FARS EDEBİYATINDA HABSİYYE VE ŞEKVÂİYYE -I-

Şairin iç dünyasından kopup gelen duyguları ve heyecanlarını aktardığı dizelerden oluşan şiirlere “lirik şiir” denir. Genellikle aşk, ayrılık, hasret, özlem, mutluluk, üzüntü, yaşlılık, arzularına kavuşamama, millî duygular, insan sevgisi vb. duygu ve düşüncelerin dile getirildiği bu tür şiirler “lyre” adı verilen bir saz eşliğinde çalınarak söylendiği için Eski Yunan edebiyatında “lyric” adını almıştır. Duygusal ifadelerle dolu bu tür şiirler okurun duygularına ve iç dünyasına seslenir. Avrupa edebiyatlarında lirik” şiirin kapsam alanına: aşk, ölüm, insanın alın yazısı, Allah, doğa, milliyetçilik, inançlar, vb. konular girmektedir. Ancak Fars edebiyatında bu türün çok daha geniş bir kapsamı vardır. Övgü, hiciv, şikayet, karamsarlık, hamriyye, hapis şiirleri, şikâyet şiirleri, ihvâniyyât…gibi konulardaki şiirler de bu türden kabul edilmektedir.[1] Lirik şiirin türlerinden âbiri olan, şairin zindanda ya da sonradan hapis günleri ve orada yaşadıklarıyla ilgili olarak kaleme aldığı şiirleri “hapis şiirleri” ya da önemli bölümlerini “içini dökme” ve “şikayette bulunma” gibi konuların “bessu’ş-şekvâ”ların oluşturduğu “zindânnâme” türündeki şiirler bazı eserlerde mersiye türündeki şiirler arasında da yer almaktadır. [2]

“Ağırlığı ve dayanılmazlığından dolayı gizlenmesi mümkün olmayan, mutlaka bir şekilde ortaya çıkan ağır sıkıntı, üzüntü ve sırları ortaya atma” veya “bir haberi açığa çıkarma” anlamlarına gelen “bess” ile “şikayet etme”, “inleme”, “feryad etme” anlamlarını ifade eden “şekvâ” kelimelerinden oluşan “bessu’ş-şekvâ” ya da diğer bir adıyla “zindânnâme” diye bilinen bu tür şiirler şairin, çeşitli nedenlerle düştüğü hapishane köşelerinde kaleme almış olduğu dizelerden oluşmaktadır. Bessu’ş-şekvâ, Yakub Peygamber’in oğlu Yusuf’un başına gelen sıkıntılardan dolayı dile getirdiği ve “İnnemâ eşkû bessî ve huznî ilallâh…”[3] ayetinde belirtilen şikayetini bildiren kelimelerden iktibas edilerek oluşturulmuş bir kavramdır. Bu tür şiirler “şekvâiyye: şikayet şiirleri” olarak da adlandırılmaktadır. [4]

Bir edebî tür olan habsiyyeler ya da diğer adıyla “zindânnâmeler” manzûm ya da mensûr olarak şairler/yazarlar tarafından hapiste ya da hapisten çıktıktan sonra kaleme alınan, söz konusu şahsiyetlerin hapiste yaşadıkları dönemleri yansıtan o günlerdeki hatıralarını dile getiren dizelerden oluşmaktadır. Fars edebiyatında daha çok “habsiyye” adıyla bilinen bu tür şiirlerin klasik edebiyatta sadece manzûm türü görülmektedir. [5]

Şekvâiyyât/şikâyetnâmeler ise, şairlerin yaşadıkları olumsuzlukları ve yoksun bırakıldıkları birtakım istekleri karşısında iç dünyalarındaki duygu ve düşüncelerini, sıkıntıları, dertleri, üzüntüleri ve arzularına ulaşamama, kötü talihlilik gibi karamsar düşüncelerini yansıtan şiirlerdir. Fars edebiyatında bolca görülen bu tür şiirlerde; şairlerin, gerçek hayatta bizzat yaşadıkları ya da tanık oldukları talihsizlikler ve olumsuzluklar karşısında şikayetlerini ve kırılganlıklarını dile getirdikleri gibi, bu tarzı şiirin geleneksel türleri ya da mutlaka yazılması gereken türlerinden biri olarak algıladıklarından gerçek hayatta yaşamadıkları acılar ve sıkıntıları şair psikolojisiyle değerlendirerek kaleme almış oldukları kanısı da vardır. Bazı şairler de zaman zaman basit bir tatsızlığı ya da olumsuz gelişmeyi bahane ederek bu tür şiirler kaleme almışlardır. Genel olarak bakıldığında Fars şairlerinin divanlarında şekvâiyye türü şiirlerin alabildiğine fazla olduğu görülmektedir. Öylesine yoğun bir şekilde şekvâiyye ya da habsiyye türü şiirler kaleme alınmıştır ki Fars şairlerinin gerçek hayatları ve psikolojik dünyalarından haberdar olmayan yabancılar bu tür dizeler kaleme almış şairlerin gerçekten yeryüzünün en talihsiz, en yoksun insanları oldukları, hiç mutluluk yüzü görmedikleri kanısına varabilirler. Ancak gerçekte elbette durum böyle değildir ve şairler birçok konuda olduğu gibi bu şiir türünde de dizelerini yer yer abartılı ifadelerle doldurmuşlardır. [6]

Bu tür şiirlerin çokluğu ve şairlerin de bu tür dizelerle duygularını dile getirmelerinin nedenleri arasında; insanoğlunun mutluluk ve huzuru hayatın vazgeçilemez gerekleri arasında olarak algılaması, mutluluk ve huzura boğulduğunda kendini kontrol edememesi ve çoğu zaman dengeleri kaybetmesi, ancak küçük bir olumsuzluk ve beklenmedik gelişmeler karşısında şikayet ve itirazlarını hemen ortaya çıkarmasıdır. Bu bağlamda diğer insanlardan çok daha hızlı etkilenen, daha alıngan, daha hassas, sabırsız ve duygusal yönleri oldukça ağır basan, bunun yanı sıra birtakım beklentiler içerisinde de bulunan şairlerin sesi doğal olarak çok daha fazla çıkar. [7]

Hayatının belli dönemlerini sıkıntılar ve acılarla iç içe geçiren, ancak mutluluklar ve sevinçleri geç algılayan bunların değerlerini fazla bilmeyen insan, acıları üzüntüleri hemen algılar ve bir sürü üzüntüyü, dayanılmaz sıkıntıyı yüklenir. Bu durumda kalan bir tek ümidi gelecektedir. Bu ümit de tükendiğinde hayatı altüst olacaktır. Bütün bunlardan hareketle şairin özel dünyası ve iç duygularıyla direkt ilişkili olan şikayet ve yakınma içerikli şiirlerin belki de arzusuna ulaşamama, talihsizlik gibi olumsuz gelişmeleri sonuç veren uygun olmayan bir ortamda yetişmiş insanların ve özellikle de İranlı şairlerin düşünsel eserlerinin önemli bir kısmını oluşturması şaşırtıcı bir sonuç olmasa gerek. Şurası unutulmaması gereken bir gerçektir; şairlerin beklentileri ve umdukları şeyler ne kadar fazla olursa, bunları elde edemediklerinde yoksunlukları ve huzursuzlukları da aynı oranda fazla olacağı gibi, hayalleri gerçekleşmediğinde kendilerini çok üstün kişilikler olarak gören şairlerin şikayetleri çok daha şiddetli olacaktır. Dizelerini bir şeyler umarak kaleme alan şair, cimri bir memdûhtan umduğunu bulamayınca çaresiz olarak şikayete başlayacaktır. Şairin özel hayatında ortaya çıkan birtakım beklenmedik olumsuz gelişmeler de şekvâiyye içerikli şiirlerinin önemli bir kısmının yazılmasına neden olan etkenler arasında yer almaktadır. Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân’ın (ö. 515/1121) habsiyyeleri, bu türün en iyi örnekleridir. Çünkü o yıllarca zindan köşelerinde yaşamak zorunda bırakılmış, inanılmaz musibetler ve belalarla yüz yüze gelmiş, her türlü zorluğu yaşamıştır. Şu beyti bu durumu çok güzel ifade eder:

