanrısı Anahita’ya tapınırlardı. Aynı zamanda ay ve yıldızlar da Aryalar’ın taptıkları güçler arasında yer almaktaydı. Bu ikisi Zerdüşt katında da kutsanan ve ululanan ilahlardandı. Ancak makamları her zaman Ahura Mazda’dan daha aşağılarda bulunmaktaydı. [77]

Zerdüşt’ün, erken çağ Aryalar’ının dinî inanışlarında getirmiş olduğu en önemli yeniliklerden biri, kötülük temsilcisi ve şer simgesi devlere karşı başlatmış olduğu amansız mücadeleydi. Aryalar kendiliklerinden oluşturdukları hurafeler korkusuyla devlerde tecelli ettiğine inandıkları kötülük güçlerinin korkusundan kendilerine bir zararları dokunmasın diye devlere tapıyorlardı. Bir taraftan da kahinler, bu güçlere ibadet edilmesini teşvik ve tahrik ediyorlardı. Zerdüşt’ün ilk ilahilerinden oluşan Gātālar’da devler ile Ahura Mazda arasındaki mücadele açıkça görülmektedir. Bizzat Zerdüşt, bu dualist inanışla şiddetle mücedele etmiştir. Çünkü mazdeist inanışta “iyilik ve aydınlık” simgesi olan Ahura Mazda ile “karanlık ve kötülük” temsilcisi devler eşit saygınlıkla tapınılan güçlerdi. Bu inanış sistemi muğlar tarafından öğretilmişti. Bu yüzden Zerdüşt kendi inanışını tek tanrı sistemi üzerine ve nihaî durumda iyiliğin kötülükler üzerine galip gelmesi hedefiyle kurmuştu. [78]

Zerdüşt öğretisinin temelleri:

Başlangıçta tek bir tanrı Yezdan/Ahura Mazda “Üstün akıl” vardı. Hiçbir yaratığın olmadığı zaman o vardı ve tek idi. Çok uzun bir zaman geçtikten sonra Angra Mino/Ehrimen ortaya çıktı. O zaman birincisi aydınlığın, ikincisi de karanlığın simgesi olan bu iki güç mücadeleye başladılar. [79]

Mazdeist inanışın yanı sıra aynı zamanda Zervânizm de inanılan dinler arasındaydı. Bu dinin inanırları, hiç bir varlığın bulunmadığı, göklerin ve yerlerin bile var olmadığı en eski dönemlerde, başlangıçta sadece Zervan (alın yazısı/gücün parıldayışı/sınırsız zaman) vardı. Zervan’dan iki ikiz kardeş tanrı meydana geldi. Bunlardan birisi geceyi, diğeri de gündüzü yarattı. Bunlar Ahura Mazda ve Ehrimen idiler. Böylelikle iyilik ve aydınlık ile karşılarındaki kötülük ve karanlık ortaya çıktı. [80]

Mazdeistler ile Zervan bağlıları arasındaki temel inanç ve düşünce farklılığı, Zervanizm inanırlarının her şeyin, hatta Ahura Mazda’nın bile yaratıcısı olarak “zaman”ı kabul etmeleri; Zerdüşt inanırlarının ise, varlık evrenindeki her şeyin Ahura Mazda tarafından yaratılmış olduğuna inanmalarıdır. Îranvîc’te bir grup önceleri Zervan’a inanmaktaydı. Zerdüşt’ün ortaya çıkıp dinini yamaya başlamasından sonra onun dinine inandılar. Şöyle ki; MÖ. Birinci binyılda Zerdüşt’ün iran topraklarında etkin olmadığı zamanlarda Zervanizm, Batı İran’da yaygın inanışlardan biriydi ve muğlardan bazıları da bu dine inanmaktaydı. Ancak belirtildiği gibi Zerdüşt’ün yoğun faaliyetleriyle Zervan inanışı bir tarafa bırakıldı ve mazdeizm yaygınlaşmaya başladı. [81]

Zerdüşt dininin inanç esasları:

