İRAN’DA “PETROL TACİRLERİ”

*

Özet: Pakistanlı şair N. M. Raşid’in ‘Petrol Tacirleri’ başlıklı şiirinin incelendiği bu çalışmada Doğu ulusları Batılı yayılmacı güçlere karşı uyarılmaktadır. Şair, Batılı yayılmacı güçlerin İran’ın petrol yataklarını işletmek amacıyla ülkeye gelmelerini ve çeşitli imtiyazlar elde etmeleriyle başlayan gelişmeleri Batı yayılmacılığının İran’ı ele geçirme yolunda uyguladıkları oyunun ilk halkası olarak değerlendirmektedir. Bu yüzden İran halkını ve yöneticilerini uyarmaya çalışmaktadır. Zira İngilizler şairin ülkesine de aynı amaçla gelmişler ve bir süre sonra ülkenin hakimi durumuna geçmişlerdi. Her türlü yayılmacılığa karşı olan şair, İran’ı Batı yayılmacılığına karşı uyarmakta ve ulusal deneyimini aktarmaya çalışmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Raşid, İran, Batılılar, yayılmacılık, petrol ticareti,
“Petrol Traders” in Iran
Summary: N.M. Rashid, a renowned poet of Pakistan in modern age, has something to offer in this poem “Petrol Traders” which will never decay or go out of date. The poem under review is concerned with contemporary abuses social, moral, geo-political and above all economical crises, created by western imperialism in other contries of the world. This poem pin-points western interest in Iranian oils from first decade of 20th century onward.
The theme of the poem is put forward in language which cannot fail to be understood. Rashid displays his meanings in metaphors and images.
Key Words: Rashid, Western imperialism, Iran, petrol trade,


Batı yayılmacılığına başkaldırıyı şiirinin belirgin teması yapan Urdu Dili şairi Nezir Muhammed Raşid (1 Ağustos 1910 Gucranvala-Pakistan, 11 Ekim 1975 Londra)’in inceleyeceğimiz ‘Petrol Tacirleri’ başlıklı şiiri, onun Batılı yayılmacıların Doğu ulusları üzerindeki emellerini kendine has üslubuyla eleştirdiği bir çalışmasıdır. Raşid gerçek anlamda Batı emperyalizmine savaş açan ulusçu ve özgün bir şairdir. O sadece kendi ulusu için değil, tüm Doğu uluslarını içine alan bir Doğuculuk ve Batı muhalefeti anlayışı gütmektedir; bu bağlamda o evrensel bir şairdir. Asya ülkelerindeki Batı galebesine ve özellikle ülkesindeki İngiliz hükümetine nefret ve asiyane tutumunu İran’da Yabancı ve diğer eserlerindeki şiirlerinde görmek mümkündür. Mavera (Öte), İran Min Ecnebî (İran’da Yabancı), Lâ=İnsan (Hiç=İnsan) Guman ka Mumkin (Düşüncenin Sınırları) Raşid’in şiir kitaplarıdır. İran Min Ecnebî (İran’da Yabancı) kitabında yer alan ‘Petrol Tacirleri’ başlıklı nazım, 13 ayrı kantodan oluşan dizinin bir parçasıdır. Bu kitapta yer alan şiirler 1941 ile 1955 yılları arasında yazılmıştır ve çoğu siyasi içeriklidir.i
Bu çalışmada, Raşid’in Batı yayılmacılığına karşı İran’ı uyarmayı amaçladığı bir şiirinin çevirisi ve tahlili yer almaktadır. Şiirin güncelliğini korumakta olduğu gerçeği de göz önünde bulundurulursa önemi daha açık şekilde görülebilir. Zira günümüzdeki siyasi ve ekonomik gelişmelere bakıldığında inceleyeceğimiz şiirdeki Batı yayılmacılığına karşı ulusları uyarı, bugün için de geçerlidir. Günümüzde de Batı ülkelerinin, geri kalmış ülkelerle yaptıkları siyasi ortaklıklar ve para yardımı altındaki anlaşmalarla aynı yayılmacı tutumlarını sürdürdükleri sonucu çıkarılabilir.
