ÇAĞDAŞ İRAN ŞAİRİ FURÛG-İ FERRUHZÂD (1935-1967)

Furûg-i Ferruhzâd, 4 Ocak 1935'te Tahran'da, burjuva bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu tamamladıktan sonra, Kemalülmülk Sanat Okulu'nda resim dalında eğitim görmeye başladı. 16 yaşında lise öğrencisi iken Pervîz-i Şâpur ile evlendi. Bir erkek çocuk sahibi olduğu bu evlilik hayatı fazla sürmedi ve kocasından ayrılarak 32 yıl süren kısa ömrünün sonuna dek yalnız yaşadı. 13 Şubat 1967 tarihinde bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi.
Genç yaşta aşk şiirleri söylemeye başlayan Furûg, bu ilk şiirlerini Rûşenfikr (Aydın) gibi haftalık dergilerde yayınlamaya başladı. 1952 yılında Esîr (Tutsak) adındaki ilk şiir kitabı basıldığında ise henüz 18 yaşındaydı. Daha sonra 1956'da Dîvâr (Duvar) ve 1957'de İsyân (Başkaldırı) adlı kitapları yayınlandı. Bu şiir mecmualarının üçünde de romantizm hakim olmakla birlikte; ikinci eseri olan Dîvâr'da, şiir konusundaki ilerleme ve deneyimleri açıkça göze çarpmaktadır. Kendisi bu konuda “Esîr'de ben sadece dış dünyayı yalın bir şekilde açıklıyordum. O zamanlar şiir, ruhuma işlememişti. Aksine onunla aynı evde yaşadığımız bir eş, bir arkadaş gibiydik. Sonraları şiir bende kök saldı. Böylece benim için şiirin konusu değişmiş oldu. Artık şiiri sadece kendi duygularımı açıklamak için bir araç olarak görmüyorum. Aksine şiirin kökü bende sağlamlaştıkça, ben parçalara ayrıldım ve daha yeni dünyalar keşfettimi.” demektedir. Bu arada ilk üç eserindeki “aşk” şiirlerine ek olarak "kadının yoksunluğu" konusuna yönelmiştir. Kadının duygularından kaynaklanan bu yoksunluk elbette ki toplumun faktör ve değerlerinin ortaya çıkardığı yoksunluktan bütünüyle farklıdır. Ona göre "erkek"; bencil ve bazı hakları haksız olarak elde etmeyi kabul eden bir varlıktır. Furûg'un “kadın”ı ise; çarşaf ve peçeden kurtulmuş ve aile sorunlarının dışında bir dünyaya göz dikmiş bir kadındır. Nitekim bu konuda şöyle demektedir:

Gel, ey erkek, ey bencil varlık
Gel, kafesin kapılarını aç.
Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer
Bari bir anlık olsun serbest bırakii.