Ahura Mazda’nın ilk işi kutsamaya ve övgüye yaraşan ve işlerinde kendisine yardımcı olacak birtakım tanrıları yaratmak olmuştur. İlk tanrılar altı tanedir. Bunlara İmşâspendân: kutsal ölümsüzler adı verilir. Tanrılar arasında en önemlisi; Yemin ve aydınlık tanrısı Mitra, Üretkenlik ve sular tanrıçası Anahita ön sıralarda yer almaktadır. Zerdüşt inanışı tek tanrılı bir sisteme dayanır. Bu inanışa göre evrende her şeyden önce Ahura Mazda vardır. Karanlık ve kötülük sembolü Ehrimen ve devlerle/daeva ile sürekli savaş halindedir. Bu savaşta ve diğer işlerinde kendisine yardımcı olmaları amacıyla diğe tanrıları yarattı. Daeva, Hind-Avrupa dillerinde “tanrı” anlamında kullanılır. Zerdüşt’e göre “yalancı tanrı” ve Ehrimen’dir. Zerdüşt olanca gücüyle bütün bu kötülük tanrıları ve devlerle hem düşünsel alanda ve hem de dinsel ortamda mücadelelerin sürdürdü, Ehrimen ve yandaşlarını inanç dünyasından kovarak sadece Ahura Mazda ve kutsal ölümsüzlerini övgüye yaraşır va tapınmaya layık güçler olarak belirledi. Ancak bu hedeflerine erişmede tam başarılı olamadı: gerek yaşadığı çağlarda ve gerekse kendisinden sonraki dönemlerde kenarda köşede kalmış az sayıda da olsa Ehrimen ve kötülük yanlılarına inananlar Zerdüşt inanırlarına birtakım zorluklar çıkardılar. [82]

Zerdüşt’ün inanışına göre; Ehrimen ile Ahura Mazda arasındaki savaş yalan ile doğru arasındaki savaş idi. Ahura Mazda göklerin yüceliklerinde, Ehrimen ise yerlerin derinliklerinde bulunmaktadır. Cennet göklerde, cehennem ise yerin en alt katmanlarındadır. İyilerin sonsuz hayatları Ahura Mazda’nın makamı cennette, kötülerin sonsuz kalacakları yer ise Ehrimen’in bulunduğu cehennemin derinlikleridir. Kutsal ölümsüzlerin görevleri dünyayı yaşanacak bir hale getirmek ve bayındır kılmak, iyilik ve doğruluğu yaygınlaştırmaktır. Ancak Ehrimen ve yandaşlarının görevleri bozgunculuk ve kötülükleri yaymaktır. Ateş, su, rüzgar ve toprak temiz ve kutsal ögelerdir. korunmaları ve kirletilmemeleri gerekir. Ateş çok eski devirlerden beri, muhtemelen MÖ. VII. yüzyıldan bu yana kutsanan bir ögedir. Çiftçilik övülüp teşvik edilmekte, sığır, horoz, köpek vb yararlı hayvanlar beslenmeli ve özenle korunmalıdır. [83]

Zerdüşt’ün yeniliklerinden biri de kurban adama ve törenleri konusundaki birtakım değişiklikleridir. Bir diğer yeniliği bir tür uyuşturucu bir bitki olan Hoama içmedir. Din adamları dinî törenler esnasında bunu içer ve cezbe haline girerlerdi. [84]

Ölüm sonrası hayat ve evren hakkında erken dönem mazdeist inanış konusunda fazla bilgi bulunmamaktadır. Avesta’nın Yasna bölümünde bir gün bir kurtarıcının geleceği ve kurtuluş yolunu göstereceğinden söz edilir. Gātālar’da birkaç kez dünyanın sonlarına doğru insanları Ehrimen ve yandaşlarının kötülüklerinden kurtaracak Soşyant adında kurtarıcının geleceği belirtilir. [85]

Hint-İran toplumlarındaki sosyal sınıflardan birini Avesta’da “Zaotar” adıyla bilinen din adamları oluştururdu. Din adamlarının görevlerinden biri de dinî metinleri insanlara iletmek ve yaygınlaştırmalarını sağlamaktı. Zerdüşt öncesi dönemlerde yazı geleneği yaygın olmadığı için din adamlarının dinî metinleri, ilahiler ve duaları ezberleyerek aktarıyor ve iletişimi bu şekilde sağlıyorlardı. Bu sözlü anlatım şekli Aryalar’ın tarihî çağlara girişinden, yani yazının icadından sonra da sonra da devam etmiştir. Din adamlarının bilgileri genellikle sözlü aktarımlara dayanıyordu. Yazıdan ve yazılı metinlerden uzak duruyorlardı. [86]