‘Petrol Tacirleri’ şiirine geçmeden önce konuyla ilgili İran’daki gelişmelere kısaca göz atmak yararlı olacaktır. Tarihi olaylar dizisi göstermektedir ki İran ta başından beri dış güçlerin tehdidi altında kalmış ve önemli bir nüfuz alanı olmuştur. Batılıların İran’la ticaret amaçlı ikili anlaşmaları oldukça eskiye dayanır. Özellikle Feth Ali Şah döneminde başlayan imtiyazlar Nasirüddin Şah döneminde iyice hız kazanır. Ülkede ekonomik refahı yükselteceği düşüncesiyle Nasirüddin Şah, Avrupalı güçlere tanıdığı imtiyazları giderek devlet politikası haline getirdi. Bir İngiliz vatandaşı olan Baron Julius de Reuter, 1872 yılında, belirli bir hissenin şaha verilmesi karşılığında 24 yıllığına büyük bir imtiyaz elde etti. ‘Reuter imtiyazı’ olarak anılan bu imtiyaz, altın ve kıymetli taşlar hariç İran’daki bütün yer altı madenlerinin işletmesi hakkına ilaveten fabrikaların inşası, demiryollarının döşenmesi, kanal ve sulama işleri, orman ürünleri işletmesi, bir bankayla bazı kamu hizmetleri idarelerinin kurulması ve gümrüklerin kontrolünü kapsıyordu. Bu arada İngiltere, İran’da Imperial Bank of Persia’yı kurma imtiyazını elde etti. Aynı dönemde Ruslar da İran’da ayrı bir banka kurdular.
Öte yandan bir maden arayıcısı olan Avustralya vatandaşı William Knox d'Arcy, 28 Mayıs 1901'de, Hazar bölgesi hariç tüm ülkede petrol arama imtiyazını 60 yıllığına 200 bin altın frank ve hasılattan %16 hisse vermek karşılığında elde etti. İngilizler, petrol arama işinin tamamen Avustralyalıların eline geçeceği endişesiyle İran yönetimiyle çeşitli anlaşmalar yaptılar ve 1909’da Englo-Iranien Oil Company’yi kurdular. Ancak ilerleyen süreçte petrol işine pek çok şirket el attı. 1936 yılına kadar İran'da faaliyet gösteren yabancı şirket sayısı yaklaşık elli civarındadır. Çoğunluğu İngilizlerin olan yabancı şirketler daha çok petrol ürünleri alanında faaliyet görmekteydi. Anglo-Iranien Oil Company, Petroleum Steamship Company, Briritish Tanker Company, Kirmanshah Petroleum Company, First Exploition Company, British Petroluem bunlardan birkaçıdır.ii Ancak petrolden İran’ın yeteri kadar pay alamadığı düşüncesiyle 60 yıllığına verilen imtiyaz feshedildi ve 29 Nisan 1933’de yeni bir anlaşma imzalandı. Devlete verilen pay % 26 oranına çıkarıldı. Ancak petrol tacirleriyle sürekli anlaşmazlıklar yaşandı.
Şah Muhammed Rıza’nın 1951’de başbakan olarak atadığı Dr. Musaddık, bir bakanlık kurup petrolü millileştirdi. Bu durum uluslararası mahkemeye taşındı. Buna karşılık Batılı şirketlerin uyguladığı ambargo sebebiyle İran yaklaşık üç yıl boyunca petrol gelirlerinden mahrum kaldı. Petrol krizi Musaddık’ın devrilmesinden sonra Ağustos 1954’te çözüldü. Buna göre İngiliz, Amerikan, Hollanda ve Fransız firmalarından oluşan bir konsorsiyum İran Milli Petrol Şirketi adına petrol çıkarmaya başladı.iii
Batılıların ‘ticaret’ adı altında İran’da faaliyet göstermeleri ülkenin yer altı zenginliklerini sömürmekle sınırlı değildi. Bunun, göz ardı edilmemesi gereken bir de sosyal ve kültürel etkiler boyutu vardı. Özellikle XIX. yüzyılda Avrupa güçlerinin İran’da geniş bir nüfuz alanı elde etmesi, bir taraftan da Batı kökenli siyasi ve sosyal içerikli fikirlerin ülkeye girmesine ve toplumun geleneksel yapısının etkilenmesi sonucunu doğurmuştur. Zira Batılı sömürgeci ve yayılmacı güçler, girdikleri ülkelerdeki kültürü aşağılamayı ve onun yerine kendi kültürlerini yaymayı da emperyalist politikalarının gereği olarak görüyorlardı. Aşağıdaki alıntıda açıkça görüleceği gibi ticaret amaçlı başlayan ve bilahare sömürgeye giden yolda sömürgecilerin iki farklı yüzü ortaya çıkmaktadır: “Bu iki yüzlülüğün en belirgin yanları sömürmek ve örgütlemek, küçümsemek ve iyi yönetmek, yağmalamak ve ülkeyi ileri uygarlık düzeyine ulaştırmaktır... İngilizler, sömürge halklarına kendi yönetimlerinin ve uygarlıklarının üstünlüklerini de getiren ender (belki de tek) sömürgecilerden biriydi.”iv Batı etkisiyle Batının uygarlık ve yönetim biçimlerine adapte olabilmek için toplumsal ve hukuki reformlar gerçekleştirmeye yönelik uzun tartışmalar, İran’ın yönetiminde zaaflar oluşmasına sebep oldu. Nitekim yönetimdeki zaafları fırsat bilen Ruslar ve İngilizler, 31 Ağustos 1907’de İran’ı aralarında paylaştılar. Buna göre arada tampon bir bölge bulunmak üzere ülkenin kuzeyi Rusların, güneyi ise İngilizlerin nüfuz alanını haline gelir.