Öyle belalar gördüm, o hale geldim ki ben,

Mutluluk bile görsem onu bela sanarım. [8]

Şairlerin çeşitli konulardaki şikayetlerini konu alan şekvâiyye türü şiirler, III./IX. yüzyıldan itibaren Fars şiirinde yer almaya başlamış ve Rûdekî-yi Semerkandî (ö. 329/940), Ebû Şekûr-i Belhî (ö. 334/946), Kisâî-yi Mervezî (ö.394/1004) gibi şairlerin dizelerine yansımıştır. Belki de bu türün ilk örneği Rûdekî’nin hayatının hem mutluluklarla geçen gençlik günlerinden ve hem de üzüntü ve sıkıntılarla dolu hayatının yaşlılık dönemlerinden, zayıf düşmesinden, acizliğinden ve yaşlılığından bahsettiği ünlü “Dendâniyye Kasidesi”dir. [9]

Fars edebiyatında habsiyye kelimesinin buradaki teknik anlamıyla geçtiği ilk eser, Nizâmî-yi Arûzî’nin (ö. 560/1164) Çehâr Makâle’sidir. Nizâmî, 551/1156 yılında kaleme aldığı bu ünlü eserinde Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân’ın (ö. 515/1121) hapiste bulunduğu sürede kaleme almış olduğu bu tarzdaki şiirlerine “habsiyye/habsiyyât” adını vermiştir.[10] “Akıl sahipleri ve insaflı olanlar Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân’ın habsiyyelerinin ne derece yüksek seviyeden şiirler olduğunu bilirler. Onun şiirlerini okuduğum bazı zamanlar tüylerim diken diken olur, neredeyse ağlarım.” [11]

Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân ile aynı dönemde yaşamış olan Muhammed b. Mueyyed’in hapisteyken yazdığı bir mektuba da “risâle-yi habsiyyât” adı verilmiştir. Kırk yaşlarına kadar mutluluk ve refah içerisinde bir hayat geçiren ve Gazneliler döneminin ünlü şairleri arasında yer alan Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân, Gazneli sultanlarından Sultan İbrahim ve yerine tahta geçen sultanlar tarafından birkaç kez hapse atılmış, şairin hapishanede geçirdiği sürede yazdığı ve bu durumlara düşmesine sebep olan düşmanlarını, annesine, babasına ve çocuklarına duyduğu özlemi, içerisinde bulunduğu kötü ve dayanılmaz şartları hapis hücrelerinde geçen karanlık ve sıkıntı dolu geceleri etkili bir dille anlattığı şiirleri kendisinden sonra gelen Felekî-yi Şîrvânî (ö. 587/1191) ve Hâkânî-yi Şîrvânî (ö. 595/1199) tarafından taklit edilmiş, böylelikle İran edebiyatında “habsiyye” adı verilen bir şiir türü ortaya çıkmıştır. [12]

Bu türün en güzel örneklerine, yeni İran edebiyatının tanınmış simalarından Melikuşşuara Bahâr’ın (ö. 1330 hş./1951) şiirlerinde rastlanır. Bahâr, siyasî düşüncelerinden ötürü düştüğü hapishanede Mes’ûd Sa’d-i Selmân’ın etkisini de yansıtan manzûmeler yazmıştır. Onun bu konudaki en ilginç eseri Karname-i Zindân adlı mesnevisidir. Yine siyasî düşüncelerinden dolayı tutuklanan Ali-yi Deşti’nin Eyyâm-ı Mahbes ve Bozorg-i Alevî’nin Varakpârehâ-yi Zindân adlı eserleri bu türün güzel örnekleri arasında yer alır. [13]

Şekvâiyye türü şiirler ta başlangıcından beri Fars edebiyatında yer almış, İranlı şairlerin dizelerinde işlenen konular arasına girmiş, ancak Selçuklular döneminden bu yana Fars şairlerinin yoğun ilgisini daha çok çekmeğe başlamıştır. Bu dönem şairlerinin kendilerinin bilgi düzeylerine, üstünlüklerine ve olgunluğa erişmiş kişilikler olduklarına alabildiğine fazla inanmaları, bunun yanı sıra yaşadıkları dönemlerde, özellikle de VI./XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren olayların istekleri ve hayalleri doğrultusunda gelişmemesi, şairlik ve şiirin eskiden olduğu gibi çok fazla alıcı bulamayışı, diğer taraftan yine aynı dönem şairlerinin kendilerini önceki dönemlerde yaşamış şairlerden daha üstün görmeleri; zalim felekten, alçaklardan, güçlülerden yana olan zamandan, kadir kıymet bilmeyenlerden şikayet faslını açmalarında önemli rol oynamış etkenler arasında yer almaktadır. Burada hatırlanması gereken önemli bir ayrıntı da şudur: bu tür şiirler daha çok tamahkar, aşırı beklentiler içerisinde bulunan dünya tapkını saray şairleri ve medhiye şairlerinin eserlerinde aranmalıdır. Asla Nâsır-i Husrev (ö. 481/1088), Mevlânâ (ö. 672/1273), Sadî (ö. 691-694/1291-1294) ve daha bir çok özgür ve birtakım beklentiler içerisinde bulunmaya ihtiyaç dahi duymayan şairlerin dizelerinde değil. Daha çok dinî, ahlakî ve tasavvufî kaynaklardan kana kana beslenen bu ve benzeri üstün özelliklerle donanmış erdemli, nitelikli kişilik sahibi şairler neden cimri memdûhların tutumlarından incinerek şikayetlerde bulunsunlar? İnsanlardan yersiz beklentileri olmadığı için de en basit bir olumsuz durumda neden acı çekerek feryatlarla dizelerini şikayetlerle doldursunlar? Olumsuzlukları en yoğun bir şekilde yaşayan Nâsır-i Husrev bir ömür boyu şaşkınlık, derbederlik, tehlike ve kargaşa dolu bir hayat geçirmesine rağmen gökyüzüne ve arzusuna uygun dönmeyen feleğe şikayet ve itiraz ellerini o kadar da fazla açmamıştır. Dizelerinde yer alan şikayetler ahlakî ve dinî birtakım değerlerin toplumda yer edinmesini amaçlayan eleştiri türü ifadelerdir. Yoksa o, şikayetlerle dolu dizeler yazan birçok şair gibi feleği, yıldızları, gökyüzünü ve birtakım yüce varlıkları suçlu ve kusurlu görüp onları yermek amacıyla şiir yazmamıştır. Bizzat kendisi bu tarzda şiir yazanları eleştirmektedir.

Kınama masmavi gökyüzünü,

At kafandan şaşkınlık havasını.

Kötüledikçe sen kendi yıldızını,

Bekleme felekten talihliliği.

Yakarlar meyvesiz ağaçları hep,

Yaraşan da işte budur meyvesizliğe [14]

Firdevsî (ö. 411/1020), yaşlılık ve güçsüzlüğünü dile getirdiği dizelerinde, gökyüzüne seslenerek, feleği suçlu kabul ederek duygularını dizelerine aktarır ve kendi suçlamalarına feleğin dilinden cevap olarak kendisi şu duygularını dizelerine aktarır:

Neden benden bilirsin hep iyiyi ve kötüyü,

Yaraşır mı bir bilgeye bu çığlık.

Benden üstünsün sen her konuda,

Bilgiyle beslersin hep ruhunu.

Yok bu söylediklerinde benim hiç rolüm,

Yok haberi bu dönüşten ne güneşin ne ayın.

Bir kulum ben de bu yaratıklar içinde,

Tapanlardanım ben de yaratıcıya.