Din adamlarının eğitimleri de babadan oğla aktarma sistemiyle sağlanırdı. Avesta ve Veda’daki birtakım ayrıntılar, din adamlığı görevinin babadan oğla aktarılan bir meslek olduğunu göstermektedir. Din adamlarının en önemli görevleri, dinî kurallar ve gelenekleri daha sonraki kuşaklara sağlıklı olarak ulaştırmaktı. Bir taraftan da dinî törenleri bizzat önderlik ederek organize etmek ve yönlendirmek de onların görevleri arasındaydı. Kutsal kitapların metinlerini, dualar ve birtakım ilahileri ezbereleyerek söz konusu törenlerde güzel sesleriyle okumaktaydılar. [87]

Medler döneminde din adamları için birtakım yeni düzenlemeler de getirildi. O dönemler Med toplumu altı farklı kabileden oluşuyor ve bunların birini de “Muğlar” oluşturuyordu. Diğer kabilelerin birtakım işlerini de yapmakla yükümlü olan bu kabilenin bir görevi de dinsel törenleri düzenlemek ve yönetmekti. Aynı zamanda Zerdüşt din adamlarının başta temizlik kuramları olmak üzere diğer dinî yükümlülükleri diğer halk kesimlernidn daha dikkatle ve özenle yerine getirmeleri gerekiyordu. Zerdüşt din adamları Muğlar kabilesinden idiler. Bu kabile Zerdüşt’ün artaya çıkışından önce de din adamları tabakasını oluşturuyordu. Herodot’a göre muğlardan olan din adamlarını gaybı bilen ve kahinlik yapan kişiler olarak aktarır. Muğlar, iran’a göçlerinde iki bölgeye yerleştiler: bu bölgelerden biri, söz konusu kabilenin en önemli merkezlerinden biri olan ve Zerdüşt inanışının da son derece hızlı ve köklü olarak yerleştiği Rey (Riğa/Riga), diğeri de Medler’in merkezi olan Aturpatakan/Azerbaycan’dı. Medler bu bölgede yönetim mekanizmasına girişleri ve siyasî makamları ele geçirmeleri, öte yandan da dinî otoriteyi de ellerinde tutmaları nedeniyle her geçen gün artan bir güç elde ettiler. Önce bu inanış Doğu İran’ı etkisi altına aldı. Daha sonra da İranı’ın başta orta ve batı bölgeleri olmak üzere diğer bölgelerine de Zerdüşt inanışı ve din adamları bu iki ana merkezden yayıldı. Muğların yoğun olarak bulunduğu ve faaliyetlerini gerçekleştirdikleri bir diğer önemli coğrafya da Kapadokya bölgesiydi. [88]

MÖ. VI. Yüzyılın başlarında muğlar, Med hükümdarlarının saraylarında dinî özel makamları bulunan yönetimde etkin erk içerisinde yer alıyorlardı. Tapınaklar yaptırıyor ve dinî görevlerde bulunuyorlardı. Bu kabile diğer Med kabileleriyle karışmıyor. Köylerde ve özel yerlerde birtakım kurallar çerçevesinde dinî yükümlülüklerini hem kendileri yerine getiriyor ve hem de toplum içerisinde dinî işlerin yönetiminde bulunuyorlardı. Muğların ziraat yapmaya elverişli geniş toprakları ve son derece fazla servetleri vardı. Onlara göre din adamlığı atalardan miras kalan bir görevdi. Zerdüşt inanç sisteminin kurumsallaşmasında muğların etkin rolleri olmuştur. Bütün bunlardan o dönemler Zerdüşt dinî teşkilatının da son derece güçlü ve düzenli olduğu analşılmaktadır. Bu tabakanın en önemli makamlarını Hîrbedler ve Mûbedler işgal etmekteydi. Bunlar dinî ve bazen de birtakım idarî görevleri dışında eğitim ve öğretim işlerini de yürütüyorlardı. Böylelikle muğların elinde olan Zerdüşt dinî teşkilatı yönetimde son derece önemli bir yere sahipti. Aynı zamanda bu inanış bağlılarınca da son derece önemsenen ve saygı duyulan bir makam olarak varlığını sürdürdü. Daha sonra da medler’in yerine yönetime gelen Ahâmenişler’e kurumlarıyla birlikte miras kaldı. [89]

KAYNAKÇA


Âmûzgâr, Jâle, Târîh-i Esâtîrî-yi Îrân, Tahran 1381 hş.
Âştiyânî, Celâluddîn, Zertuşt, Mezdiyesnâ ve Hukûmet, Tahran 1381 hş.

Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, Tahran 1385 hş.

Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, Dâ’iretu’l-ma‘ârif-i Bozorg-i İslâmî, Tahran 1367 hş.

Beyânî, Şirîn, Târîh-i Îrân-i Bâstân, Tahran 1381 hş.

Christensen, Arthur, Îrân Der Zamân-i Sâsâniyân (çev. Yasemî, Reşîd), Tahran 1332 hş.

Dusthâh, Celîl, Avestâ, Tahran 1381 hş., I-II.

Eliade, Mircea, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, İstanbul 2003, I-III.

Eliade, Mircea-Couliano, Ioan P., Dinler Tarihi Sözlüğü (çev. Ali Er-baş), İstanbul 1997.

Firdevsî, Şâhnâme (Dorc 2), “Pâdişâhî-yi Şâpûr”, 15. Bölüm.

Hakîkat, Abdurrefî, Târîh-i İrfân ve Ârifân-i Îrânî, Tahran 1375 hş.

Hânlerî, Pervîz Nâtil, Târîh-i Zebân-i Fârsî, Tahran 1324 hş., I-III.

İsfehânî, Rızâ, Îrân Ez Zerdüşt Tâ Kıyâmhâ-yi Îrânî, Tahran 1369 hş.

John B. Noss, Târîh-i Câmi-‘i Edyân, (trc. Alî Asğar-i Hikmet), Tahran 1375 hş.

Meskûb, Şâhrûh, Huviyyet-i Îrânî ve Zebân-i Fârsî, Tahran 1368 hş.

Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, Tahran 1378 hş.

Mu’în, Muhammed, Mezdiyesnâ ve Edeb-i Fârsî, Tahran 1338 hş., I-II.

Narşehî, Ebubekir, Târîh-i Buhârâ, Tahran 1385 hş.

Neyyir Nûrî, Abdulhamîd, Sehm-i Erzişmend-i Îrân Der Ferheng-i Cihân, Tahran 1377 hş., I-II.

Oşîderî, Cihângîr, Dânişnâme-yi Mezdiyesnâ, Tahran 1371 hş.

Öztürk, Mürsel, “İslâmiyyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, Doğu Dilleri (Ankara 1985).

Pûrziya, Resûl, Târîh ve Ferheng-i Îrân-i Bâstân, Tahran 1385 hş.

Spuler, Berthold, Târîh-i Îrân Der Kurûn-i Nuhustîn-i İslâmî, Tahran 1385 hş.,

Yâhakkî, Muhammed Ca’fer, Ferheng-i Esâtîr ve İşârât-i Dâstânî der Edebiyyât-i Fârsî, Tahran 1375 hş.

Yâsemî, Reşîd, Makâlehâ ve Risâlehâ, Tahran 1373 hş.

Zerrinkûb, Abdulhuseyn, Târîh-i Merdom-i Îrân, Tahran 1371 hş.

* Prof. Dr. Nimet YILDIRIM, Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü. Email: yildirim2002@hotmail.com; web: nyildirim.wordpress.com

[1] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 54; Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 117; Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585; Pûrziya, Resûl, Târîh ve Ferheng-i Îrân-i Bâstân, s. 380.

[2] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585.

[3] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585.

[4] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585.

[5] Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, s. 350-351.

[6] Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, s. 351-352.

[7] Zerrînkûb, Târîh-i Merdom-i Îrân, II, 158.

[8] Zerrînkûb, Târîh-i Merdom-i Îrân, II, 159.

[9] Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, s. 352.

[10] Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, s. 352.

[11] Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, s. 353; Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 55; Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585-587.

[12] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 587.

[13] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 587.

[14] Meşkûr, Nâme-yi Bâstân, s. 353; Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585.

[15] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 585.

[16] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 54-55.

[17] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 55.

[18] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 55.

[19] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 55.

[20] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 117-118.

[21] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 118.

[22] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 118.

[23] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 119.

[24] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 575.