Bölgenin siyasi ve ticari önemi sebebiyle İran, sömürgeci ülkelerin çekişme alanı oldu ve bölgedeki güçler dengesi sürekli değişti. 1925’te Pehlevi dönemiyle birlikte başlatılan batılılaşma hareketinde gerçekleştirilen askeri, hukuki ve toplumsal yenilenme çalışmalarında İran, Almanların siyasi ve iktisadi olarak sızmaya başladıkları ülke haline geldi. Bunun üzerine Rusya ve İngiltere Rıza Şah’a ültimatom vererek Almanların sınır dışı edilmesini istediler. Olumlu cevap alamayan bu ülkeler 25 Ağustos 1941’de İran’ı işgal ederek Şah’ı tahttan indirdiler. 1941’de Almanların İran’dan çıkarılmasıyla boşalan üçüncü güç faktörünü Amerika Birleşik Devletleri doldurdu. Bu tarihten sonra Amerika’nın İran’daki nüfuzu ve askeri varlığı giderek güçlendi.
Raşid, İran’da gerçekleşmekte olan ve oldukça karmaşık bir hal alan bu olaylar zincirini şiirine konu yapar. Şair, İngilizlerin tahakkümü altında geçen esaret dönemini yaşamış, bu konuda deneyimli bir ulusun bireyi olarak, aynı tuzağa düşme yolunda olan İran’ı uyarmayı bir ödev bilir. Zira İngilizler aynı ticaret bahanesiyle, aynı oyunbazlıkla şairin ülkesine gelmişlerdi ve dirayetsiz yöneticilerle yaptıkları çeşitli anlaşmalar sonunda Hindistan’ı ele geçirmişlerdi. Dolayısıyla şair aynı akıbetin İran’ın da başına gelmesinden endişe duymakta ve İran’ı uyarmaktadır.

Petrol Tacirleri

Buhara, Semerkant, bir kara bene feda!
Ne âla! Buhara, Semerkant mı kaldı?
Buhara, Semerkant uykulara bürünmüş
Masmavi sessizlik perdesiyle örülmüş
Kapıları ziyaretçilere kapalı
Uykuya dalmış güzelin kirpikleri gibi
Rus hemeh uust kırbaçlarına mahkum.
İki ay yüzlü güzel!

Buhara, Semerkant’ı unut.
Şimdi parlak şehirlerin
Tahran ve Meşhed’in kapısını, bacasını düşün.
Atılımının cazip kaynakları;
yeni emellerinin o güzelim kinayelerini
sağlam tut!
O yüksek, parlak şehirlerinin
alçak surlarını güçlendir,
bütün burçlarına, kulelerine nöbetçiler koy.
Evlerin içindeki havadan başka
bütün sedaların ışığını söndür!
Zira dışarıda, surların dibinde,
hırsızların çadırları kurulu günlerdir
yaşlı petrol taciri kılığına bürümüş.
Yarın, belki de bu gece karanlığında
gelirler, misafirmiş gibi
evlerinize.
Ziyafet gecesi, kadehler devirirler
oynar, söylerler
yapmacık kahkahaları, kişnemeleriyle
topluluğu coştururlar!

Ancak gün doğunca
kirpiklerinle kazarsın ölülerinin mezarlarını
ziyafet sofrası külleri başında
akıtırsın gözyaşı!