Dönmem asla olmadan emri onun,

Çıkmam ben sözünden hiç onun. [15]

Şekvâiyye konulu şiirlerde bu ve benzeri ifadeler bir tür gelenekselleşmiş kalıplar ve belli doğrultulardaki amacı ortaya koyma aracı olarak algılanmaktadır. Yoksa onlar da ne gök ve ne de yerin elinden bir iş gelemeyeceğini bilmektedirler. Bu yüzden Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân gökyüzünü konu alan şikayetlerinde özellikle feleği amaç tutarak bir yerde suçun felekte olmadığını dile getirmektedir:

Bir yaratıktır bizim gibi zaman da,

Neden zamandan şikayet edilir.

Kimseden şikayete gerek yok,

Başımıza gelen kendimizdendir. [16]

Şekvâiyyelerde öne çıkan şikayet konularından biri de zamanın değersiz ve alçak kişiliklerin yandaşı olduğu, iyiliklerin ve değerlilerin kıymetinin bilinmeyişi, bilgi ve malın, sanat ve rahatın birlikte bir arada bulunmayışıdır:

Şehîd-i Belhî (ö. 325/937):

Bilgi ve mülk gibidir nergis ile gül,

Açmazlar birlikte aynı yerde.

Bilgisi olanın malı mülkü olmaz.

Malı varsa birinin onun da bilgisi az. [17]

Cemâluddîn-i İsfehânî (ö. 588/1192) aynı konuda şu ifadelerini dizelerine aktarır:

Neden ilim için sıkıntı çektik?

Neden boş yere sevdalandık?

Köpeklere görkem, bize de hasret düştü!

Eşeklere devlet, bize temennâ nasip! [18]

Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân:

Mes’ûd-i Sa’d, düşmanıdır erdemin dünya.

Fazla değer verme bu çılgın dünyaya. [19]

Hâfız-i Şîrâzî (ö. 791/1388):

Döner felek cahillerin arzularınca,

Yeter sana suç olarak bilgin, erdemli oluşun. [20]

Bu düşünceler şairleri asıl uğraş alanları olan şairlik ve şiirden soğutmuş, onları kendi meslekleri aleyhinde yergiler kaleme almaya zorlamıştır. Örneğin Enverî (ö. 583/1187) bir kasidesinde şairliği hiçbir şeye saymayarak çöpçülüğü şiir yazmaya tercih edeceğini ifade etmektedir. Zahîruddîn-i Fâryâbî’nin (ö. 598/1201) bu konuyla ilgili çok güzel bir kasidesi vardır.

Şehîd-i Belhî’ye göre dünya akıllılar için sadece üzüntü ve sıkıntı ocağıdır:

Ateş gibi gamın da eğer dumanı olsaydı,

Karanlıkta kalırdı ta sonsuza dek dünya.

Bu dünyayı baştan başa bir gezsen,

Göremezsin mutlu hiçbir akıllıyı sen. [21]

Ascedî-yi Mervezî’ye (ö. 432/1040) göre dünya çok gaddardır, hiç kimseye vefa göstermez. Menûçehrî’ye (ö. 432/1040) göre dünya ağzı olmayan ama insanı yiyip bitiren bir ilginç varlıktır:

Dünya! ne sevgisiz, ne kötü huylusun dünya!

Ne karmaşık alışveriş pazarısın dünya!

Kaç kez denedim seni ben,

Baştan başa hileyle, hep zararla dolusun.

Denesem bile yüz kez daha seni,

Aynısın, aynısın, aynısın, aynı.

Hep tersine çevirirsin işlerimizi,

Korkmaz mısın hiç bir gün yıkılacağından.

Yutuyorsun insanları, görmüyorum ağzını,

Görmedim böyle ağızsız bir yiyici.

Alıyorsun ellerinden halkın hayatlarını,

Bu yüzden uzun hayatın senin.

Çağırıyorsun her zaman huzuruna,

Çıkınca karşına kovuyorsun hep beni

Bu kez aldanmam senin iki yüzlülüğüne,

Okusan bile karşımda İncil’i ve Tevrat’ı. [22]

Enverî aşağıdaki beytinde memdûhunun huzurunda yoksulluk ve acizliğinden dert yanarak Allah’tan ölüm istemektedir:

Biliyor Allah, yaşadığım bu hayattan dolayı,

Canımla, gözümle ve gönlümle istiyorum ölümü. [23]

Yine Enverî, cömertlik ve vefanın atlarını binip gittikleri günlerde, ne bir memdûhu övgüye, ne de bir sevgiliyi hakkında gazel yazmaya layık görmez:

Yazık yazık yok övgüye yaraşır bir memdûh,

Vah vah yok gazele yaraşır bir sevgili. [24]

Aşağıdaki şekvâiyye konulu kasidesinin matla’ beytinde Abdulvâsı-i Cebelî (ö. 555/1160) kıskançlardan ve kötü düşünceli kişilerden şikayetlerini dile getiriyor:

Kalktı ortadan mertlik, silindi gitti vefa,

Adı kaldı ikisinin de “Sîmorg” ve “kîmyâ” gibi. [25]

Hâkânî Rey’de hasretiyle yanıp tutuştuğu Horâsan seferine katılmasına izin verilmeyince duyguların aşağıda matla beyti verilen kasidesiyle dile getirmiştir:

Horasân’a gitmemi neden engelliyorlar?

Bülbülüm ben gülistanı yasaklıyorlar. [26]

Yine Hâkânî şu kasidesini hapiste kaleme almış ve prangaların verdiği eziyetten söz etmiş, sonuçta da övünmeğe, akıl ve iman sığınağına çekilmeği yeğlemiştir. [27]

Mesud-i Sa’d aşağıda matla‘ beyitleri verilen hüzünlü kasidelerinde talihsizliğini ve karanlık günlerini dile getirmeğe çalışmıştır:

Görmez huzur yüzü gönlüm bitmez tükenmez üzüntülerden,

Sıkıntıların yüküyle bitkin düştü bu tenim.

Pişmanım kendi yaptıklarımdan ben,

Bilmiyorum tövbeden başka bir yol.

Gönülden inlerim ben ney gibi Nây zindanında,

Alçaldı himmetim bu yüksek yerden. [28]

Abdurrahmân-i Câmî (ö. 898/1492), Bağdat’ta Rafızîlerden ihanet ve işkence gördükten sonra Hicâz bölgesine hareket etmeden önce Bağdatlılardan kırıldığını şu ifadeleriyle dile getirmiştir:

Bekleme vefa ve mertlik adam olmayanlardan,

Arama insan vasfı şeytan yapılılarda.

Câmî! temizlerin yeri değil bu toprak,

Kalk çıkalım yola Hicâz’a doğru. [29]

Kâimmakâm-i Ferâhânî (ö. 1251/1835), Rus ordularının İranlıları yenilgiye uğratmasından duyduğu üzüntüyü savaş sonrasında şu dizelerle dile getirir:

Zaman bu; bazen aziz eder, bazen zelil,

Çok oyun var elinde bu düzenbaz feleğin. [30]

Hapis şiirlerinde söz konusu edilen temalar; kaybedilmiş özgürlükler, daracık, karanlık ve kokuşmuş hücrelerde mahsur kalmış, demirden miller ve halkalarla cezalandırılan, zincirlere, prangalara vurulan sığınmasız ve çaresizler, kötü karakterli cellatların işkenceleri altında gece gündüz inleyen, acı ve ıstıraptan çırpınıp duran, ölümle her an yaka paça olan kara bahtlı insanların feryatları ve iniltileridir. [31]

Teknik terim olarak şekvâiyye, şairin istekleri doğrultusunda gerçekleşmeyen olaylar, yaşadığı kişisel, özel ya da toplumsal sıkıntılar ve mahrumiyetler karşısında duygularını dile getirdiği dizelerden oluşan, onun zorlukları, üzüntüleri ve talihsizliklerini yansıtan şiirlerdir. Bu tür şiirler Farsça yazan şairlerin ortaya çıkmasıyla Fars edebiyatında ta başlangıçtan beri yerini almakla birlikte şairlerin değerinin gittikçe azalmaya yüz tutması, Selçuklular dönemiyle birlikte genel sosyal olayların etkisinde kalarak zayıflayan edebî değerlerin de etkisiyle daha çok rağbet görmeğe başladı. Sosyal olaylar yanında birtakım özel durumlar da bu tür şiirlerin kaleme alınmasında önemli rol oynamıştır. Fars edebiyatında şekvâiyye diye adlandırılan şiirlerin en iyi örnekleri şairlerin sıkıntılarından dolayı üzüntülerini dile getirmek için ifadelerini aktardıkları şiirleridir. [32]