[25] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 575.

[26] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 575.

[27] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 575-576.

[28] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 576.

[29] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 576.

[30] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 576.

[31] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 576.

[32] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 576.

[33] Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 576-577.

[34] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 58.

[35] Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 588.

[36] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 58; Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 588.

[37] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 59.

[38] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 58; Bâkırî, Mihrî, “Îrân”, DMBİ, X, 588.

[39] Meşkûr, Îrân-i Bâstân, s. 364;

[40] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 120.

[41] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 57-58,

[42] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 120.

[43] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 120.

[44] Öztürk, “İslâmiyet’ten Önceki İran Medeniyeti”, s. 120.

[45] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 51; Pûrziya, Resûl, Târîh ve Ferheng-i Îrân-i Bâstân, s. 377.

[46] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 51-52; Pûrziya, Resûl, Târîh ve Ferheng-i Îrân-i Bâstân, s. 378-379.

[47] Pûrziya, Resûl, Târîh ve Ferheng-i Îrân-i Bâstân, s. 377.

[48] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 52.

[49] Bâkırî Ferd, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 53; Pûrziya, Resûl, Târîh ve Ferheng-i Îrân-i Bâstân, s. 377.

[50] İbn Havkal, 202.

[51] Narşehî, Târîh-i Buhârâ, s.

[52] Narşehî, Târîh-i Buhârâ, s. 74.

[53] İbn Nedîm, el-Fihrist,

[54] Zerrînkûb, Târîh-i Merdom-i Îrân, II, 158.

[55] Ferheng-i Esâtîr, s. 225.

[56] Ferheng-i Esâtîr, s. 225.

[57] Ferheng-i Esâtîr, s. 225.

[58] Ferheng-i Esâtîr, s. 225.

[59] Neyyir Nûrî, Sehm-i Erzişmend-i Îrân, II, 559.

[60] Eliade, Dinler Tarihi Sözlüğü, s. 307

[61] Muîn, Mezdiyesnâ ve Edeb-i Fârsî, I, 39-40.

[62] Oşîderî, Dânişnâme-yi Mezdiyesnâ, s. 49.

[63] Oşîderî, Dânişnâme-yi Mezdiyesnâ, s. 49; Âştiyânî, Zertuşt, Mezdiyesnâ ve Hükûmet, 40.

[64] Yâsemî, Makâlehâ ve Risâlehâ, s. 124-125. Dusthâh, Avestâ, Mihr Yeşt, I, 388, (Kerde: 35); John B. Noss, Târîh-i Câmi-‘i Edyân, s.451; Hacaloğlu, Zerdüşt “Ahura Mazda”, s. 60-61.

[65] Hakîkat, Abdurrefî, Târîh-i İrfân ve ‘Ârifân-i Îrânî, Tahran 1375 hş., s. 324-325.

[66] Hakîkat, Abdurrefî, Târîh-i İrfân ve ‘Ârifân-i Îrânî, s. 325.

[67] Meskûb, Huviyyet-i Îrânî ve Zebân-i Fârsî, s. 210-211.

[68] Meskûb, Huviyyet-i Îrânî ve Zebân-i Fârsî, s. 211.

[69] Yâsemî Reşîd, Makâlehâ ve Risâlehâ, s. 124; İsfehânî, Rızâ, Îrân Ez Zerdüşt Tâ Kıyâmhâ-yi Îrânî, s. 83; Hacaloğlu, Zerdüşt “Ahura Mazda”, s. 60.

[70] Muîn, Mezdiyesnâ ve Edeb-i Fârsî, I, 40.

[71] Bausani, Alessandro, “İslam Öncesi İran Düşüncesi”, İslam Düşüncesi Tarihi, s. 79.

[72] Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, s. 395.

[73] Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, s. 395.

[74] Târîh-i Merdom-i Îrân, I, 23.

[75] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 78-79.

[76] Zerrînkûb, Târîh-i Merdom-i Îrân, I, 18-21, 23.

[77] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 79.

[78] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 79-80.

[79] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 80.

[80] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 80.

[81] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 80-81.

[82] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 81-82.

[83] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 82.

[84] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 82.

[85] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 83.

[86] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 85-86.

[87] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 86.

[88] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 86-87.

[89] Beyânî, Târîh-i Îrân-i Bâstân, II, 87.

Konular