Biz de akıttık gözyaşı!
-Gerçi, kara bende değer kalmadı artık
dünyanın suratında sızan o derin yara
batının kan emiciliğinin eseridir-
Biz de akıttık gözyaşı
bu gözler,
akıp giden gölgeler gibi eriyen şehirler gördü
çöken duvarlar, kapılar,
minareler, kubbeler...
Ancak zaman mihrap gibidir
ve düşman şimdi onun kıvrık kemerinden geçmekte
kayıp dibine doğru yuvarlanmaya yakın!
Çıplak, güçsüz bedenlerimiz
zindanlara, işkencelere katlandı
ki şimdi işkencecimiz
yaktığı ateşle tutuşmaya başladı!

Ver elini elime!
Ver elini elime!
Zira görüyorum ki
Himalaya ve Alvand’ın zirvelerinde onur pırıltıları var
o pırıltılardan doğacak sonunda
yıllar yılı Buhara ve Semerkant’ın
hasretiyle yanıp tutuştuğu güneş.v
Şair ilk bentte, Hafız Şirazi’nin bir beytinden hareketle Doğu uluslarında rastlanan en değerli şeyleri ‘feda’ etme zaafına göndermede bulunur.
اگر آن ترک شيرازی بدســت آرد دل ما را
به خال هندويش بخشم سمرقند و بخا را راvi
“Eğer o Şirazlı güzel gönlümüze sahip olursa, onun kara benine Semerkant ile Buhara’yı bağışlarız.”
Şair, ‘bir kara bene’ karşılık, hiçbir gelecek endişesi duymadan bağışlarda bulunma cömertliğine ve Doğu uluslarında bu kaygısız ve iflah olmaz romantizmin nasıl zararlı sonuçlar doğurduğuna işaret ederek konuya girer. Bir taraftan da, Buhara ve Semerkant gibi değerli şehirlerin ‘bir kara ben’ uğruna bağışlanabilmesiyle Doğu uluslarının cömertliğine de işaret edilmektedir. Ancak bu sınırsız ve kaygısız cömertliğin de bir sınırı olmalıdır, zira bu tutum Doğu uluslarının sonunu hazırlayan bir hal almaktadır. ‘Bir kara ben’ uğruna en büyük değerlerin feda edilmesinde beis görülmemesi aslında Doğu uluslarının gelecek endişesi taşımadığına acı bir göndermedir.
‘Buhara, Semerkant bir kara bene feda!’ Artık Buhara, Semerkant mı kaldı, onlar çoktan ‘feda’ edilmediler mi? Ruslara kaptırılmadılar mı? İlmi çalışmaları, siyasi ve sosyal hareketliliği ile İslam kültürünün sembol merkezlerinden olan bu iki şehir şimdi derin ‘uykulara bürünmüş’ haldeler ve Rus yayılmacılığının baskısı altında inlemektedirler. Artık onlarda ne bir siyasi hareketlenme, ne bir sosyal kıpırdanma, ne de ilmi çalışma mevcut. Gökyüzü maviliği gibi sonsuz bir ‘sessizlik perdesiyle örülmüş’ haldeler. Ne oraya kimse gidebiliyor, ne oradan kimse gelebiliyor, ne de oradan bir ses, bir nida duyulabiliyor artık. Bu ‘iki ay yüzlü güzel’ Rus Hemeh uust baskılarına mahkum bir durumdadır.
Şair, tanrı birliğini temsil eden hemeh uust, (her şey O’dur) anlamındaki tasavvuf terimiyle, Rusların sosyalist yönetim anlayışını tanımlamaktadır. Tüm dini, toplumsal, kültürel, bireysel farklılıkların eritildiği, yok sayıldığı ‘her şey Rus’tur’ ve ‘Rus’tan başkası yok’ noktasındaki baskıcı yönetim tarzını betimlemek için kullanır. Dolayısıyla bu ‘iki ay yüzlü güzel’ baskı ve esaret altındadır. ‘Her şey Rus’tur’ dedirten Rus ‘kırbaçlarına mahkum’ haldeler. İslam dünyasının bu iki ilim ve kültür merkezinin kapıları dış dünyaya kapalıdır artık; tıpkı uyuyan güzelin göz kapakları gibi. Artık o kapaklardan içeri ne bir güzel rüya, ne bir düş, ne bir gelecek hayali girebiliyor.