Sonraları çağdaş şair ve yazarlarla yakınlık kurup dostlarının edebî çevresinden etkilenen Furûg'un düşünce hayatında da önemli değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler sonucu yazdığı ve Tevellüdî Dîger (Yeniden Doğmak, Tahran 1963) adını verdiği şiir kitabında farklı bir ruha sahip toplumsal ve eleştirisel şiirlerine yer vermiştir. Burada anlattığı "aşk", cinsel ve bedensel bir temeli ve kaynağı olan “aşk”tan tamamen farklıdır. Mizâh ve bir dereceye kadar da mistik yönü olan bu aşkta yaşam kanı akmaktadır. Doğayı betimleyen ve güzellikleri öven şiirleri de bizi yeni dünyalara götürmektedir. Furûg, şiirlerinde zaman zaman kendine özgü yeni ve simgeli kavramlar kullanmıştır.
Dördüncü kitabı olan Tevellüdî Dîger, gerçekten de onun şiirde yeniden doğduğunu göstermektedir. Furûg bu eserde, kendi şiir yolunu çizmiştir. Önceki eserlerinde göze çarpan “olgunlaşmamışlık” artık tamamen ortadan kaybolmuştur. Bu şiirlerde, yıllarca deneyimden sonra “gerçekler dünyası”na tünel açan bir kadın görüyoruz.
Furûg, çevresinde olup biten her şeyi şiirlerinde yansıtmıştır. Örneğin bir pınarı düşünüyor ve onun şeffâflığından, akışından, yolcuların susuzluğunu giderişinden söz ediyor. Bir buğday tarlasının hoş kokusunu anlatıyor. Yağmurun yağmasını, pencerelerin açılmasını arzuluyor. Kuşlardan söz ediyor, kuşların kafesteki tutsaklıklarından ve sonsuz uzaydaki özgürlüklerinden...
Furûg'a göre şiir, onu “varlık”a bağlayan penceredir. Nitekim bu konuda şöyle demektedir: “Bana göre şiir, ona yaklaştığımda kendi kendine açılan bir penceredir. Yanında oturuyorum, bakıyorum, şarkı söylüyorum, bağırıyorum, ağlıyorum... Pencerenin öte yanında bir varlık olduğunu; orada birinin, belki de iki yüz, üç yüz yıl sonra yaşayacak birinin beni dinlediğini biliyorum. Şiir, geniş anlamıyla “varlık”a bağlanmak için bir araçtır. Onun en iyi yönü, insanın şiir söylerken "Ben de varım" ya da “Ben de var idim” diyebilmesidir. Ben, şiirimde bir şey aramıyorum. Aksine şiirimde kendimi yeni yeni buluyorumiii.”
Sinemaya da ilgi duyan Furûg, İbrahim-i Gülistan'la birlikte birkaç filmin çekimini gerçekleştirdi ve bu alanda büyük başarılar göstererek uluslararası bir ödül kazandı.
Îmân Beyâverîm be Âğâz-ı Fasl-ı Serd (1973) (Soğuk Mevsiminin Başladığına İnanalım) adlı şiir kitabı ile bazı seçme şiirlerinden oluşan Gozîde-i Eş’âr (1974) ve Gozîne-i Eş’âr (1985) adlı eserleri ölümünden sonra yayınlandı.
Îmân Beyâverîm be Âğâz-ı Fasl-ı Serd adlı eserindeki uzun şiirleri Furûg, kendi duygularını anlatmak için seçmiştir. Ancak uzun şiirlerde vezin bakımından pek başarılı olduğu söylenemez. Hatta bu şiirlerde zaman zaman bazı sözcükleri yersiz kullanmış ya da tekrarlamıştır. Öyle ki, bazı şiirlerden bir parça atılması durumunda bile şiirde bir eksiklik yaratmaz. Gerçek şu ki Furûg, geniş ve güçlü duygularını açıklamak için bu şekli uygun görmüş ve başka şairleri taklit etmek istememiştir. O, yaşamın bütün anlarında “şair olmak” gerektiğine inanıyor ve “Şair olmak demek, insan olmak demektir. Kimilerini tanırım, günlük davranışlarının şiirle ilgisi yoktur. Yani sadece şiir söyledikleri zaman şairdirler. Sonra iş bitiyor... Ben bu kişilerin sözlerini kabul edemem.” diyordu.iv
Aynı adı taşıyan uzun bir şiirle başlayan bu eserde Furûg, yıllarca deneyim, araştırma, ümitsizlik, şaşkınlık, gördüğü yalan dolanlar, tuzaklar, hileler, eziyetler, ikiyüzlülükler karşısında kendini her zamandan daha çok yalnız hissediyor ve soğuk mevsiminin başlayacağına inanıyor. Soğuk mevsimde ne olabilir? Kış, soğuk veya ölüm. Evet, bunların üçü de mevsimlerin sonudur. Tabiat mevsimlerinin sonu, kış; yaşam mevsiminin sonu, ölüm ve soğuk yani donmak, yani yaşamamak. Furûg, bu lahzalarda mevsimlerin sırrını anlıyor ve şöyle diyor:

Ve bu benim
Yalnız kadın
Soğuk mevsimin eşiğinde
Toprağa bulanmış varlığı anlamanın başlangıcında
Ve sâde ümitsizlik ve gökyüzünün hüznü
Ve bu çimentolu ellerin güçsüzlüğü
Zaman geçti
Zaman geçti ve saat dört kez çaldı
Dört kez çaldı
Bugün Dey (Aralık-Ocak) ayının ilk günü
Mevsimlerin sırrını biliyorum ben
Ve lahzaların sözünü anlıyorum...v

Kaynakça:
Muhammed-i Hukûkî, Şi’r-i Nov, Ez Âğâz Tâ İmrûz, Tahran 1978; Murtazâ Kâhî, Rûşenter ez-Hâmûşî, 1990, s. 635-682; Dr. İsmail-i Hâkimî, Edebiyat-ı Mu’âsır-ı İran, 1995, s. 78-81; Hasanali-yi Muhammedî, Şi’r-i Mu’âsır-ı İran, c. II, Tahran 1995, s. 637-644; Behrûz-i Celâlî, Dîvân-ı Eş’âr-ı Fürûg-i Ferruhzâd, çâp-ı çehârom (4. baskı), Tahran 1374/1995; Musâhâbe-yi Sadreddîn-i İlâhî bâ Fürûg, Mecelle-yi Sepîd o Siyâh, İsfend 1345/Mart 1967; Ahmed-i Fettûhî, Fürûg-i Ferruhzâd, Negîn, şomâre 57, Behmen 1348 (sayı: 57, Şubat 1970); Harfhâyî bâ Fürûg-i Ferruhzâd, İntişârât-ı Morvârîd, Tahran 1356/1977; Ferhâd-ı ‘Abidînî, Seyrî der sürûdehâ-yı Fürûg, (I. Bölüm) Negîn, sayı: 129, s.9-14, (II. Bölüm) sayı: 130, s. 23-28.