Heyecanlı ve akıcı dizelerden oluşan şiirler olmalarına rağmen Fars edebiyatında hapis şiirleri içten içe yanıp yakılmalara da yer vermektedir. Bu yüzden okuyucular üzerinde derin etki bırakan bu tür şiirler, sanat göstermek, yetenekleri sergilemek amacıyla kaleme alınmamışlardır. Hapishanede kaleme alınmış şiirler daha çok orada yaşanan sıkıntıların dışarıya aktarılması ve ömrün geri kalan kısmının bu karanlık zindan köşelerinden kurtarılmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Acılarla dolu yaşantı, açlık ve dayanılması çok güç susuzluk, eşten dosttan ayrılma acısı, hayatın tatlı anlarından uzak kalma Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân’a şikayet içerikli beyitler yazdırmıştır. Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân’ın hapis şiirleri gerçekte hem edebî açıdan ve hem de içerikleri bakımından oldukça etkileyici tarzda dizelerden oluşmaktadır. [33]

Bu tür şiirlerin asıl önemli özellikleri, bu türden dizeleri kaleme alan şairlerin psikolojik ve ruhsal yapılarının birer göstergesi olmalarıdır. Çünkü her şekvâiyye şiiri şairin istenmeden yaşadığı durumu ifade etmekle birlikte onun arzuladığı ve özlemini çekmekte olduğu toplumdan ve kurmak istediği dünyadan da çoğu zaman ipuçları vermektedir. Bu tür şekvâiyyelere örnek olarak Nâsır-i Husrev’in bazı şiirleri Ferîduddîn-i Attâr’ın bazı mesnevileri ve Bâbâ Tâhir’in bir kısım do beytîleri verilebilir. [34]

Konularına göre şekvâiyyelerin türlerini belirleme imkanı yoktur. Ancak içerikleri açısından beş ayrı kategoride toparlamak mümkün olabilir.

1. Felsefi içerikli şekvâiyyeler:
Bu kategoride yer alan şiirlerde şair; evrenden, dünyanın arzularının tersi doğrultusunda dönüşünden, kötü talihli oluşundan, insanlar arasındaki eşitsizliklerden, dengesizliklerden dünyadaki işlerin sonuçlarının belirsizliğinden vb. durumlardan şikayette bulunmaktadır. Bu tür şikayet şiirlerine örnek olarak yukarıda bir kısmının çevirisi verilen Şahnâme’nin İskender Destanı’nın sonu verilebilir. Şair orada feleği muhatap alarak kendisini yaşlılığında hor ve hakir bıraktığı için şikayet etmektedir. Felsefi içerikli şekvâiyyelerin şüphesiz en büyük yazarlarından biri olan Nâsır-i Husrev’in divanında yer alan şiirlerin yaklaşık üçte biri zamanın, insan ömrünün geçiciliğinden, talihinin kötü oluşundan, ruhun beden hapishanesinde esir olarak bulunmasından vb. konulardaki şikayetlerinden bahseden şiirlerinden oluşmaktadır. [35]

Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân, Hâkânî-yi Şîrvânî, Nâsır-i Husrev, ve Mucîruddîn-i Beylekânî’nin şekvâiyye türündeki şiirleri de felsefî içerik taşımaktadır. Hâkânî-yi Şîrvânî’nin “Tersâiyye” adıyla bilinen habsiyyesi asıl yazılış amacına bakıldığında siyasî içerikli olmasına rağmen aynı zamanda felsefi renkler de taşımaktadır. Ancak bu konuda genel bir değerlendirme yapıldığında felsefî şiirler kaleme almış olan şairlerin şekvâiyye şiirlerinin felsefî içerikli, tasavvuf konulu şiirler yazan şairlerin şekvâiyye şiirlerinin de tasavvufî içerikli olduğu görülmektedir. [36]

2. Tasavvuf konulu şekvâiyyeler:
Bu türden şiirlerde genellikle şikayet konusu kararsızlık, aşığın sevgilisine, canın canana kavuşma yolunda, aslına dönüş merhalelerindeki aşkı, sabırsızlığı, sâlikin mürşidine kavuşma yolunu kat ederken karşısına çıkan çeşitli engeller, Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin ilk beyitlerinden birinde yer alan kamışın kamışlıktan ayrılırken kopardığı çığlıklar bunun en güzel örneğidir. İçerik açısından daha çok felsefî bir görünüm arz eden bu tür şekvâiyyeler, şikayet konularının farklı olması nedeniyle farklılık göstermektedirler. [37]

Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor,

Ayrılıkları nasıl anlatıyor.

Diyor ki: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri

Feryadımla kadın da ağlayıp inlemiştir, erkek de.

Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim

Ki aşk ve özlem derdini anlatayım ona.

Aslından uzak kalan kişi buluşma zamanını arar durur.

Ben her toplulukta ağladım, inledim.

İyi hallilerle de eş oldum, kötü hallilerle de.

Herkes kendi zannınca dost oldu bana.

İçimdeki sırlarımı ise kimse aramadı.

Benim sırrım, feryadımdan uzak değil,

Fakat gözde, kulakta o ışık yok.

Ney, bir dosttan ayrılana eştir, dosttur,

Perdeleri perdelerimizi yırttı gitti.

Ney kanlarla dolu bir yolun sözünü etmede.

Mecnûn’un aşk hikayelerini anlatmada.

Ney gibi bir zehri, ney gibi bir panzehiri kim gördü?

Ney gibi bir solukdaşı, bir hasret çekeni kim gördü?

Bu aklın mahremi, akılsızdan başkası değildir,

Dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Gamımızla günler geçti, aksamlar oldu,

Günler yanışlarla yoldaş kesildi de yandı gittiler.

Günler geçip gitti ise, de ki: “Geçin gidin, korkumuz yok.”

Sen kal ey dost, temizlikte sana benzer yok.

Balıktan başka herkes suya yandı,

Rızkı olmayanın da günü uzadıkça uzadı.

Ham, pişkin ve olgun kişinin halini hiç mi hiç anlayamaz.

Öyle ise sözü kısa kesmek gerek vesselam. [38]

3. Sosyal içerikli şekvâiyyeler:
Bu türden şiirlerde şairler sosyal düzensizliklerden, halk kesimleri arasındaki dengesizliklerden, halk arasında yaygın olan ve toplum ahlakını olumsuz yönde etkileyen halkın bilgi düzeyinin düşüklüğünden, ahlak bozuklukları vb. konulardan şikayet etmektedirler. Bu tür şiirlerin ana temasını şairin hayalinde arzuladığı ve mutlaka kavuşmak istediği sosyal yapı ve toplumsal düzen ile bizzat içerisinde yaşadığı ve aralarında çok farklılıklar bulunan toplum yapısı arasındaki aşılmaz mesafeler ve bunlar hakkındaki şikayetler oluşturmaktadır. Farsça şiir yazmış şairlerden divanında bu tür şiirin yer almadığı şairler yok denecek kadar azdır. Şairlerin bir yerleşim bölgesi, köy, kasaba, şehir gibi toplumsal hayatın yaşandığı yörelerden şikayetlerini konusuna örnek olarak Nâsır-i Husrev’in Horasân halkından şikayetlerini dile getirdiği şiiri verilebilir. Bazen şair bir bölge ya da şehir halkının temsilcisi olarak yöneticilere ulaştırmada bir aracı bir elçi görevi de üstlenir. Enverî’nin Horâsan halkının kendisine ilettiği şikayetlerini dile getirmek amacıyla kaleme alarak Semerkant valisine sunduğu kasidesi bu türe iyi bir örnektir. Şairlerin çeşitli din ve mezhep bağlılarından şikayetleri de bu tür şiirler arasında yer almaktadır. Nâsır-i Husrev’in “ey resûl” redifiyle kalem almış olduğu ve müslümanları Peygamber’e şikayet ettiği ünlü kasidesi bu türün en güzel örneklerinden biridir. Derviş olmayan sûfiler, dalkavuk zahitler, tanrı tanımaz müftüler, paraya tapan tüccarlar, adaletle yargılamayan kadılar, yalancı müneccimler, yol kesiciler ve toplumların hiçbir zaman eksik olmayan bozguncu tabakalarından şikayetler de sosyal içerikli şekvâiyyelerin konuları arasında yer almaktadır. [39]