Şair ikinci bentte, geçmişte olup bitene matem tutmak yerine, günün gelişmelerine karşı önlem alınması gerektiğini ve kendi ülkesi, Hindistan’da yaşanan tecrübeleri aktarmaya ağırlık verir. Batılı yayılmacıların, göz diktikleri ülkeleri ele geçirmek için ne tür yollar benimsediklerini ve onlara karşı nasıl durulması gerektiği konusunda İran’ı uyarır.
Artık bu iki sembol şehir kalmadı; Şirazi onları ‘bir kara bene feda’ etti. Şimdi onları unut ve geleceğinin sembolü olan şehirlerin, Tahran ve Meşhed’i düşün. Yeni emellerine rehberlik edecek o güzel şehirlerini sağlam tut; onları kimseye kaptırma. Onların korunması gereken tüm yerlerine, burç ve kulelerine nöbetçiler koy. Coğrafi sınırlarını sağlam tut ve dışarıdan gelebilecek her türlü saldırıya karşı hazırlıklı ol. İçeride de temkinli olmayı elden bırakma: ‘Evlerin içindeki havadan başka bütün sedaların ışığını söndür!’ Evlerin içine sadece havanın esintisinin sesi kalsın; evinin içine girebilecek dış kaynaklı hiçbir sese, yani, yabancı dil, kültür, ideoloji ve fikre geçit verme. Zira dışarıda, surların dibinde, ‘yaşlı petrol taciri’ kılığındaki soyguncular çadırlarını kurmuş, günlerdir bir fırsat anı beklemektedirler. Şair, ‘tacir’ tanımlamasıyla, yayılmacı ülkelerin uzun yıllardır bu kılıkla ortalıkta dolaştığına; ‘yaşlı’ sıfatıyla da onların bu konuda çok deneyimli olduklarına işaret etmektedir. Bunlar önce tacir kılığında ülkeye gelmekte ve zamanla tüccarlık görünümleri hükümranlık şekline dönüşmektedir. Aynı tacirler, benim ülkeme de ticaret yapmak amacıyla gelmişlerdi, şimdi de senin ülkenin kapılarına dayandılar; petrol taciri kılığına bürünmüş halde. İşte bu ‘yaşlı petrol tacirleri’ çok yakında, bir ‘gece karanlığında’ evlerinize gelirler, ‘misafirmiş gibi’. Yarın sabah kalkıp gideceklermiş gibi. ‘Gece karanlığı’ tacirlerin beklediği fırsattır; aslında bu tanımlama, yönetimdekilerin zayıflığına, dirayetsizliğine bir göndermedir. ‘Tacirler’ misafiriniz oldukları gece sizde iyi bir intiba bırakmaya gayret ederler; ‘ziyafet gecesi, kadehler devirirler, oynar söylerler, yapmacık kahkahaları, kişnemeleriyle topluluğu coştururlar!’ Sizi mutlu etmek, coşturmak, hoş tutmak için her türlü dalkavukça davranışı ve hokkabazlığı yapmaktan geri durmazlar.
‘Ancak gün doğunca, kirpiklerinle kazarsın ölülerinin mezarlarını.’ Gerçek ortaya çıktığında, vatanını, özgürlüğünü, insanlarını, her şeyini kaybetmiş ve hatta ölülerine mezar kazmak için elinde bir kazma bile kalmamış olduğunu görürsün. Zira gelenlerin amacı ülkeni ele geçirmektir. Elbette onların bu amacına rıza göstermeyecek, savaşacaksın; belki de sen bundan haberdar olana ve silaha davranana dek onlar gece karanlığından yararlanarak ülkeni kan gölüne çevireceklerdir. ‘Ziyafet sofrasının külleri başında’ ağlarsın; harabeye dönmüş, istila edilmiş ülkene gözyaşı akıtmaktan başka yapacak bir şeyin kalmaz.
Şair dördüncü bentte ulusal deneyiminden bir kez daha bahseder: ‘Biz de akıttık gözyaşı!’ Duyarsızlığımızdan, önlem alamadığımızdan, ufkumuzun darlığından, geleceği göremediğimizden dolayı başımıza gelen felaketten sonra pişman olup biz de gözyaşı akıttık. ‘Gerçi kara bende değer kalmadı artık’ zira, artık ona feda edecek elimizde hiçbir şeyimiz kalmadı. Ayrıca uğruna çok şeyler feda ettiğimiz o ‘kara ben’ kemirile kemirile artık dünyanın suratında sızıp duran derin bir yara halini aldı ve iflah olmaz bir hale geldi. Bu yara Batının kan emiciliğinin dünya bedeninde bıraktığı utanç verici bir eserdir.