Furûg-i Ferruhzâd’dan Bir Şiir

Y E R Y Ü Z Ü A Y E T L E R İ*
O gün
Soğudu güneş
Ve toprağın bereketi kayboldu

Ovadaki yeşillikler,
Denizdeki balıklar kurudu
Ve toprak, ölüleri
O günden sonra kabul etmedi

Uçuk renkli tüm pencerelerde, gece
Kuşkulu bir portre gibi
Sürekli başkaldırıyordu
Ve yollar
Karanlıkta son buldu

Hiç kimse aşkı düşünmüyordu artık
Hiç kimse ülke fethetmeyi düşünmüyordu
Ve hiç kimse
Hiçbir şeyi düşünmüyordu artık

Yalnızlık mağaralarında
Saçmalıklar dünyaya geldi
Esrar ve afyon kokuyordu kan
Gebe kadınlar
Başsız bebekler doğuruyordu
Ve beşikler, utançlarından
Mezarlara sığınıyordu

Ne kadar acı ve kara bir gün
Peygamberlik risalesine
Galip gelmişti ekmek kavgası
Ve peygamberler...
Vaat edildikleri yerlerden kaçtılar
Ve kaybolan kuzular, çölde
Çobanın "hey, hey" sesini
Duymadılar artık

Sanki, gözlerde
Hareket, renk ve görüntüler
Ters görünüyordu aynalardaki gibi,
Alçak soytarıların başlarında
Ve utanmaz fahişelerin yüzlerinde
Kutsal nurdan bir ayla
Yanan meşale gibi parlıyordu

Alkol havuzları
Zehirli gaz buharlarıyla
Hareketsiz duran aydınlar topluluğunu
Kendi derinliklerine doğru çekti
Ve zararcı fareler
Eski hazinelerde
Kitapların yaldızlı sayfalarını
Kemirdiler

Güneş ölü idi
Güneş ölü idi ve yarın
Çocukların zihninde
Kaybolmuş belirsiz bir kavram taşıyordu

Ve onlar bu pörsümüş kavramın tuhaflığını
Ödevlerinde
Kaba kara bir leke ile betimliyorlardı.

İnsanlar,
İnsanların alt tabakası
Duygusuz ve şaşkın
Cesetlerinin uğursuz yükü altında
Gurbetten gurbete koşuyordu
Ve acı dolu cinayet arzusu
Göğüslerinde kabarıyordu

Bazen bir kıvılcım, nâçiz bir kıvılcım
Bu ruhsuz suskun topluluğu
Bir anda çökertiyordu
İnsanlar birbirlerine saldırıyor
Ve bıçaklarla kesiyordu
Birbirlerinin boğazını
Ve orta yerde kandan bir yatakta
Ergin olmayan kızlarla
Beraber oluyorlardı.

Kendi vahşetlerine batmıştı onlar
Ve ürkütücü suçluluk duygusu
Kör ve aptal ruhlarını
Felç etmişti.

İdam törenlerinde her zaman
Darağacının ipi
Bir mahkumun korku dolu gözlerini
Yuvalarından çıkardığında
Onlar kendi kendilerine dalıp gidiyor
Ve şehvetli bir düşünce ile
Yaşlı ve yorgun kasları iğnelenmiş gibi kasılıyordu

Ama park köşelerinde her zaman
O küçük canileri görürdün
Ayakta
Ve fıskiyelerden fışkıran suya
Şaşkın şaşkın bakmakta.

Belki yine de
Donmanın derinliklerinde, yılgın gözlerin ardında
Yarı canlı bir baygın
Ayakta kalmıştı
Ve son nefesinin telaşında
Suların temiz sesine inanmak istiyordu.

Belki, ama ne kadar sonsuz bir boşluk!
Güneş ölü idi
Ve hiç kimse bilmiyordu
Yüreklerden kaçan o hüzünlü güvercinin
Adının inanç olduğunu

Âh ey tutsaklığın sesi
Senin ümitsizlik iniltin
Bu iğrenç gecenin karanlığında
Aydınlığa doğru hiçbir tünel açmayacak mı?
Âh ey tutsaklığın sesi
Ey seslerin son sesi...
Farsça aslından çeviren: Ali Güzelyüz

Konular