4. Siyasî Şekvâiyeler:
Siyasî şekvâiyyelerin en önemli ve temel türü habsiyyelerdir. Şairler bu tür şiirlerde başlarındaki yöneticiler ve siyasî idarecilerin kendilerine karşı takındıkları tavır ve davranışlardan şikayet ederler. Yine bu tür habsiyyelerde şair hapis hayatında karşılaştığı geçim darlığı ve sıkıntıları dizelerine aktarıp olumsuz ve sıkıntılı yaşamını gözleri önüne sererek sultandan kendisini bu kötü ortamdan kurtarması talebinde bulunur. Klasik dönem şairlerinden Mesûd-i Sa’d-i Selmân, Felekî-yi Şîrvânî, Mucîruddîn-i Beylekânî, Hâkânî-yi Şîrvânî, Esîruddîn-i Evmânî, çağdaş dönem şairlerinden de Melikuşşuarâ Bahâr bu tür şiirlerde zirvede yer alan söz ustaları arasında yer alırlar. [40]

5. Kişisel Şekvâiyeler:
Farsça yazan şairlerin hemen hemen tamamının divanlarında yer alacak kadar oldukça yaygın olan bu tür şekvâiyyelerde şair, fizikî güçsüzlüğü, dağınıklığı, hayatının düzensizliği vb. sıkıntılarından şikayet etmektedir. Hastalık, güçsüzlük ve çelimsizlik, aşağılanma, kimsesizlik, yalnızlık, yoksulluk, sırdaştan ayrı kalma, hemen her şeyden yoksun bırakılma gibi konular bu tür şikayetnâmelerin ana temalarını oluşturmaktadır. Yine bu tür şiirlerde şairler; sevgiliden ayrılma, zulüm ve işkenceye marûz kalma, vefasızlık, değer verilmeme, yemininden dönme, bencillik vb. durumlardan yakınarak bu konulardaki duygularını dizelerine aktarırlar. Bunların yanı sıra daha detay olarak kabul edilen ayrılık gecelerinin uzunluğu, vuslat gecelerinin kısalığı, mektupların çok geç ulaşması, özellikle aşk konulu şekvâiyyelerin ana temalarını oluşturur. Yine bu tür şiirler arasında ilginç birtakım konularla da karşılaşılır: Bunlar arasında şairlerin sanatlarından (Zahîr-i Fâryâbî), şairlik mesleklerinden (Enverî) ve kendisini taklit edenlerden (Hâkânî) şikayette bulunmaları dikkat çekicidir. [41]

Şikayet konulu şiirler ya da habsiyyeler Fars edebiyatının belli dönemlerde egemen şiir tarzlarından herhangi birine özgü değildir. Hemen her dönemde ve her edebî tarzda bu tür şiirler kaleme alınmıştır. Ancak her döneme ait habsiyyelerin o dönemin özgün renklerini yansıtan nitelikleri vardır. Örneğin Horasân tarzı kapsamına giren habsiyyelerde realist yaklaşımlar, realizm ekolünün habsiyyelerindekinden daha az göze çarpar. Diğer taraftan çağdaş dönemlere yaklaşıldıkça aşk konularına yer veren şekvâiyyelerin sayılarının daha da arttığı gözlemlenmektedir. Çeşitli şiir tarzlarında habsiyye şiirlerinin kaleme alındığı egemen şiir kalıpları birbirinden farklılık gösterir. Öyle ki Horasân tarzından uzaklaştıkça bu tür şiirler kaside kalıbından daha çok, yapı ve içeriklerine daha uygun daha doğal kalıplar olarak bilinen gazel ve mesnevi kalıplarında kaleme alınmışlardır. [42]

Şekvâiyyelerde yer alan dizeler daha çok hayatları üzüntü ve dert ile yoğrulmuş şairlerin içsel ifadelerini yansıtmaktadır. Ancak bazen alaya alma ve hiciv yoluyla da şairler sıkıntılarını dışa vururlar. Sûzenî-yi Semerkandî (ö. 562/1166), Ubeyd-i Zâkânî (ö.772/1371), Yağma-yi Cendekî (1270/1854) gibi yaşadıkları çağların sosyal olaylarını eleştiren ve hiciv şiirlerinin ustaları olan isimlerin bir tür sosyal eleştiri olarak yazılmış şiirlerinin bir kısmı şekvâiyye türüne girmektedir. X./XVI. yüzyıl şairlerinden Ebu’l-Kâsım-i Emrî’nin, dönemin iktidarda bulunan güçlerinin hapishanelerindeki kötü ve olumsuz koşulları dile getiren hiciv karışık bir şiiri de bu türe iyi bir örnektir. Fehleviyyât türü şiirlerde de şairlerin yanıklıkları ve şiddetli üzüntülerini dile getiren, sıkıntılarla dolu iç dünyalarını dışa yansıtan dizelere çok rastlanmaktadır. Bu durum bütün İran lehçelerinde yazılmış şiirler için de geçerlidir. Fars edebiyatında hem manzûm ve hem de mensûr eserlerde “nefsetu’l-mesdûr” nitelemesi de şikâyetnâme anlamında kullanılmıştır. [43]

İnsanın üzüntülere boğulmasına neden olan gerekçeler, şikayette bulunmasına yol açan sebepler birbirinden çok farklı, aynı zamanda sayılamayacak tür ve miktarda olduğundan şairlerin; zamanın kendilerine yar olmamasından, sevgilinin ayrılığından ve vefasızlığından, yaşadığı dönemdeki insanların ve özelikle de dostlarının kadir kıymet bilmemesinden yönetimde bulunanların iktidarı elde tutan egemen güçlerin haksız tavırlarından, insanın akıbetinden ümitsiz olmadan, yaşlılığın kendisi üzerindeki etkilerinden ve güçsüz bırakmasından, sürgünlerden, hapis hayatından, sevdiklerinin ve değerli saydıklarının kendisini terk etmeleri ve ayrılıp gitmeleri…. gibi nedenlerden kaynaklanan dertlerini, üzüntülerini ve bu nedenle kendilerini kaplayan olumsuz iç duygularını dışarıya vuran ve dışa vuruluş gerekçesi iç durumundan başkalarını haberdar etme ve dertlerine çözüm bulmalarını arzulayarak açtığı her şiir habsiyye türünden olarak kabul edilmektedir. [44]

Habsiyyelerde bedbahtlıkların gerçek sebepleri, kinaye ve diğer gizleyici, perdeleyici unsurlar kullanılmadan, üstü kapatılmadan acı ve acındırıcı bir tarzda dile getirilir. Bu tür şiirler, kendilerini çekemeyen, kıskançlıklarıyla kendilerini zindanlara kapatan ya da dinleri ve inançları yüzünden, yöneticilerin ve egemen güçlerin istekleri doğrultusunda yaşamaya razı olmayan, özgürlükleri engelleyen, bağımsızlıkları ve çoğu zaman insan haklarını sınırlayan baskıcı ve kaba kuvvet yanlısı, zorba yönetimler tarafından zindanlara tıkılan, sıkıntılar içerisinde kıvranan, zulüm ve işkenceler altında inleyen insanların gözyaşı damlalarının dökülüş sesleri, ah ve feryatlarının yankılarından başka bir şey değildir. [45]