Biz de gözyaşı akıttık; sadece her şeyimizi kaybettiğimizden değil, baskılardan, işkencelerden dolayı, özgürlüğümüzü kaybetmemizden dolayı gözyaşı akıttık. Hatta bu gözler, ‘akıp giden gölgeler gibi eriyen şehirler gördü, çöken duvarlar, kapılar, minareler, kubbeler’ gördü ve onlar için de gözyaşı akıttılar. Şair, bu dizelerdeki ‘eriyen şehirler’, ‘çöken duvarlar, kapılar’, ‘minareler, kubbeler’ gibi sembollerle coğrafi bütünlük, kültür, din, dil, ulusal onur, özgürlük gibi değerlerin eriyip gittiğini vurgulamaktadır.
‘Ancak zaman mihrap gibidir’ dizesiyle şair ümit verir bir tavır takınır. Zamanı ‘mihraba’ benzetmekle, Batılı yayılmacıların güçlerinin doruk noktasına ulaşıp inişe geçtiğini ve düşmanın, o mihrabın kıvrık kemerinin iniş tarafına doğru ilerlemekte olduğunu vurgulamaktadır. Bu inişe geçiş, II. Dünya Savaşı’na işaret etmektedir. Düşman zor bir döneme girmiştir ve o kıvrık kemerden yuvarlanmak üzeredir. Zira II. Dünya Savaşı, batılıları hem kendi içinde hem de sömürgelerine aldıkları ülkelerde oldukça zayıflatmıştır. Bu gelişmeler Hindistan’ın ve pek çok sömürge ülkenin bağımsızlığına zemin hazırlamıştır.vii Bizim ‘çıplak, güçsüz bedenlerimiz’ onların işkencelerine, baskılarına, soygunlarına katlandı. Üstümüzdeki elbiseye kadar ne varsa elimizden aldılar. Ama açgözlülükleri bir türlü doymak bilmedi. Daha fazla sömürge elde etmek için kendi aralarında savaşa tutuştular. Sömürgecilik ateşini onlar yakmışlardı, şimdi yaktıkları ateşle tutuştular.
Son bentte şair, birlik çağrısında bulunur. İstila tehdidi altında olanları güç birliği yapmaya ve kendi deneyiminden faydalandırmaya çağırır. Ortak düşmana karşı ortak eylem için tüm Müslümanların güç birliği yapmaları gerektiğini ‘ver elini elime’ dizesini tekrarlayarak vurgular. ‘Zira görüyorum ki Himalaya ve Alvand’ın zirvelerinde onur pırıltıları var.’ Esaret altındaki uluslar, ulusal benliklerini, onurlarını tanımak ve kurtarmak yolunda kıpırdanmaya başladılar. Bu tepelerin ardından yeni bir günün, yeni bir güneşin doğmak üzere olduğuna dair ‘pırıltılar’ mevcut; kurtuluş için yeni bir fırsat oluşmaktadır, onun iyi değerlendirilmesi gerek. Öyle bir güneş ki yıllar yılı Buhara ve Semerkant onun hasretiyle yanıp tutuşmaktadır.
Raşid, seçtiği konuların evrensel bir boyut taşıyor olmasında gösterdiği özeni ifadelerinde de gösterir. Bu yüzden özellikle Doğu uluslarına aktarmak istediği mesajı ‘Petrol Tacirleri’ şiirinde de görüldüğü gibi çeşitli semboller, benzetmeler, telmihler kullanarak aktarır. İncelediğimiz nazım hakkında şairin ifadelerini aktararak bitirelim: “Bu nazım, özel siyasi koşulların ürünü olan duygusal keşmekeşin incelendiği bir çalışmadır. Nazımda çeşitli karakterler var, ancak hepsinin üstüne avcının gölgesi düşmektedir. Kimi o gölgeden korku duymakta, kimi onu serinleyeceği bir gölgelik olarak görmekte, kimi o gölgenin loş karanlığından avcıya saldırma cesareti sağlamakta. Avcının işkenceci eli her yere ulaşmakta ve herkes, korkaklığından dolayı tarihin müphem anılarına sırtını dayamış haldedir.”viii

Konular