Zindanlıklar, bütün umut kapıları yüzlerine kapanmış aciz ve yoksun insanlardır. Ailelerinden, çocuklarından, eşlerinden ve dostlarından haber alabilme, onlara durumları hakkında mesaj iletebilme özgürlükleri bulunmayan, kendilerini bu dayanılması mümkün olmayan hayata atan insanların ellerine eteklerine düşmeden başka çareleri bulunmayan insanlardır. Habsiyye türü şiirlerde manzara ve egemen görünüm, zindanın sıkıntıları, oradaki görevlilerin baskıları, zincir sesleri, zincir izleri, işkenceler sonucu düşülen hastalıklar, yırtık ve kirli elbiseler, bulaşıklık ve bulanıklık, yemeklerin kötülüğü, görevlilerin mahpuslara karşı tutundukları kötü tavırlar, kader arkadaşları, birlikte yaşanan kader çizgisinin acı tatlı; soğuk sıcak günlerin bitmek tükenmek bilmeyen hatıraları, dostların vefasızlıkları, yöneticilerden ve gücü ellerinde bulunduranlardan kendilerini bu kötü hayattan kurtarmaları için yalvarışları ve kurtuluş ümit ve arzularıdır. [46]

Hapis şiirlerinin bir diğer kısmında da şair, kesinlikle varlıklı ve zengin çevrelerden, güç sahiplerinden, iktidarı ellerinde tutanlardan bahsetmez onlardan yardım dilemez ve kendilerine minnette bulunmaz. Bu şiirlerde şair şiirini kendisini övmek, sanatını sergileyerek kendini göstermek için de yazmaz. Tam tersine şairin isyan dolu ifadeleri zirve noktalara kadar varmakta ve kendisi hakkında kötü düşünenler ve düşmanları hakkında eleştirel ve hicvedici sözlerine yer verilmektedir. Yine bu tarzdaki şiirlerin “i‘tizârnâme” ya da “pûzişnâme” adı verilen bir diğer türünde de şairin kızgınlığından ve nefret duygularından bir ize rastlanmaz. Bu gibi şiirlerde şairler genellikle bu tür duygularına yer verseler de bir nevi şikayet tarzında dizelerine aktarırlar. Şair şiirine genellikle kendisinden yardım isteyeceği ya da sıkıntılarını kendisine aktaracağı sultan veya yetkili kişileri överek şiirine başlar, başına gelen sıkıntıların asıl ve gerçek sebeplerinden bahsetmekten kaçınır ve içerisinde bulunduğu sıkıntıları mısralara aktarır. Daha sonra da yapmış olduğu ya da yapmadığı suçtan dolayı özürlerini beyan eder. Emriyle hapse düştüğü ve özgürlüğünü kaybettiği emir sahiplerinden bağışlanmasını ister. Suçu daha çok feleğe, yere, göğe ve gaddar diye nitelediği dünyaya atar. Suçsuzluğunu ispat etmek maksadıyla mukaddes değerlere ayetlere ve hadislere sığınır. Sonunda umutlarını Allah’a ve peygambere bağlayarak sultana ve yakınlarına yaklaşmaya çalışır. Onları tahrik ederek sultana aracılık yapmalarını ve kendisini özgürlüğüne kavuşturmalarını ister. [47]

Habsiyyelerin de diğer birçok edebî tür gibi belli ve sınırlı kalıpları yoktur. Bu şiirler de; bazen şair duygu ve düşüncelerini acı ve üzüntü dolu yaşamını kasideler, kıtalar rubailer ve do beytîler şeklinde kaleme almakta, bazen de dağınık beyitler halinde dizelere aktarmaktadır.[48] Ancak habsiyyeler genellikle kaside tarzında yazılmış olup kısalık ya da uzunlukları birbirlerinden oldukça farklıdır. Bazen şair bir iki beyitte maksadını dile getirirken bazı durumlarda da bir kaside ya da uzun birkaç kaside boyunca sıkıntılarını ve şikayetlerini dizelerine aktarmaktadır.[49] Habsiyye türündeki şiirlerin hacimleri de birbirlerinden oldukça farklıdır.

V./XI. ve VI./XII. yüzyıllar ile daha sonraki dönemlerde yaşamış ve Farsça yazmış şairlerin şiirlerinin önemli bir bölümünde; İran coğrafyasında ya da bu şairlerin hayatlarını sürdürdükleri topraklardaki siyasî ve sosyal çevrelerdeki dalgalanmalar sonucu egemen olan kargaşa ortamı ve kararsızlıktan dolayı habsiyye türünden şiirlere rastlanmaktadır. Bu dönemlerde ve daha sonraki devirlerde yaşamış olup da bir şeylerden can yakan şikayetlerde bulunmayan, kötülükleri ve yolsuzlukları dile getirerek üzüntülerini ortaya koymayan şair yok denecek kadar azdır. Bütün bu şikayetlerin temelinde, kamuoyunun iç derinliklerinde sakladığı, emirler, vezirler, etkili ve yetkili çevreler, siyasetçiler ve din adamlarından ta halk tabakalarına kadar kesimlerden kaynaklanan, kendilerini üzen ve bir türlü dışa vurarak dertlerine ortak bulamadıkları ancak şairlerin dizelerinde açıkladıkları konulardır. [50]

Ünlü habsiyyeler kaleme almış büyük şairler arasında ilk sıralarda yer alan Nâsır-i Husrev, Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân, Hâkânî-yi Şîrvânî, Ebu’l-Ferec-i Rûnî, Abdulvâsı-‘i Cebelî, Zahîr-i Fâryâbî, Senâî-yi Ğaznevî, Sa’dî-yi Şîrâzî, Hâcû-yi Kirmânî….gibi şairler, yaşadıkları dönemlerdeki zamanı, insanları, siyasî ve sosyal alanlardaki kargaşa ve olumsuzları konu alarak şikayetlerde bulunmuşlardır. [51]

Fars Edebiyatında çok sayıda şair tarafından habsiyye ve şekvâiyye türlerinde şiirler kaleme alınmıştır. Bu şiirlerin en ünlüleri hayatının on sekiz yılını Sû[52], Dehek[53], Nây ve Merenc zindanlarında, karanlık ve sıkıcı kale zindanlarında sıkıntılar içerisinde geçiren Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân’ın dizeleridir. Söz konusu kalelerin ve içlerinde bulunan zindanların kalın, aşılamaz ve sarsılmaz duvarlarının bütün engellemelerine rağmen gönlü yanık şairin cılız, ancak alabildiğine etkili iniltileri dışarıya sızmayı başarmış ve dış dünyada beklendiğinden fazla bir şiddetle etkisini göstermiştir. Şimdi artık o erişilmez kaleler ve hisarların kalıntıları kalmamış ancak, sıkıntılarla yoğrulmuş şairin can yakan, kıvılcımlar saçan ah ve iniltileri yine işitilmektedir. [54]

Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân’ın hapis şiirleri ta hayatta olduğu günlerden itibaren ün kazanmaya başlamış, şiir ve edebiyat zevkine sahip çevreler tarafından ilgiyle karşılanmış ve son derece beğenilmiştir. Daha önce de değinildiği gibi VI./XII. yüzyılın ünlü edebiyatçıları ve bilginleri arasında yer alan Nizâmî-yi Arûzî de onun bu tür şiirlerinden övgüyle söz etmekte ve ne kadar etkili şiirler olduğunu belirtmektedir. Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân dışında çok sayıda İranlı şair ve edebiyatçı doğuştan sahip oldukları ve içerisinde yaşadıkları edebiyat ve bilim ortamının da etkileriyle geliştirdikleri üstün yetenekleri, edebî zevkleri ve sanatkarlıklarıyla ortaya koydukları değerli eserleriyle bazı çevrelerin dar gözlülükleri ve kıskançlıklarıyla karşı karşıya kalmış, bazen bizzat saraylarında yaşadıkları sultanlar tarafından zindanlara atılmış, o karanlık köşelerde bazen Arapça ve bazen de Farsça habsiyyeler kaleme almışlardır. [55]

Hâkânî, öğrenimini tamamladıktan sonra güçlü ve üstün birtakım yeteneklerinden dolayı Şîrvân sultanlarının dikkatlerini çekmiş, onların saraylarına girmeği başarmış, övgülerine yer veren şiirler yazmıştır. Ancak Fars kaside tarzının en güzel örnekleri arasında yer alan çok sayıda kasidesinin dizelerinde son derece abartılarla övdüğü, kendilerine sıkı sıkıya bağlı olduğu sultanların gazabına uğramış ve karanlık zindan köşelerine atılarak akla hayale gelmeyen sıkıntılarla, acıtıcı işkencelerle yüz yüze gelmiş, bu kez de Şîrvân zindanlarının karanlık, sıkıcı ortamından etkilenerek şikayetleri ve iniltileriyle dolu ifadelerini dizelerine aktarmış, Fars şiirinin en güzel örnekleri arasında yer alan habsiyye ve şekvâiyye türü şiirlerini kaleme almıştır. [56]

Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân’ın, kişisel yapısı ve özelliklerinin yanı sıra bir taraftan yaşadığı çağın siyasal ve sosyal birtakım gelişmelerinden de etkilenerek, diğer taraftan Hint Gazneli sultanlarının saraylarıyla yakın ilişkilerinden dolayı belli ölçülerde birtakım siyasî olaylara karışmış olmasından dolayı bu tür olumsuzlukların başına gelmesi, bir bakıma gerekçeleri açısından birtakım gerçeklerle ilişkilendirilse de, Hâkânî’nin bu tür ilişkiler içerisinde bulunmaması, şiirlerinin de tanıklığıyla siyasetle uzaktan yakından ilgisinin olmaması, onun hapse atılmasının gerçek sebebinin siyasî gerekçeler olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu durumda onun zindanlara atılmasının gerçek sebebi olarak daha önce de belirtildiği gibi Şîrvân sultanlarının kıskançlıkları ve dar görüşlü özellikleri öne sürülmektedir. Hâkânî’nin şiirlerinde kendisine düzenli olarak ödenen belli aylık ve diğer gelirlerinin saray tarafından kesildiği ya da azaltıldığı şikayetlerine de rastlanmaktadır:

Sanıyordum sözlerimle alırım altın ve makam,

Altüst etti benim para ve rütbe ümitlerimi. [57]

Başka dizelerinde de şair, memdûhunun merhametsizliğinden şefkatsizliğinden yakınmakta, bir kasidesinde de artık yoksullaşmış şair, kendisine eskiden vermiş olduklarını isteyen memdûhundan dert yanmakta, kendisini kınayarak dizelerinde ondan şikayetlerde bulunmaktadır:

Övgü tacı verdim sultana isteyemem geri ben,

Yaraşır mı ona hiç, isterse benden geri verdiği ekmeği.

Sultan ekmek verdi bana, ben canımı verdim ona, yani sözümü.

Ekmeği bir fani tohum onun, sonsuzluk hazinesi canım benim.

Yedi cennet, dokuz felek hazinesi verdim ben ona,

O ne verdi ki, beş tane köy yumurtası sadece bana. [58]

Şair diğer taraftan kendisinin şairlikte, şiirlerinin değerde çok üstün olduğunu, ününün doğudan batıya her tarafa yayıldığını, kendisinin üstün yetenekleriyle şair ve yazarların öncüsü ve örnek aldıkları bir kişilik olduğunu ifade etmektedir:

Bir beytiyle medhiyesinin bir köyü alırsa Ferruhî,

Benzeri olmayan övgümün benim her beyti bir şehir değer.

Alınca elime kalemimi, önderiyim ben nesrin ve nazmın,

Kalem dile gelir de der: “bu el kiminse önderdir o”. [59]

Burada dikkate değer bir ayrıntı da o dönemlerde şairlerin şiirleriyle tıpkı radyo, televizyon, gazete ve dergi gibi günümüz iletişim araçlarının görevlerini yapmakta oldukları, başka bir ifadeyle şairlerin, memdûhlarının en iyi iletişim araçları rolünü üstleniyor olmalarıdır. Üstün yetenekleriyle söyleyecekleri bir şiirle, birkaç beyitlik bir gazelle memdûhlarının düşmanlarının kalplerini yumuşatmayı ve onları da kendi sultanlarının emri altına almayı bile başardıkları görülmektedir. Şairin dizelerinde taşıdığı düşüncelerin hızla ve geniş coğrafyalara yayılma ortamı bulması da direkt olarak şairin yetenek ve sanatkarlığının gücüyle orantılıdır. Çok yetenekli bir şair ise yazdıkları en kısa zamanda her tarafa yayılmakta ve beklenen etkiyi en üst düzeyde göstermektedir. Bu yüzden de sultanlar ve şairlerin övgülerinden nasiplenen ileri gelen kişiler, başarılarından dolayı kendilerini çok değerli ve yüksek miktarda ödüllerle ödüllendirerek daha çok şairin saraylarına gelmesi ve ünlerini daha da geniş daha uzak bölgelere taşımalarını amaçlıyorlardı. Hâkânî gibi büyük bir şaire de Şîrvânşâhlar gibi küçük bir devletin sarayı değil büyük bir hükümdarlığın, Selçukluların sarayı yaraşırdı. Şîrvânşâhlar ona yaraşır ödülleri veremezlerdi. [60]

Hâkânî, sultanlardan beklentilerinin karşılanmaması, hatta sultanların daha ileri giderek düzenli olarak verdiklerini bile kısmaları ya da kesmeleri üzerine şikayet etmeğe ve söz ustalığı yeteneklerini de kullanarak eleştiri oklarını onlara yöneltmeğe başlamış, bu durum da onları son derece rahatsız etmiştir. Bu gerekçelerle Şîrvân şehri Hâkânî’ye artık dar gelmeğe başlamış, Horasân’a gitmiş, orada da beklentilerini bulamayınca, hacca gitmeğe karar vermiş, orada İslâm dünyasının büyük kişilikleriyle, zamanın halifesiyle bile görüşme imkanı bulmuştur. Hâkânî’nin bu seferinde Ka’be, Peygamber, Peygamber’in türbesi hakkında kaleme almış olduğu kasideler Fars edebiyatının en değerli örnekleri arasında yer almaktadır. [61]

——————————————————————————–

[1] Zaferî, Veliyyullâh, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, Tahran s. 16.

[2] Zaferî, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, s. 18.

[3] “Dedi ki: ‘Ben dolgunluğumu ve üzüntümü ancak Allah’a şikayet ederim’…” Yûsuf (12), 86.

[4] Rezmcû, Huseyn, Envâ-‘i Edebî Ve Âsâr-i Ân Der Edeb-i Fârsî, Tahran 1374 hş., s. 109; Serrâmî, Kadem Alî, “Bessu’ş-şekvâ”, Dânişnâme-yi Cihân-i İslâm, Tahran 1374 hş., s. 900; Durûdiyân, Veliyyullâh, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, Tahran 1375 hş., s. 344; Abbâspûr, Hûmen, “Bessu’ş-şekvâ”, Ferhengnâme-yi Edeb-i Fârsî, Tahran 1376 hş., II, 227.

[5] Kâsım Nejâd, Alî, “Habsiyye”, Ferhengnâme-yi Edeb-i Fârsî, Tahran 1376 hş., II, 513.

[6] Mu’temen, Zeynulâbidîn, Şi‘r u Edeb-i Fârsî, Tahran 1364 hş., s. 288.

[7] A. g. e., s. 288-289.

[8] A. g. e., s. 290-291.

[9] Serrâmî, “Bessu’ş-şekvâ”, Dânişnâme-yi Cihân-i İslâm, s. 900

[10] Yazıcı, Tahsin, “Habsiyye”, DİA, XIV, 380-381; Nizâmî-yi Arûzî, Çehâr Makâle (nşr. Muhammed-i Mu‘în), Tahran 1372 hş., s. 72.

[11] Nizâmî-yi Arûzî, Çehâr Makâle, s. 72.

[12] Yazıcı, Tahsin, “Habsiyye”, DİA, XIV, 380-381; De Bruijn, J. T. P. “Habsiyya”, Supplement Encyclopaedia Of İslâm, s. 333.

[13] Yazıcı, Tahsin, “Habsiyye”, DİA, XIV, 381.

[14] Mu’temen, Şi‘r u Edeb-i Fârsî, s. 292; Nâsır-i Husrev, Divân (nşr. Cihângîr-i Mansûr), Tahran 1375 hş., s. 62.

[15] Firdevsî-yi Tûsî, Şâhnâme-yi Firdevsî (nşr. Julius Mohl), Tahran 1377 hş., II, 1009.

[16] Mu’temen, Şi‘r u Edeb-i Fârsî, s. 292.

[17] Mudebbirî, Mahmûd, Şerh-i Ahvâl ve Eş‘âr-i Şâ‘irân-i Bîdîvân, Tahran 1370 hş., s. 33; Mu’temen, Şi‘r u Edeb-i Fârsî, s. 293.

[18] Mu’temen, Şi‘r u Edeb-i Fârsî, s. 293.

[19] A. g. e., s. 293.

[20] Hâfız-i Şîrâzî, Dîvân (nşr. Muhammed-i Bihiştî), Tahran 1377 hş., s. 168.

[21] Mu’temen, Şi‘r u Edeb-i Fârsî, s. 295.

[22] A. g. e., s. 295.

[23] A. g. e., s. 296.

[24] A. g. e., s. 296.

[25] A. g. e., s. 297.

[26] A. g. e., s. 297.

[27] A. g. e., s. 297.

[28] A. g. e., s. 297.

[29] A. g. e., s. 297

[30] A. g. e., s. 297

[31] Rezmcû, Envâ-‘i Edebî Ve Âsâr-i Ân Der Edeb-i Fârsî, s. 109; Kâsım Nejâd, Alî, “Habsiyye”, Ferhengnâme-yi Edeb-i Fârsî, II, s. 513; Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, 344.

[32] Dâd, Sîmâ, Ferheng-i Istılâhât-i Edebî, Tahran 1375 hş., s. 196-197.

[33] Mahcûb, Muhammed Cafer, Sebk-i Horâsânî Der Şi‘r-i Fârsî, Tahran 1345 hş., s. 656.

[34] Serrâmî, “Bessu’ş-şekvâ”, Dânişnâme-yi Cihân-i İslâm, s. 901.

[35] A. g. e., s. 901.

[36] A. g. e., s. 901.

[37] A. g. e., s. 901.

[38] Celâluddîn-i Mevlevî, Mesnevî-yi Ma‘nevî (nşr. R. Nicholson), Tahran 1375 hş., s. 5; Gölpınarlı, Abdülbaki, Mesnevî ve Şerhi, Ankara 2000, I, 26-27.

[39] Serrâmî, “Bessu’ş-şekvâ”, Dânişnâme-yi Cihân-i İslâm, s. 901-902.

[40] A. g. e., s. 902.

[41] A. g. e., s. 902.

[42] A. g. e., s. 902.

[43] A. g. e., s. 902.

[44] Rezmcû, Envâ-‘i Edebî Ve Âsâr-i Ân Der Edeb-i Fârsî, s. 109-110.

[45] Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, 344; Zaferî, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, s. 19.

[46] Zaferî, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, s. 19-20; Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, 344-345.

[47] Zaferî, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, s. 20; Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, 345.

[48] Mahcûb, Sebk-i Horâsânî Der Şi‘r-i Fârsî, s. 656-657; Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, 345.

[49] Mahcûb, Sebk-i Horâsânî Der Şi‘r-i Fârsî, s. 656-657; Zaferî, Habsiyye Der Edeb-i Fârsî, s. 20; Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, s. 345.

[50] Safâ, Zebîhullâh, Târîh-i Edebiyât Der Îrân, Tahran 1363 hş., II, 124-125; Rezmcû, Envâ-‘i Edebî Ve Âsâr-i Ân Der Edeb-i Fârsî, s. 110.

[51] Durûdiyân, “Habsiyye”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî, I, 345; Ferheng-i Istılâhât-i Edebî, s. 197.

[52] “Gazneliler dönemine ait bir kale. Sarp kayalıkların bulunduğu dağlık bir bölgede yer almaktadır. Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân yıllarca orada bulunan zindanlarda hapis kalmıştır.” Ferheng-i Mu‘în, “Sû”, VI, 815.

[53] “Gazneliler döneminde dağlık bölgeler ve yerleşim merkezlerinden uzak bölgelerde olağanüstü koruma altında ve son derece sağlam yapılı kaleler yapılır, o güvenli yapılarda saltanat hazineleri ve birtakım değerli şeyler korunurdu. Söz konusu yerlerin önemli bir diğer işlevleri de, çok önemli kişilikler, saltanat iddiasında bulunanlar, şehzadeler, vezirler ve toplum üzerinde etkili güç sahibi şahsiyetlerin de buralarda hapsedilerek cezalandırılmalarıdır. Bir başka ifadeyle bu dağ kaleleri ve hisarlar hapishane olarak da kullanılırlardı.” (Habîbî, Abdulhayy, “Mehâbis-i Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân”, Yağmâ, Tahran 1347 hş., XXI, sayı. 246, s. 680-681.)

Gerdîzî’ye göre: “Sultan Mahmûd, 401/1011 yılında Gaznîn’den Moltân’a doğru harekete geçmiş, o bölgeyi tamamıyla egemenliği altına almış, Moltân emiri Dâvûd b. Nasr’ı tutuklatarak Gaznîn’e getirmiş, oradan da Ğûrek Kalesi’ne göndermiş, ölünceye kadar orada tutmuştur.” (Gerdîzî, Abdulhayy b. Dahhâk, Zeynu’l-ahbâr (nşr. Abdulhayy-i Habîbî), Tahran 1363 hş., s. 391.) Bu kale günümüzde Kandahar’ın 50 km. Kuzey Batısında yer alan dağlık bölgede aynı adla bilinen yerdedir.

Yine Gerdîzî’ye göre bu kale ve bu bölgede yer alan diğer kaleler, çok güçlü savunma ortamına sahip, olağanüstü koruma altında bulunan ve saltanat hazinelerinin korunduğu son derece önemli yerler olarak bilinmektedir. (Gerdîzî, Zeynu’l-ahbâr, s. 420.)

Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân da bu dağlarda bulunan zindanlarda hapis yatmıştır:

Yedi yılımı ezdi geçti Sû ve Dehek,

Ondan sonra üç yılımı da Nây kalesi.

Dehek kasabası Gazne şehrinin 15 km. doğusunda yer alır. Gerdîz’den 30 km. uzaklıktadır. Gazneliler döneminde oldukça ünlü bir yerleşim merkezi olarak bilinmektedir. Dehek kasabasının 2 km. uzaklıkta Güney doğu kesimlerinde çok dar bir derenin kenarında bulunan sarp kayalıkların yer aldığı bir dağ bulunmaktadır. günümüzde de Sû Kûh: Sû Dağı adıyla bilinen bu dağın üzerinde bulunan harabeler, Gazneli sultanlarının hazine ve zindan olarak kullandıkları yapıların kalıntılarıdır. (Habîbî, Abdulhayy, “Mehâbis-i Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân”, Yağmâ, Tahran 1347 hş.), XXI, sayı: 246, s. 681-682.)

[54] Nevâyî, Abdulhuseyn, “Habsiyyât-i Hâkânî”, Yâdgâr, (Tahran 1362 hş./1947), Sayı: 8, s. 7.

[55] A. g. e., s. 7-8.

[56] A. g. e., s. 8.

[57] A. g. e., s. 8.

[58] A. g. e., s. 9.

[59] A. g. e., s. 9.

[60] A. g. e., s. 9-10.

[61] A. g. e., s. 10-11.

Konular